Ana SayfaÇalışma Yaşamı‘Babamın Kanatları’: Sinema da sınıf mücadelesine eğilmeli

‘Babamın Kanatları’: Sinema da sınıf mücadelesine eğilmeli

HABER MERKEZİ – Festivallerden birçok ödülle dönen “Babamın Kanatları”nın yönetmeni Kıvanç Sezer, filmin hikâyesini Gazete Karınca’ya anlattı. Delal Külek’in sorularını yanıtlayan Sezer, “Sistem bizi giderek maddi değerimiz kadar değerli hissetme noktasına sürüklüyor. Oysa biz insanız ve onurumuzu korumak için buna karşı durabiliriz, durmalıyız da” diyor.

Yönetmenliğini ve senaristliğini Kıvanç Sezer’in yaptığı “Babamın Kanatları” bu hafta vizyona giriyor.

Film, Vanlı bir inşaat işçisinin ailesine yardım etmek için ölümle yaşam arasında bir tercih yapmasını anlatıyor. İşçilerin çalışma koşulları, taşeron sisteminin pervasızlığı gibi birçok meseleye değinen “Babamın Kanatları”, sınıf mücadelesine ayna tutuyor.

Kıvanç Sezer filmin hikâyesi için “Hayatını emeğiyle kazanan başka sektörden insanlara da çok uzak değil anlattığımız hikâye” diyor.

Filmin çıkış noktası rastladığın bir haber. Ardından üç yıla yayılan bir süreç var. Anlatır mısın?

Kıvanç Sezer
Kıvanç Sezer

Evet, filmin ilk çıkış noktası bir gazete haberiydi. Ömer Çetin adında üniversite öğrencisi bir gencin İstanbul’da okul inşaatında çalışırken düşüp ölmesi haberiydi. Ailesiyle röportaj yapmışlardı. Onların yaşadığı çaresizlik duygusu bir yumru gibi boğazıma oturmuştu. İlk başta bundan bir film yapma düşüncem yoktu. Fakat bu konuyu araştırdıkça, işçilerin, yoksulların ve madunların dünyasına girmeye başladıkça giderek bununla ilgili bir film yapma fikri oluştu. İşçi ölümlerinde dünya üçüncüsü olduğumuzu, bu ölümlerin basitçe kaza deyip geçilemeyecek cinayetler olduğunu fark ettikçe tam da yapmam gereken şeyin bu olduğunu düşünmeye başladım.

Senaryo yazım süreci ise 3 yıl boyunca defalarca yeniden yazarak geçti. “Yazmak, yeniden yazmaktır” derler. Öyle oldu. Türkiye’de Özcan Alper’in yurtdışında da Alman bir senaryo doktorunun katkılarıyla ve yılmadan her ayrıntıya önem vererek senaryoyu tamamladım. Bunları yaparken de çok şey öğrendim. Bence sinema bir yanıyla da yaratıcı ekibin yüklenmesi ve yaratıyla bu yükünü boşaltmasıdır. Bu film benim vicdan yükümü boşaltmamdı. İstiyorum ki o haberde benim boğazıma oturan yumru bu filmi seyreden insanların da boğazına otursun.

Mekân olarak neresi kullanıldı?

Mekân olarak İstanbul’un uydu kentlerinden olan Esenyurt bölgesini kullandık. Aslında o bölgenin yaşam şeklinin, hüküm süren mimarinin ve bitmek bilmeyen konut üretiminin filmin atmosferine de önemli bir katkısı oldu. Durmuş bir inşaatta çekimleri yapmamız gerekiyordu ve mekânı bulduktan sonra uzun uğraşlar sonunda çekim iznini de aldık. Mekânın filmin ve atmosferin önemli bir parçası olmasını istedim ve sanırım öyle de oldu. Filmde, kendisi için gurbet olan İstanbul’da inşatta çalışan bir işçinin çaresizliğini görüyoruz.

babamın kanatları

Film boyunca İbrahim bir ikilem içinde. Varoluşun sistem içindeki eğretiliği üzerine kafa yoruyor aslında. Duygu durumunu açar mısın? Hayatın neresinden tutuyor?

Burada bir değer olgusuna işaret etmeye çalışıyorum. İbrahim’in yani bir işçinin kendini piyasadaki “değer”i kadar görme noktasına gelişinden bahsediyorum. Sistem bizi giderek maddi değerimiz kadar değerli hissetme noktasına sürüklüyor. Oysa bu doğru değil. Biz insanız ve onurumuzu korumak için buna karşı durabiliriz, durmalıyız da. Bir insanın düşürülebileceği belki de en kötü durum. Bu yaşam ve ölüm ikilemi de bu açıdan baktığımızda bence bir sistem eleştirisi olarak gündeme gelmiş oluyor. Zaten seyirci filmi izlediğinde filmin ana omurgasını oluşturan hikâyenin İbrahim’in duygu dünyasındaki etkisini görecek. Bu da benim filmi yapma nedenim. Umarım film bu etkiyi yaratır seyircide ve bu mesele üzerinde düşünmesine vesile olur.

Reelde de inşaatlarda çalışan işçilerin önemli bir kısmı Kürt ve filmde de ana hikâye bir Kürt işçi ve yeğeni üzerinden gidiyor. 90’lı yıllardan beri bu sektörün en mağdurlarından Kürt işçiler hikâyeye nasıl dâhil oldu? Tesadüf mü?

Dediğin doğru. İnşaat işçilerinin yarıdan fazlası Kürt. Bu meslek akrabalar yoluyla öğrenildiği için iş kollarına göre memleket, hatta ilçe değişebiliyor. Vanlılar, kalıp ve duvar işlerinde yoğunlaşırken Ağrılılar sıva konusunda yaygın olarak çalışıyorlar örneğin. Fakat bu durum yalnızca Kürtlükle de ilgili değil, dünyada ucuz işgücü nereden ithal ediliyorsa inşaatlarda oralı insanlar çalışır. İran’da Türkler, Hindistan’da Nepalliler inşaat işçisidir. Yani emek rejiminin coğrafi dağılımı anlamında sömürü evrensel düzeyde aynı şekilde işliyor. Buna 90’lı yıllarda yaşanan köy boşaltmaları da ilave etmemiz mümkün tabi. Ancak filmde sadece Kürt işçiler yok. Karadenizli ya da nereli olduğunu anlamadığımız işçiler de var. Çünkü bir inşaat gerçekten de böyle bir karışımdan oluşur. Kürt işçiler bu geneli temsil etmenin yanı sıra Van’daki deprem meselesiyle bir şekilde ilişkilendirmek istediğim için hikâyenin merkezine İbrahim ve Yusuf ile oturmuş oldu. Film Vanlı bir inşaat işçisinin ailesine yardım etmek için ölümle yaşam arasında bir tercih yapmasını anlatıyor. Bu hikâyenin ilk boyutu. Film bu konu üzerinden işçilerin yaşam koşullarının ağırlığı, taşeron sisteminin pervasızlığı vs. gibi başka birçok meseleye değiniyor bu da ikinci boyut.

babamın kanatları

Filmin temas ettiği noktalar yalnızca İbrahim’in hikâyesi ve işçilerin yaşam koşulları, sistemin pervasızlık ile sınırlı değil. Hangi hayatlara tanık olacağız?

Umarım seyirci bunu ‘her konuya değinmek istemiş yönetmen’ diye algılamaz. Çünkü ben birbiri içine organik olarak girmiş iki düzlemde kurmaya çalıştım hikâyeyi. Filmin benim için önemi bu iki boyut arasında gidip gelmesiydi. İbrahim’in tekil hikâyesi bağlamsız, sırf genel resim de kuru kalacaktı. Dolayısıyla hem İbrahim’i hem de Yusuf’u ele alırken sınıfsal konumlarından bağımsız hareket edemezdim. Bu sınıfsal boyut ise inşaat özelinde baktığımızda hem çok katmanlı hem de oldukça sarih. Yani inşaat gerçekliğinde sömürü o kadar dolayımsız ve açık ki… Seni işe alan bir formen seni attım diyerek beş kuruş vermeden işten çıkarabilir, sarihliği burada. Ama aynı zamanda onlarca taşeron şirketin ve bir hiyerarşik yapılanmanın iş yaşamına hâkim olduğu bu alanı iyi anlatmak ya da anlamak için bu katmanları yani taşeron ilişkilerini, örgütsüzlüğü, iş güvenliği eksikliklerini birlikte vermek gerekiyordu. Bu yüzden bu büyük yapıları yapan insanların, bu yapıların altında kaldığı, çarkların arasına sıkıştığı bu zorlu sektörün insanlarının hayatlarına tanık olacak seyirci. Ama şunu da ekleyeyim. Hayatını emeğiyle kazanan başka sektörden insanlara da çok uzak değil anlattığımız hikâye, aslında onun da hikâyesi.

Sınıf ilişkileri ve sınıf mücadeleleri sinema tarihinde parmakla sayılacak kadar az filme konu olmuştur, televizyon dizilerinde kaydı bile tutulmaz. Oysa ayakta kalma mücadelesi, emek eksenli üretimler, işçi sınıfının hakları, koşulları, kazanımları, fikir ve bilgi üretimimiz; karşılığında nelere sahip olduğumuz neden ve nasıl önemsiz olabilir? Bu bağlamda sinema emek ve işçi eksenli mücadeleye nasıl destek olabilir?

babamın kanatlarıBu konuda bir seyirci olarak fikirlerimi söylemek isterim. Yoksa sinemayla uğraşan ve başka türlü bir tarzı ve söylemi olan birçok insanı suçluyormuş gibi görünebilirim. Oysa ki öyle bir bakışım yok ve sinemanın iyi yapılmış her ürünü benim için bir seyirci olarak değerlidir. Emeğin hayatı yaratan biricik değer olduğunu düşünen birisiyim. Hayata sınıfsal eksende, soldan bakıyorum. Bu bakışım da beni film izlerken karakterlerin arka planını, sınıfsal ve politik yanlarını sorgulamaya itiyor. Gerçekçiliği önemsiyorum. Bu toplumda 80’lerden bu yana sanki sınıfsal çelişki artık kalmamış gibi, tarihin sonu gelmiş, aklın önemi son bulmuş gibi sanatı kendinden menkul işler beni artık tatmin etmiyor. Sinemanın gücünün bunları yansıtacak boyutta olduğunu düşünüyor ve içinde yaşadığımız toplumda kök salmış meselelere dair filmler izlemek, bunları filmler üzerinden de tartışmak istiyorum. Özellikle belgesel anlamında üretilen çok sayıda bazıları oldukça iyi çalışmalar olsa da kurmaca hikâyeler de izlemek istiyorum. Bu hikâyeler daha geniş kitlelere ulaşarak anlattığı meseleyi tartışmaya ve kamuoyu oluşturmaya katkı sunabilir diye düşünüyorum. Sınıf mücadelesi çok boyutlu bir konu ve en temelde siyasetin alanı ama sinemanın da yılda bir kaç kere dahi olsa buraya göz kırpması tahmin edilenden çok daha büyük bir etki yaratabilir toplumda.

Film, festivallerden pek çok ödülle döndü. Adana Film Festivali’nden 7 ödül, Antalya Film Festivali’nde aralarında En İyi İlk Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Müzik olmak üzere toplam 6 ödül aldı. Bu senin ilk filmin, ekibin sana neler kattı? Yoluna nasıl devam edeceksin?

Ödül almak güzel tabi. Filmin duyulmasını arttırıyor. Bir de tabi şunu belirtmek gerek her festival kendi direktoryal çizgisi içerisinde jürileri ve yarışacak filmleri belirler. Bunların içinden bazı filmler ödül alır bazıları almaz fakat bu tek başına ne ödül almayan filmleri kötü, ne de ödül alan filmleri iyi yapar. İlk filmimde ekibim bana çok şey kattı. Zaten ödüller de farklı alanlara dağıldı. Demek ki iyi oyuncular ve iyi ekiple çalışmışım. Bu da benim şansım oldu. Herkesten öğrendiğim şeyler var. Bazen kendi hatalarımdan, bazen de başkalarınkinden öğrenirim. Zorlu bir süreç olsa da ekip olarak alnımızın akıyla çıktık bu süreçten. O yüzden ben de bu filmde edindiğim deneyimle ikinci filmde çıtayı biraz daha yükseltmek istiyorum. Bundan sonra yeni filmler yaparak, her yeni filmimde ilk başta kendim hayata dair bir şeyler öğrenip bunu insanlara sunarak ömrümün sonuna kadar film yapmak istiyorum. Bu hayattan başkaca da bir muradım yoktur.