Ana SayfaÇalışma Yaşamı‘Akademik aklın eleştirisi’ni yapan Ünsaldı: Artık kaybedecek neyimiz var ki?

‘Akademik aklın eleştirisi’ni yapan Ünsaldı: Artık kaybedecek neyimiz var ki?

HABER MERKEZİ – Gazete Karınca, KHK’larla işlerinden olan ve baskıcı politikalara karşı yeni alanlar açmak isteyenlerin direniş portrelerine odaklanıyor. İlk olarak Ankara Üniversitesi DTCF’deki görevinden istifa eden Doç. Dr. Levent Ünsaldı’ya bu direniş hikayesini sorduk. İktidara karşı hep bir bekleme hali içerisinde olduklarını ifade eden Ünsaldı, yapılması gerekeni şöyle ifade etti: “Sadece kıçımızı kaldırıp deneyelim, zaten artık kaybedecek neyimiz var ki?”


Röportaj: FİLİZ GAZİ


Ardı ardına bireysel direniş pratiklerini görür olduk. OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleri (KHK) ile işinden ihraç edilen Nuriye Gülmen’in defalarca gözaltına alınmasına rağmen Ankara’da aylardır süren direnişi, KHK ile ihraç edilen Betül Celep’in Nuriye Gülmen’e İstanbul’dan aynı direniş biçimiyle verdiği yanıt, kendisine yapılan hukuksuzluğu ve gazetecilere yönelik baskıyı protesto etmek amacıyla gözaltında tutulduğu 24 gün boyunca açlık grevinde olan Derya Okatan’ın eylemi, işine son verilen akademisyen Süreya Karacabey’in başlattığı sokak akademisi ve akademiden istifasını açıklayan Levent Ünsaldı’nın direnişi.

Bu dönemde kimi insanlar elini taşın altına koyuyor ve aslında direniş hikayeleri de böyle oluşmaya başlıyor.

Gazete Karınca olarak bu direnişleri merceğe aldık. İlkin, az önce saydığımız isimler içerisinde olan Doç. Dr. Levent Ünsaldı ile konuştuk.

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki görevinden istifa ettiğini sosyal medya hesabından duyuran Ünsaldı, akademiyi, istifa kararını, bugünlere nasıl gelindiğini anlattı.

“Bir şeylerin işleyişine çomak sokarak direnilir”

Niçin istifa ettiniz? İstifa kararına varmadan önce neler birikti?

Sebepler muhtelif, genelde de her zaman olduğu gibi. Ani kırılmalar getiren kararları, insanlar aslında aniden vermez. Birçok etkenin ve bir sürecin sonucudur bu. Benim durumumda bireysel, siyasal, ahlaki, psikolojik, mesleki birçok şey birbirine karıştı. Ayırmam zor. Elbette önce siyasal: Keyfi bir zorbalık, despotizm, faşizm bile değil, zira onun bile bir rasyonalitesi olur, bunda o da yok. Tüm yaşamı, özelde de bizim gibi insanların en temel yaşam alanını, yani üniversiteyi ele geçirdiğinde, mahvettiğinde bir şeyler yapmak gerekir. Bu işler patlak verdiğinde ben akademik alan savunusunu ele alan birkaç yazı da yazdım. Barış Ünlü’nün davası üzerinden mesela, Barış o gün gerçekten harika bir iş yapmıştı; ayrıca mesleki pratiğimin değişmez bir parçasıydı bu. Benim için eleştiri ve analizin kapsamı dışında olabilecek hiçbir kutsal yoktur. Sonra yoruldum, biraz yıldım; sonra yine devam ettim; yazdım, söyledim; sonra yine karamsarlığa kapıldım.

Başka şeyler yapmak gerekiyordu artık. Alan savunusu, bu haksız hukuksuz keyfi ihraçlar karşısında artık başka bir eylemliliğe dönüşmek zorundaydı. Onu beceremedik, toplu hiçbir şey yapamadık, hala da yapamıyoruz. En basitinden topluca dersleri boykot edebilirdik mesela. Böyle direnilir bence; bir şeylerin işleyişine çomak sokarak. Ama biz direnmedik, sadece bekledik, hep bir sonraki KHK’yı, sonra kınadık tabii, sonra hocaları uğurladık. Sonra yeniden işimize döndük, bir sonraki dalgayı bekledik; her defasında benim ismim var mı diye baktık listelere, sonra dostları gördük, yine ahlar vahlar içinde telefonlara sarıldık. Ve sonra yine kahvemizi içmeye devam ettik.

“Üzülüp feryat ettik ama sonra yine kahvemizi içtik”

Biz metropoldekiler taşradakilerle hep ‘dayanışma’ içinde olduk, asistanlar için üzüldük. Mesaj gruplarında feryat ettik. Ama sonra yine kahvemizi içtik. Bunların hepsini ben de yaptım. Ve bunun adına da pozisyon koruma dedik, direniş dedik. Oysa sadece seyrettik; sıklıkla gerçekten üzülerek ama sıklıkla da bekleyerek. Herkesin mücadele ve direnme anlayışı farklı olabilir; ama bence bu direnme değildi. Ki bunu hayatında hiç örgütlü falan olmamış biri olarak söylüyorum. Çok anlamam o işlerden. Öyle büyük stratejik hamle veya direnişlere de kafam basmaz, hatta ideal direnme veya mücadele yöntemi nasıl olur, onu da bilmiyorum ama sanırım böyle değil. Standart repertuardan alınmış standart ifadeler de bana çok anlamsız geliyor bugün. Mesela, bireysel istifa olmaz. Neden olmasın? Azcık da olsa bir etki yaratabilir, en azından oturup beklemekten daha iyi bence. Kolektif bir eylem önerildi de hayır mı dedim ayrıca. İlk evet diyenlerden olurdum muhtemelen. Çok da harika olurdu. Keşke olsaydı. ‘Ama sen gidersen yerine AKP’nin adamları gelecek.’ İyi de zaten gelecekler ki, biz oturup sıramızı beklediğimiz sürece zaten gelecekler. Ayrıca, tüm Türkiye kayıp gitmişken, örneğin ODTÜ veya Boğaziçi gibi korunaklı kalelerde ‘savunma’ yapmanın bence başka bir adı olmalı. Dolayısıyla yeni bir eylemlilik repertuarı, yeni bir dil konulmalıydı, sanırım bunu da beceremedik.

Kısacası daraldım, hem de çok, içim içimi yedi, çok ciddi suçluluk duyguları hissettim. Bazı kişilerin atılması beni çok etkiledi; mesela Eren Kırmızıaltın, Gazi Üniversitesi İktisat bölümü araştırma görevlisi. O okulda imza atma cesaretini hem gösterdi hem de o imzayı hiç geri çekmedi, hatırlatırım araştırma görevlisi olmasına rağmen. Atıldı, iki gün sonra doktora tezini verdi. Hayatımın en boktan günlerinden biriydi. Trajikti. Ben bu adamı her gün görüyordum, o metni de ona ben göndermiştim. Ne diyecektim? ‘Üzüldüm Eren, mücadeleye devam, yanındayım, sen düştün bayrağı ben devraldım’ mı? Ve bunu adamın gözünün içine baka baka kahve içerek.

‘Kendi hikayem birbirine girdi’

Taşradaki üniversitelerin şansızlığı neydi?

Taşrada eriyip biten bir sürü güzel insan var. Üstelik bu insanlar, sıklıkla, metropoldekiler gibi uluslararası networklere de sahip değiller. Biz metropol üniversitelerindekiler, özellikle de en büyüklerdekiler, Boğaziçi başta, taşraya ilişkin olarak ciddi bir ahlaki yükümlülük taşıyoruz, özellikle bu imza meselesinde. Ben şahsen bunu göz ardı edemem. Bu yükümlülüğün altından da ihraçları sadece kınayarak kalkamazsınız. Böylece, kendi hikayemde siyasal, ahlaki ve bireysel etkenler birbirine girdi. Sonra psikolojik etkenler belirdi; yeniden cipralex veya prozac gibi gerizekalı şeyler almak istemedim, halen de istemiyorum.

Ve son olarak da meslek. Şunu hep unuttuk, meslek başka, konum başka. Doç. Dr. gibi ünvanlar bir konum, sosyal bilimci olmak ise bir meslek. Bu mesleği hakkıyla icra etmeye “Akademi” denilen yer imkân veriyorsa ne âlâ, yok imkân vermiyorsa, hatta köstek oluyorsa yani şimdi olduğu gibi, önce bir şeyler yapmaya çalışırım, olmuyorsa da orayı terk ederim ben. Benim için akademinin savunulabilir olup olmama kriterini belirleyen tek şey bu: iddia ettiği işlevi yerine getiriyor mu getirmiyor mu? Hoca karizmasına, itibarına; seyircilere, hayranlıkla bakan gözlere, kurumsal aidiyete ihtiyacım yok benim. Tek derdim bilim; ampirik araştırma. Buradan hareketle de sorgulamak, sorgulatmak, yazmak, çizmek, önce kendi zihnimi, olursa da başkalarının zihnini açmak. Dolayısıyla mesele, bilim yapmak ve bilime yaslanarak da eleştirmek, anırmak, rahatsız etmek ve hür düşünmekse bunun mekân ve araçlarını ararım, olmadı yeniden keşfederim, akademide veya dışında, en azından bunun için uğraş veririm.

‘AKP döneminde memurlaştık’

Duvar’daki yazınızda akademisyenliğin matah bir şey olmadığını söylüyorsunuz. Alışkanlıklar, öyleymiş gibi yapılan pozlardan bahsediyorsunuz. Akademik camia daha güçlü olsaydı, sizin tabirinizle rol kesmeseydi, örgütlü bir tavır konulabilseydi bugüne gelinir miydi? Ya da bir diğer soru, AKP döneminde ne oldu üniversitelerde?

Az önce anlattığım bir ruh hali içinde yazılmış bir yazıydı o. Ayrıca oradaki tespitlerden ben de muaf değilim. Nasıl olabilirim ki? Ben de o cadı kazanının bir üyesiyim işte. Temel amacı şuydu o yazının: sarsmak, hem okuru ama her şeyden önce de kendimi. O yazıdan sonra artık hamle yapmalıydım, geri dönüş mümkün değildi. Yani kendimi sıkıştırmak içindi biraz da. Belki de bu yüzden, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar ahlakçı bir tonla yazdım o yazıyı ki genelde böyle yazmam. Diğer taraftan, o kısacık yazı, tüm muğlaklıkları ve eksiklikleriyle birlikte bir şeyler de diyordu ki bu eleştirinin kendisini uzun bir zamandan beri yapıyorum. Hatta bu, bilim sosyolojisinin bir ayağına dahi yaslanıyor.

Mesele kısaca şu: Türkiye’de akademi dediğimiz alan, bürokratik alanın (hatta aygıtın), “aktarmakla” yükümlü bir alt alanı (veya daha ziyade aygıtı) olarak teşekkül etti. Bu hiç yeni değil, ta başından beri böyle. Ancak 90’ların sonu 2000’lere kadar üniversite sayısı da azdı. Dolayısıyla herkes için kadro da yoktu ve bundan ötürü de fikri-entelektüel hayat toplumsal yaşamda başka mecralarda akabiliyordu. Sonra 2000’ler, AKP’li yıllar. Bir üniversite patlaması yaşandı. Kadrolar bollaştı. Artık herkese yer vardı. Fikri hayat akademik olmakla eşleşmeye başladı. İşte bu noktada hapı yuttuk biz. Zehri aldık. İktidar bizi kampüslere sıkıştırdı, ilk başta pek bulaşmadı, ama işte sonra istediği zaman ezdi. Biz de bunu kazanım, mevzi savunması diye okuduk, aslında sıkışmıştık. İktidarın açtığı alanda bir şeyler demeye çalıştık ama aslında memurlaşmıştık. Reflekslerimizin bir kısmı, kampüslerde her gün karşılaştığımız sivil memurlardan aslında pek de farklı olmamaya başlamıştı.

‘İktidar için artık kolay lokmaydık ve bizi yedi’

İktidar için artık çok kolay lokmaydık. İstediği zaman bizi yiyebilirdi ve yedi de. Çaresizliğimiz biraz da bundan. Bu yüzden başka bir eylemlilik koyamıyoruz, beklemekten başka. Çünkü repertuarımızda yok. Kısacası, tarihsel açıdan bir ‘yetimhane’ olarak işleyen devlet memurluğu ki akademi bundan hiç de muaf değil, aidiyetler orada kurulur, tüm yaşamlar orada geçirilir, her şeye oraya borçlu olunur- belli bir süreç içinde hemen hemen tüm fikri hayatı kapsadı ve son 15-20 yılda da bizi kendi sınırları içinde hapsetti. Kusura bakmasın kimse ama yetimhanede ne direniş olur ne de bilim; sadece kırıntılarla ‘idare edilir’; tüm o hocalık veya entelektüellik karizmasına rağmen. Ben de dedim ki kaybedeceğimiz işte bunlar. Ve ekledim, öyle ya da böyle, bireysel veya toplu olarak istifa mekanizmasının hiç düşünülmemesi tuhaf değil mi? Oysa kendi entelektüel tarihimizde de var böyle örnekler. Hatta bu fikrin kendisine bile çok güçlü direnç geldi.

Akademi düzgün işlese böyle olur muydu? Elbette olmazdı. Bundan ötürü, ‘ama zamanı mı’ eleştirisi çok anlamsız. Eleştirinin zamanı olmaz. Koskoca Fransız komünist partisi zamanında yarıldı bu yüzden, çünkü SSCB’deki zorbalıkları eleştirmenin zamanı değildi, anti-emperyalist mücadele vardı. Bu zamanı saptayan kim? Bunun için bir otorite mi var? Ayrıca, akademi eleştirisi, Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu trajedinin analizinden elbette bağımsız değil. Sizin muhalefetiniz, fikri hayatınız farklı şekilde örgütlenmiş olsaydı, kendine farkı bir eylem repertuarı ve varoluş alanı yaratmış olsaydı böyle kolay lokma olur muydu? Ülke bu halde olur muydu? Siz daha 1 yıl önce, Erdoğan akademisyenlere hakaret yağdırıp, TEM’i hocaların odalarına soktuğunuzda kaybettiniz. Bu kaybedenlerden biri de benim elbette. Şu bir yılda ne yaptık? Daha önce ne yapıyorduk. Ama sadece akademi mi? Dünyanın hangi yerinde burjuvazi yani bu isme yakışan bir burjuvazi tanımından yola çıkarak söylüyorum, en temel özel mülkiyet hakları çiğnenirken öyle bön bön bakar ve sırasını bekler.

‘Kaybedecek neyimiz var ki?’

Zor zamanlar yaratıcılığı da beraberinde getirebilir mi? Misal Süreyya Karacabey, “sokak akademisi” dediği alternatif bir eğitim çalışmasına başladı. Yeni alanlar, farklı akademik çalışmaların örgütlenebileceği, farklı temasların kurulacağı alanlar, alternatif mecralar oluşabilir mi?

Elbette oluşabilir. Etkisi sınırlı olabilir ama bu tür durumlarda pek de mühim değildir. Sembolik değeri çok daha önemlidir. İnanın yapılacak çok ama çok şey var. Yeni alanlar da açılır, farklı temaslar da kurulur. Farklı bilim ve direniş pratikleri de doğar. Sadece kıçımızı kaldırıp deneyelim, zaten artık kaybedecek neyimiz var ki?

Bundan sonrası için sizin planınız ne?

Heretik Yayınevi’nde yapmaya çalıştığımız şeyler var. Bundan sonra da devam edeceğiz. Aklımızda bir sürü atölyeler, seminerler, etkinlikler var. Ve oranın kapısı herkese açık. Bilim elbette kolektiftir; bilim, hocanın yaptığı gibi, sen anlat ben dinleyeyim değildir. Bilim, bitmez bir anlama ve arama tutkusudur. Bunları Heretik’te şimdiye kadar fena yapmadık; yapmaya da devam edeceğiz. İyi iş karşılığını bulur, günde 12 saat çalışırsanız öyle veya böyle olur.

Previous post
Rusya-PYD ile görüşecek: Lavrov ve Abdullah bugün bir araya geliyor
Next post
Yunanistan’a kaçan 8 askerin Türkiye'ye iadesi reddedildi