Ana SayfaGüncelNancy’den Türkiyeli okura mektup: Demokratik bir güç nasıl olur da ‘halkın seçtiği bir majeste’ icat edebilir

Nancy’den Türkiyeli okura mektup: Demokratik bir güç nasıl olur da ‘halkın seçtiği bir majeste’ icat edebilir

HABER MERKEZİ – Cogito, “Jean-Luc Nancy – Felsefede Eros” dosya konusu ile çıktı. Bu sayıda Fransız filozof Nancy’nin Türkiyeli okura hitaben kaleme aldığı bir mektubu da yer alıyor. Karınca, Nancy’nin bu mektubunu yayımlıyor.


Diyebiliriz ki elektrik, atom ve sibernetik egemenleri tahtlarından etmiştir. Osmanlı sultanının bedenin temsil ettiği (şu mikrokozmos adı verilen) şeyin artık bir karşılığı yoktur. “Türklerin Atası” gibi bir adı da bugün artık yeniden yaratamayız. Demokratik bir güç nasıl olur da daha önce hiç görülmemiş bir majeste (halkın seçtiği bir majeste) icat edebilir, bize de bunu kavramak düşüyor.


Cogito’nun “Jean-Luc Nancy – Felsefede Eros” başlıklı 85. sayısı Yapı Kredi Yayınları etiketi ile çıktı.

Derginin editörü Şeyda Öztürk, “Felsefede Eros” dosyasının çatısını Fransız düşünür Jean-Luc Nancy’nin sermayenin hareketinin insanların ve halkların hayatının tamamına nüfuz ettiği bu çağda, arzu ve cinsellikten yola çıkarak özdeşliği ve farkı, birliği ve bir arada oluşu, yeni varoluş imkanlarını düşündüğü yazılarının oluşturduğunu belirtiyor.

Dosya editörlüğünü Zeynep Direk’in üstlendiği sayıda, Nami Başer, Murat Erşen, Patrick Roney’in Nancy’nin üslubu ve düşüncesinin ana izlekleri üzerine tartışmalarını içeren makaleleri yer alıyor.

[“Nancy: Felsefe’de Eros” sayısının içindekilerine buradan bakabilirsiniz.]

Dosyada ayrıca Nancy’nin bu sayı için Türkiyeli okura hitaben kaleme aldığı mektubu da var. Biz de Zeynep Direk’in tercüme ettiği bu mektubu yayımlıyoruz.

Türkiyeli Okurlarıma Mektup

Bu aralar yaptığım çalışmanın çeşitli veçhelerine dikkat çeken bir derlemedir bu: Beden, madde, cinsiyet, içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılın jeofilozofik ve jeopolitik durumu. Bu ayrı, bu ilk bakışta dağınık gibi görünen izlekleri birbirine bağlayan şey ne? Marx’ın bir zamanlar “tinsiz bir dünya” adını verdiği şeyin bir sorgulanması olduğu söylenebilir. Marx bunu hem endüstriyel ve ticari hem de sosyo-politik majör gelişimi içerisinde bulunan burjuva kapitalist toplumu için söylenmişti. Tin yokluğu, -Marx’tan böyle bir laf etmesini pek beklemezsiniz- Batı toplumunun doğal kaynakları ve işçi emeğini birlikte sömürerek kâr elde etmeyi amaçlayan çıkarlar tarafından yutulmuş olduğu anlamına gelir. Bu yutulma devam etti ve dönüştü: Kapitalizm onunla rekabet etmeyi, onu yolundan çevirmeyi veya altüst etmeyi deneyen her şeyden daha güçlü çıktı. Tüm gezegeni kaplar hale geldi (Aslında on dokuzuncu yüzyılda da buna eğilimi oldukça fazlaydı) ve endüstriyi de aşan yeni teknik keşiflerin (özellikle de elektronik ve bilişsel teknikler) yapılmasını mümkün kıldı. Dünyayı öyle bir metamorfoza soktu ki bugün artık tek bir şeyden emin olabiliriz: Başlıca güçleri de burslar, fonlar, servetler, dünya çapında şirketler olan finansal ve teknolojik bir etkinliğin tahakkümü altında yaşıyoruz. Halkların yaşamını yönlendiren en belirleyici kararları verme yetkisi bunlarda bulunuyor.

Halklar da ya yeni imkanlar içinde rol almayı arzuladıkları için ya da düzen kaybetme, yoksulluğa itilme, kimliklerini ve varlık sebeplerini, saldırı altında, altüst edilmiş ve tanınmaz hale getirilmiş gibi gördükleri için tepki verirler. Doğaya, hesaba ve bilmeye şimdiye dek duyulmadık bir biçimde hakim bir güce sahipmiş gibi görünen bu dünyanın nereye gideceğini kimse bilmiyor. İşte “tin yokluğu”nun yeni versiyonu bu.

Öte yandan, canlı, konuşan, düşünen bedenler olduğumuzu hiçbir çağda bu kadar iyi keşfetmemiştik. Hissediyoruz, deneyimliyoruz, arzuluyoruz ve mikroorganizmalardan tüm evrenlerin galaksilerine kadar, harika bir biçimde iç içe geçmiş tüm varoluş ve enerji biçimleriyle temas halindeyiz. Bazıları bu dünyanın acılarından ari bir başka dünyanın temsillerine meylediyor, ama bu dünya hem öylesine ezici hem de öylesine büyüleyici ki, bu temsilleri de en azından derin bir biçimde yeniden düşünmek gerekir.

Nasıl ki dünyanın düzeni tamamıyla yeniden düşünülmeyi gerektiriyor, Batının tahakkümü de, artık Doğu ve Batı, Güney ve Kuzey gibi belirlenimleri –bunların saygınlığı ve ağırlığı tamamen ortadan kaybolmamış olsa dahi- bütünüyle aşan güçler ve istemler tarafından yerinden edilmiş bulunuyor. Bu dünya düzeni artık kesinlikle bozulmakta veya ayrışmakta ve başka türlü yeniden kurulmaktadır. Kapitalist makine de işlevlerini ve görünümlerini değiştirmeye zorlanmaktadır. O halde kendimizi varoluşlarımızın en somut halinde yakalamanın tam sırasıdır.

Üç büyük ortak varoluş biçimi bu mutasyondan çok özel bir biçimde etkilenir: din, siyaset ve sanat. Bir anlamda üçü beraberdir zira, hiçbir zaman basitçe birbiriyle karıştırılmamış olsalar da, uzun bir süre birbirlerine derin bir biçimde bağlı olmuşlardır. Din –ki dünyanın bir temeliyle ve ilkesiyle ilişkilidir- dünya teknik, bilimsel, ekonomik ve ekolojik özerkliğini ilan etmiş olduğu için artık eski yerinde değildir. Bu özerklik, dinsel bir aşkınlıkla çelişmez ama ondan da kaynaklanmaz. Din bağımsızlaştı, aklın ışığının yanı sıra “vicdanın nuru” denen şeyi barındırır oldu. Dinin temelinde, ortak ve bireysel varoluşların bütünselliğinin iradesi yoktur. Kamusal güç olarak kendisini dayatma eğilimi gösterdiği için kendisini kaybeder. Kamusal iktidar, siyaset ise, tekno-ekonomik sistemlerin elde ettikleri güç yüzünden istikrarını kaybetmiştir. Diyebiliriz ki elektrik, atom ve sibernetik egemenleri tahtlarından etmiştir. Osmanlı sultanının bedenin temsil ettiği (şu mikrokozmos adı verilen) şeyin artık bir karşılığı yoktur. “Türklerin Atası” gibi bir adı da bugün artık yeniden yaratamayız. Demokratik bir güç nasıl olur da daha önce hiç görülmemiş bir majeste (halkın seçtiği bir majeste) icat edebilir, bize de bunu kavramak düşüyor. Sanat artık Hagia Sophia’yı Ayasofya haline getiren sembolik formlar (mitolojik, arketipik formlar) barındırmıyor içinde. Sanat bugün hiçbir zaman olmadığı kadar –ve dünyanın her yerinde- tanım gereği gelecek olduğu için bilinmeyen biçimlerin icadına açıktır.

Dünyamız her zamankinden çok daha duyumsanır ve maddidir: Bizi şaşırtan güçlere, ağırlıklara ve hızlara maruz kalıyoruz. Bedenlerimiz bulunuşlarımızı biçimlendirir –sportif veya yaralı, obez veya anoreksik, sıkıştırılmış veya dağılmış, ajite veya sersemleşmiş. Cinsiyetlerimiz özgürlükle veya kısıtlamalarla yücelebileceği gibi paniğe de kapılabilir. Arzular şekilleri ve bir araya gelişleri çoğaltır. Tüm itkiler tanınmak ister, tüm karşılaşmalar gerçekleşmek ister. Gelenekler, ahlak ve toplumsal davranış kuralları, hiçbir terde tutarlı değildir –bazen onları şiddetle yeniden tesis etmek, bazen de onların sınırsız değişmelerini isteriz. Burada, bu dünyada tarihi anlamak için çaba sarfetmek zorundayız. Bu tarih bizi öyle bir noktaya getirdi ki, artık kendimizi çivisi çıkmış gibi görünen bir dünyada –yani beraberce bir varoluşta- ikamet edenler olarak bile anlamıyoruz.

Nasıl yıkıldı imparatorluklar ve nasıl demokrasiler bir gerçeklik değil de bir umut haline geldi? Dinler nasıl kendilerini elden çıkardılar? Nasıl teknikler hakimiyet kadar acı da getirdiler? Hukuk ne kadar biçimsel ve kırılgan oldu? Tekniğin ve aklın hakimiyetinin doğduğu yer olan Akdeniz’de kıyısı olan tüm ülkeler arasında Türkiye, coğrafi, tarihsel ve sembolik konumu bakımından çok özeldir. Konstantinopolis, Bizans ve İstanbul adlarının birbirinin ardı sıra gelmesi zariftir. Ankara ve İzmir gibi isimler eski uygarlıklara gönderme yapar. Türkiye bir pota, bir kavşak, dönüştürücü, bir gönderme merkezi, uygarlaşmanın çeşitli tarzlarının bir yazılımıdır.

Jean-Luc Nancy, Aralık 2016