Ana SayfaGüncel10 günlük bir söylem analizi: İktidar medyasında başkanlık ‘tartışmaları’

10 günlük bir söylem analizi: İktidar medyasında başkanlık ‘tartışmaları’

HABER MERKEZİ – AKP ideologları iyi bir organize ile işlevsel bir söylem setini dolaşıma sokuyor. Bu ‘akılcı’ strateji bir yandan karşı tarafın tepkiselliğini kendi çıkarı için organize ederken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi sorunların gerçekten ortadan kaldırılmasından ziyade bu durumlar üzerinden duyguların seferber edilmesi yoluna gidiyor. Başkanlığın rasyonel gerekçelerle değil de, ‘İstiklal Savaşı’, ‘milli irade’ gibi hamaset yüklü temalarla savunulmasının nedeni budur. Toplumsal tabanını çok güçlü görmemelerine rağmen, yazıların ezici çoğunluğunun CHP’yi şeytanlaştırması da bu duygusal seferberliğin bir parçasıdır.


ETHEM YENİCE


Türkiye, gereğinden az tartışıldığından şikayet edilen anayasa değişiklik teklifini, teklif meclise geldiği günden beri harıl harıl “tartışıyor”. Malum televizyon programları her akşam başkanlık sistemini “masaya yatırıyor”, bu programların kadrolu iktidar yandaşları (Bourdieu’nun deyişiyle fast-thinkerlar) kâh Fransa’yı başkanlık sistemi, İngiltere Kraliçesi’ni başkan ilan ederek Batı’yı örnek gösteriyor, kâh Batı’nın ahlaksızlığını Foucault ve Nietzche üzerinden kanıtlayarak Türk Başkanlık Sistemi’ni öne çıkartıyor. Aslına bakılırsa bu konuşulanlara/yazılanlara bakılarak bir tartışma yürütüldüğünü söylemek çok da doğru değil. Demokrasi, hukuk ve insan haklarını kendisine rehber edinmiş hiç kimsenin savunamayacağı böyle bir değişiklik teklifini mantıklı gerekçelerle savunmak da oldukça zor. Hem süre kısa hem mesele bu kadar çetrefilli olunca, iktidar en iyi bildiği şeyi yaparak, referandumu sabitlenmiş kimlikler/duygular üzerinden bir karşılıklı saflaştırmaya mahkum etmeye çalışıyor. Bu aşamada, AKP ideologları gerek televizyonlarda, gerekse gazetelerdeki köşelerinde yoğun bir mesai harcıyor. Bu yazıda iktidar kalemlerinin 10 Ocak ile 21 Ocak 2017 tarihleri arasındaki gazete yazılarını inceleyerek bir fikir edinmeye çalışacağız.

Teknik bir reform mu milat mı?

AKP’li yazarların metinlerini incelediğimizde karşımıza ilk olarak bir çelişki çıkıyor. Bunun nedeni yazarların değişiklik teklifini bir yandan zamanı gelmiş basit bir teknik değişiklik olarak sunarken, diğer yandan da yeni İstiklal Savaşı’nın en önemli merhalesi olarak tasvir etmeleri. Örneğin, Kemal Öztürk “Yani sistem, bürokrasi ve devletin işleyişi büyük sıkıntı yaşıyor. Yani meselemiz teknik bir sorundur.” (Yeni Şafak, 11 Ocak) diyerek siyasetten bağımsız bir çerçeve çizerken, Yasin Aktay da bu meselenin CHP tarafından, ‘kasten büyütüldüğünü’ söylüyor: “Neticede Türkiye’de bir yönetim sistemi değişikliğine gidiliyor. Konu elbette sadece bir yönetim sistemiyle ilgilidir ama CHP’lilerin kendi duruşlarını haklılaştırmak için olayı bir “rejim değişikliği” diye ajite etmelerini de anlamak zor değil. […] Şöyle bakalım olaya. Mevcut parlamenter sistem artık Türkiye’yi taşıyamayacak hale gelmiş bir yapı gibi. Yıkım kararı alınmış ve buradan taşınmamız lazım.” (Yeni Şafak, 16 Ocak)

Aynı gazetede yazan Hayrettin Karaman da, Binali Yıldırım’ın daha önce verdiği bir örneği kullanarak, ‘devlet gemisinde birden fazla kaptan olmasının gemi ve toplum için tehlike yaratacağını’ vurguluyor: “Ya yolcular iki veya daha fazla guruba ayrılır, her biri rotaya müdahale etmeye kalkışırsa yahut da bir azınlık hileye veya güce dayanarak geminin yönetimini ele geçirirse birden fazla mesele var demektir.” (Yeni Şafak, 12 Ocak) Sonraki günlerde yayımlanan bir yazısında ise bu kadar mâkul bir teklife karşı çıkanlara sesleniyor: “Laik-demokratik-cumhuriyetten yana olanlar da eğer bu kavramların ve kurumlarının asgari şartında mutabık iseler yapılan değişikliklerin eskisine göre daha demokratik olduğunda birleşmeleri gerekir.” (Yeni Şafak 19 Ocak)

Bu yazarların, teklif edilen sistemin çok da radikal bir değişiklik getirmeyeceğini, tıkanan bürokratik kanalların açılarak, daha etkili bir yönetimin ortaya çıkacağını söylemesinin, kararsız muhafazakâr ve özellikle MHP’li seçmenler için üretilmiş bir söyleme karşılık geldiğini söyleyebiliriz.

CHP’nin “rejim değişiyor” çıkışına karşılık ortaya sürülen bu söylem, bir istikrar güvencesi verme çabasında.

Bu söylemden daha fazla sesi çıkan diğer söylem ise bu yeni sistemin neredeyse her şeyi çözme kudretinde olduğunu iddia ediyor: “Türkiye Anayasa ve Başkanlık Sistemi ile sistemik dönüşümünün son aşamasını tamamlamak üzere. Bu aşamadan sonra terör dalgalarıyla, finansal terörizmle bu ülkeye ayar verme imkanları hiç olmayacaktır. Türkiye’ye karşı cepheye sürülen o örgütler çok yakında sahipsiz kalabilirler.” (İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 14 Ocak) Bu noktada ‘terörün kesin olarak yenilmesi’nin en önemli vaat olarak öne çıktığını görüyoruz: “Kim ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın ‘Cumhurbaşkanlığı sistemi’ terörün sona ermesinin de teminatıdır.” (Fahrettin Altun, Sabah, 18 Ocak)

Bu söylemin ikinci halkasını, hâlâ var olduğu söylenen ve her seçimde son verileceğinin sözü verilen vesayetin tamamen yok edilmesi oluşturuyor: “Türkiye 2017 içinde inşallah başarıyla Cumhurbaşkanlığı sistemine geçecek ve vesayet rejimi tarihe gömülecek” (Rasim Ozan Kütahyalı, Sabah, 15 Ocak)

Yalçın Akdoğan’a göre başkanlık sistemine geçiş, Kemalist vesayete karşı verilen mücadelenin en önemli cephesini oluşturuyor: “[…] derin devlet yapılanmaları ve klasik darbeci anlayıştır. Bunlar da Cumhurbaşkanlığı makamını vesayet sisteminin son halkası, en önemli enstrümanı olarak görüyorlardı. Bunun ortadan kalkması, vesayet özlemlerine tamamen son verecektir.” (Yeni Şafak, 13 Ocak) Sanırım, AKP’lilere göre demokrasinin seçim dışındaki bütün boyutları vesayettir.

Burada, AKP’nin girdiği her seçimi bir milat olarak algıla(t)ma çabasına bir kez daha şahit oluyoruz. Bu miladi söylem, yukarıda bahsettiğimizin aksine, AKP’ye duygusal olarak bağlı, siyasi kamplaşmaya teşne kemik seçmeni hedef alıyor. 12 Eylül 2010 referandumunda da, 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde gördüğümüz gibi, aşırı siyasallaştırıcı ve tarihselleştirici bir dil ile karşılaşıyoruz: “Erdoğan’ın; 2000 yıllık devlet geleneğini benimsemiş bir devletin başı olması, böyle bir başkanla bu tarihi sürecin geçilmesi ise, 1400 yıllık büyük İslam medeniyetinin idraki, bu topraklardaki 1000 yıllık kurumsal varlığımızın özünü oluşturan iman ve irfan gücüyle gerçekleşecektir.” (Sevil Nuriyeva, Star, 21 Ocak) Evet oyu vererek bu büyük zaferin bir parçası olmak kaçırılmayacak bir fırsat:

“Türkiye […] Batılıların İslâm’ın bir aktör olarak tarih sahnesine çıkmasını önlemek için geliştirdikleri 100 yıllık büyük oyun’u bozdu!” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 9 Ocak)

Ötekine inat ‘evet!’

Başkanlık tartışmaları alevleneli beri, özellikle Twitter’da başlayan restleşmede, ‘Evet’ yanlılarının en çok kullandığı görseller, denklemi kimlerin ‘Hayır’ oyunu desteklediği üzerinden kuran bir anlayışa sahipti. CHP, HDP, FETÖ, ABD, AB diye devam eden bu (kurgulanmış) “şer ittifakı”nın varlığı bile başlı başına ‘Evet’ oyu atmak için yeterli bu zihniyete göre (üzerine fazla düşünmek milli şuuru bozabilir!). Ancak bu algı operasyonunu yönetenler Ak Troll’ler değil, AKP ideologları.

Örneğin, “Demek ki, şu anda bu alçak terörün istemediği bir şey yapılmış oluyor. (Yeni Şafak, 14 Ocak) diye yazan Yasin Aktay, ‘yaşanan bütün terör olaylarının tek amacının başkanlığı engellemek olduğunu’, ‘teröre karşı gelmek istiyorsak başkanlığı desteklememiz gerektiğini’ söylüyor. Bahsedilen ‘terör’, sadece şiddet eylemleriyle de sınırlanmıyor. CHP, HDP, FETÖ, PKK, DHKP-C ve bilumum Batılı ülke aynı planın parçasını oluşturuyor: “Gezi olaylarından itibaren CHP, Fetullahçılığın tüm vasıflarını üzerinde toplayan bir muhalefet tarzına başladı. Yalan, iftira, küfür, hakaret, şiddet, algı operasyonları, Türkiye düşmanlarıyla, terör örgütleriyle paralellik ve daha nice gayri edebi, gayri insani, gayri milli yöntem, CHP muhalefeti olarak sergileniyor.” (Aydın Ünal, Yeni Şafak, 16 Ocak) Gerektiğinde ‘terör’, gerektiğinde ‘darbe’, gerektiğinde ‘finansal müdahale’ yapabilen bu “şer ittifakına” karşı yerli ve milli bir duruş talep ediliyor seçmenden.

“Türkiye’deki gayrı milli muhalefetin geldiği nokta ibret verici. Ülkenin önünü tıkamak için kılıktan kılığa giriyorlar. […] CHP’nin ve HDP’nin gayrı milli unsurları sahne almış, Türkiye’yi yolundan çevirmek için canla başla uğraşıyorlar. […] Bunlar, Türkiye’nin verdiği her gerçek mücadelede sureti haktan görünen, ancak gün sonunda Türkiye aleyhine çalışan aktörler.” (Fahrettin Altun, Sabah, 14 Ocak) Kimi yerlerde, bu kadar anlaşılır ve mâkul bir teklifin neden normal bir şekilde tartışılamadığını şaşkınlıkla soran yazarlar, başka bir yerde AKP’ye karşı gelen herkesi gayri milli ilan ederek, zaten bu tartışma olanaklarını ortadan kaldırıyor. Böylece seçmenlere sınırları kalın çizgilerle çizilmiş iki seçenek sunuluyor: ya evet diyerek vatanını seven milli bir unsur olacaksınız, ya da hayır diyerek vatanına ihanet eden gayri milli bir düşman.

Bazıları demokrasiden ne anladığını o kadar bariz ortaya koyuyor ki, şaşırmamak elde değil. Söz gelimi, İbrahim Karagül AKP seçmenine şöyle sesleniyor: “Entelektüel teröre, kiralık düşüncelere, servis ürünü akıl vermelere kulak asmayın.” (Yeni Şafak, 20 Ocak) Değişiklik teklifi hakkındaki her tür eleştiriyi kriminalize eden bu anlayışı sahiplenen Nuh Albayrak ise MHP seçmenini koruma görevini üstlenmiş: “İhbar ediyorum; bundan sonra MHP’ye yönelik algı suikastları düzenleyecekler, referandumda ‘Hayır’ demeleri için her türlü rezilliğe tenezzül edecekler.” (Star, 11 Ocak) Bu yazarlara göre, ortada zaten tartışılacak bir şey yok. Milletin iradesini tek başına temsil etme kudretine sahip bir lider varken, onun uygun gördüğü bir teklifi milleti zaten onaylamıştır. Bu teklife karşı gelebilecek her türlü eleştiri ‘haricidir’, ‘fitnecidir’, ‘terördür’ ve ‘suikasttir’.

Bütün toplumun ortak sözleşmesi niteliğini taşıyan anayasanın tartışma ve uzlaşıyla belirlenmesini istemek de bu suçların kapsamına girmektedir: “Bir de ‘anayasa tam uzlaşıyla yapılmalı’ diye bir klişeye sarılıp Cumhurbaşkanlığı sistemine engel olmak için karınca kararınca mücadele eden tipler var.” (Fahrettin Altun, Sabah, 14 Ocak) Özetle, Batının yönetimi ve CHP’nin kontrolüyle açılan yüzyıllık esaret parantezi de, PKK ve FETÖ’nün her türlü oyunu da bir evet oyuyla bozulmuş olacak bu AKP propagandasına göre. Bu kadar güçlü bir düşman ittifakını sadece bir oy vererek yıkmanın zevkine kim ortak olmak istemez?!

Seçilmiş millet

Tanıl Bora 2013’te yazdığı bir yazıya “Başbakan kendine bir millet seçiyor” başlığını atmıştı. Görünen o ki, bu süreç devam ediyor. Daha dün “ağızlarından salyalar aktığını” söylediği ve eşref-i mahlukattan saymadığı ülkücüleri bugün millet kategorisine dahil ediyor ve sınırlarını sadece kendisinin belirlediği bu milli kategorisine (en azından bir süre) girebilme şansını da evet oyu atacak bütün seçmenlere tanıyor. Ve tabii ki, ünlü antisemitist Viyana Belediye Başkanı Karl Lueger’in “kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm” sözlerini hatırlatır bir şekilde düşman kategorisini de tamamen kendisi belirliyor.

Burada karşımıza çıkan söylemler, aslında AKP’nin, artık kemikleşmiş, siyaset anlayışının temellerini oluşturuyor. Demokrasiden, seçim dışındaki bütün prosedürleri yok sayan bir sandıkçılığı anlayan, buradan da, milletin tek gerçek temsilcisi olarak kendisini ortaya koyan ve kendisi dışındaki herkesi gayri milli, elit ve millet düşmanı olarak kodlayan popülist bir anlayış bu. AKP, evet oyu vererek, destekçilerine “yegane temelini kendi kendini yetkilendirme ilanından alan ve kendisini hiçten yaratan bir iktidar büyüsü”ne, iktidar sözünün hazzına ortak olma şansı tanıyor. Bunu sadece ‘Evet’ oyu vererek değil, “esnaf gerektiğinde alperendir, polistir” diyerek ona muhafızlık rolü verdiğinde, tankların karşısına dikilmesini bir kahramanlık destanı olarak yazdığında da millet bu savaşın organik bir parçası halini alıyor: “Millet, ülkeyi 15 Temmuz felaketinden kurtararak ve Meclis’ine sahip çıkarak, bir anlamda “kurucu” hüviyetini elde etti. […]Ne şekilde yönetileceğimize, ancak ve sadece bu “gazi millet” karar verecektir.” (Ahmet Kekeç, Star, 19 Ocak) Dolar bozdurma seferberliğini de, getireceği ekonomik etkiden ziyade, döviz artışını bir dış mihrak saldırısı olarak kodlama ve bu saldırıya karşı milli müdafaa içerisinde yer alma şansını millete tanıma girişimi olarak görmek gerekir.

Albrecht Koschorke’in belirttiği gibi fanatizm kör değildir. Kendi içerisine kapanmış, kendi sözünün büyüsüyle kendinden geçmiş bir cezbe durumundan ziyade, karşı tarafın tepkiselliğini kullanan bir akılcı stratejidir. Bu açıdan baktığımızda, AKP ideologlarının iyi bir şekilde organize edildiğini, işlevsel bir söylem setini dolaşıma soktuklarını söyleyebiliriz. Bu akılcı strateji bir yandan karşı tarafın tepkiselliğini kendi çıkarı için organize ederken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi sorunların gerçekten ortadan kaldırılmasından ziyade bu durumlar üzerinden duyguların seferber edilmesi yoluna gider. Başkanlığın rasyonel gerekçelerle değil de, ‘İstiklal Savaşı’, ‘milli irade’, ‘vesayeti toprağa gömme’, ‘büyük oyunları bozma’, ‘İslam’ı ayağa kaldırma’ gibi hamaset yüklü temalarla savunulmasının nedeni budur. Toplumsal tabanını çok güçlü görmemelerine rağmen, yazıların ezici çoğunluğunun CHP’yi şeytanlaştırması da bu duygusal seferberliğin bir parçasıdır.

Türkiye’nin mevcut halinin faşizm olup olmadığı tartışmalı olsa da, AKP ideologlarının Nazizmden çok şey öğrendiği açık. En azından Hitler’in şu sözlerini iyi anlamışlar:

Her propaganda halkın anlayacağı düzeyde olmalı ve hedef kitlesi içinde anlayış gücü en kısıtlı olan kişinin seviyesine göre ayarlanmalıdır. etkisi altına alması hedeflenen kitle ne kadar büyükse, zihinsel seviyesi de o kadar düşük olmalıdır. […] Bilimsel yükü ne kadar az olur ve kitlenin duygularını ne kadar hesaba katarsa, başarısı da o kadar büyük olacaktır. Propagandanın doğruluğunun ya da yanlışlığının en iyi göstergesi, bir takım eğitimli kişilerin ya da estetikçi çıraklarının tatmin edilmesi değil, bu başarının ta kendisidir.


Yararlanılan kaynaklar

-Albrecht Koschorke, Hitler’in Kavgam’ı Üzerine Bir Analiz: Nasyonal Sosyalizmin Poetikası, çev. Ayşe Kurultay, İletişim Yayınları, 2016

-H. Bahadır Türk, Muktedir: Türk Sağ Geleneği ve Recep Tayyip Erdoğan, İletişim Yayınları, 2014

-Menderes Çınar, Vesayetçi Demokrasiden Milli Demokrasiye, Birikim Yayınları, 2015

-Tanıl Bora, “Başbakan Kendine Bir Millet Seçiyor”, Bkz.