Ana SayfaGüncelKan, herkesin peşinde bin başlı bir hayalet – MİZGİN RONAK

Kan, herkesin peşinde bin başlı bir hayalet – MİZGİN RONAK


MİZGİN RONAK


“Arka arkaya patlayan iki el silahın sesini işitip işitmediğini ona soramayız, çünkü şimdi yerde yatıyor, ölü, yarasından sızan kan damla damla alttaki balkona akıyor.”

[José Saramago – Görmek]

Kan; “asil” mi asi mi; anarşist, sosyalist, ütopist, bozkır kurdu ya da kitap kurdu mu olduğu muamma olan varlık, biz öldükten sonra da “dolaşmaya” son saliseye kadar arz-ı endam etmeye devam eden parçamız ya da eğer toprak isek suyumuz, eğer sahra isek serabımız… Her zaman ve mekanda adına methiyeler dizilen kızıl su, “kutsal bedel” ya da kainatın en rahat dökülen, dökülebilen suyu…

Oysa serçe parmağımız dahi kanamaya görsün, nasıl da çırpınan telaşlı ve çaresiz serçelere dönüşür, kan dökmenin ya da kanın dökülüşünün o kadar da ahım şahım ve muzafferane bir olay olmadığını, dahası serçe parmağımızdan dökülen damlacıkların da gösterdiği gibi yalnızca ve yalnızca yitip gitme, kaybetme ve “yazık oluyor ama!” çanlarının çaldığı bir olgu olduğunu bizatihi görür, yaşar; “bayrağı bayrak yapan üzerindeki kandır” sözündeki aldanış ve aldatışı, kanlı dünyanın dört bir yanındaki kanayan yaraların kimsesizlik ve değersizliğinden ve tabi ki savrulan kanlı mendillerden biliriz.

Keza “Pirus Zaferi” olarak bilinen zaferin yaşandığı uçsuz bucaksız kanlı meydana bakılıp da söylendiği rivayet edilen sözdeki bilgelik de boşuna değildir: “Tanrım, böyle bir zaferi dostun da düşmanın da başına getirme!”

Öte yandan, tarih boyunca kan dökmenin/kanın dökülmesinin “muzaffer” anlam ve öneminden bahsederek, kelimeleri, saç tellerini, kum tanelerini dahi kanlandırmak isteyenler; kedilerinin bile kanını döktürmeyenlerdir. Eğer; “ama onların kanı daha kızıl ve kutsal –Allah başımızdan eksik etmesin!- onların kanı bize akıl vermek için kan olmuştur” diyenler varsa aramızda bir durup dinleyelim; akan kanın sesi, nasıl da nehir ve çağlayanların sesinden ayrı, hazin ve trajik nasıl da yoksul, yoksun ve yalnızdır.

Kan, bin başlı bir hayalettir şimdi; herkesin peşinde olan. Yastıkların altında, kuytu kapıların, suskun kelimelerin ardında, gözkapaklarımıza yazılı ebedi gecede, uyku diye girdiğimiz kış bahçesinde, uyanıklık sandığımız fırtınalı rüyada, martı sandığımız hayalimizin uçup gidişinde. Hepimizin karanfil kokulu mendillerine kan lekesi sıçrattı bu hayalet. Masum diye yürüdüğümüz yollardan geçerken bile arkamızda kalan karlı izler artık kanla lekeli. Güller kan kokuyor, kasımpatları kar beyazı değil kan kızılı…

Çocukluğumuzun hülyalı hakikati olan tarçın bile kana karışmış ya da kandan hayalet; çocukluğumuz olan tarçına bile musallat olmuş. Biberiye, fesleğen ve yarpuza da kaçamayız; onlar zaten berrak sularla şen değil, kanla zehirli artık… Şimdi biz, zambaklardan oluşmuş bir trene de binemeyiz kanlı rüya, mendil ve ayakkabılarımız, artık “bizim” olamayan tarçın, biberiye ve fesleğenlerimizle… Zambaklardan oluşan özgürlük, eşitlik ve barış treni uzağımızdan ufka doğru yol aladursun; damarlarımızdaki ve gün ve gecelerimizdeki bu kalp çarpıntısını tarçından çocukluğumuzun masumiyetiyle durduracak olan, yine bizleriz ama. Farkındayız farkındayız uzun süren bir es’teyiz ama şarkılar esasta, es’lerden sonra çıldırırlar.

Milli gurur ve zevk silsilesini kanla oluşturanlar, “kanla abdest” alıp, egolarını döktükleri kanla şişirenlerin düşünür ve bilgeler, Mozart ve Vivaldiler değil, arabesk ve gazinoların karanlık tünellerinde yengeç gibi yampiri yampiri yürüyenlerdir. Keza aşağılık kompleksi ve megalomanya arasında çırpınanlar ve bu çırpınışı muktedir kükreyişle saklananlar da onlardır. Ama hakiki tarçın ve biberiyenin davalıları olan bizler, damardaki kanla, o hiç durmadan kıpırdaşıp akan kanla hemhal olup kanlı yollardan yürümeyeceğiz. Kasımpatının kar beyazındaki lekeleri de, karlardaki kızılca kıyamet kanları yok edecek olanlar da bizleriz. Asla aşağılık kompleksi ile megalomanya cenderesine sıkıştırılamayız, başkalarının canı olan kanlarla bayram ve zafer kınasına bulanamayız, yüz kelime bile etmeyen cahil kibriyle süslenmiş dağarcığınızın peşinden sürünen “parlak zihinler”den olamayız. Beyaza boyadıkça daha fazla kanlanan duvarlarınızda sırıtan resimlere sığamamamız bundandır.

Kürtçe bir şiirimde “gece, olmayan parmaklarıyla pencerelerimizi tıklatıyor” demişim. Şimdi “gece”, açmaması gereken bu kandan gelinciklerdir. Olmayan parmaklarıyla kalbimizin kristallerini tıklatıyor. Gelincikler paramparça, kristaller kan revan. Şimdi “gece”, kederden parmak uçlarıyla mumlar yakıyor kalbimizde. Karanfil ve tarçın yüklü kağıt gemileriz biz, yelkenleri “fora” eden kafestanımaz düşüncelerimiz, fırtınalı düşlerimizdir.

Kan, yalnızca damarda akmalı, kar yalnızca beyaz olmalı, tarçın yalnızca tarçın kokmalı, fesleğen yalnızca su içmeli, leylaklardan oluşan trenimiz artık gelmeli, Lenin Yoldaş’ın kurşun mühürlü treninden aldığımız özgürlük nakışlı mendillerimiz, pencerelerinde sallanmalı, varacağımız istasyon; Tolstoy’un yaşlı ve yalnız bir adam olarak öldüğü istasyon değil, Newroz mutluluğunun dans ettiği istasyon olmalı.

Yeraltının Altından Notlar’a elvada şimdi.