Ana SayfaGüncelTiffany’de Kahvaltı

Tiffany’de Kahvaltı


ŞİLAN AVCI


İnsan en uzun, kendine layık bulduğuna mı bakar?

“Bir zamanlar ürkek ve çok güzel bir kız varmış. İsimsiz bir kediyle birlikte yaşarmış.” Yazar Paul Warjak, üst katına taşındığı Holly’den etkilenip, yeni kitabına böyle başlar. Bu cümle dışında kitabının devamı hakkında film boyunca bir fikir yürütemesek de Holly’i izleyip, yakından tanırız.

İnce yüzlü, hüzünlü bir kadındır Holly. Bütün coşkusu ve hayat enerjisine rağmen, hüznünü derinden hissettiren bir duygu düzenbazıdır bir nevi. Aldırmaz, kural tanımaz, eğlence ve lüks düşkünü tavrını takınıp, ince uzun ağızlıklı sigarasıyla ortalarda dolanır. Aslında Holly bu kadar mıdır?

İlk sahnede, taksiden parti kıyafetleri ve güneş gözlükleriyle güzel bir kadın iner. Şehrin güne yeni uyandığı, Holly’nin ise henüz geceyi bitirdiği saatlerdir. Evine gidip uyumadan önce, en sevdiği köşesine uğrar. Pahalı mücevherlerin, zenginliğin ve ışıltının dükkanıdır Tiffany. Ne mücevherleri, ne zenginliği, ne de içeriden yansıyan ışıltıyı satın alabilcektir Holly, ama vitrinin karşısında durup, arzu ettiğini uzun uzun izlemek de bir tutumdur nihayetinde. Holly, kendine layık bulduğuna bakar…

çok uzaktan bakıyorum, çok yaralı bir yerden;

kendimin de kendinden…

Orta yaşlı, çocuklu bir doktorla evlenip, kardeşi ile birlikte onun çiftlik evinde yaşayan Lula Mae, artık Tiffany’nin önünde kahvaltı edip evinde partiler veren ve sınıf atlayarak mutluluğu yakalamayı planlayan çılgın kız Holly’dir. Teksas’tan New York’a uzanan hikayesinde, bambaşka iki hayatın iki ayrı kadını olsa da kendinden kaçamaz kuşkusuz. İsmini değiştirmesi, hayat için bir şey ifade etmez. Kendi içinde savrulur en çok da.

Hapisteki bir gangsteri para karşılığı her hafta ziyaret eden Holly, ondan aldığı hava durumunu dışarıdakilere taşıdığını sanırken, yasa dışı bir işe bulaştığını bilmez.

Bir yanı çocuk saflığında olan bu kadın, aslında pek çok duygunun da temsilidir. En az saflığı ve hayalciliği kadar, maddi gerçeklere beslediği bağlılıkla, materyalist bir zamane “çılgını”dır aynı zamanda. Aslında hangisidir Holly? Tek kimlikle anlatılan hiçbir karaktere benzemez. Karmaşık bir kadındır Lula Mae Holly… Bütün isimsizliği ve uyumsuzluğuyla Tiffany’nin vitrinine tutunur.

çürük bir halatla bağlanmış gibi birbirine günler

üstelik çok hızlı bu salıncak…

Pek çok sabah ve farklı zamanlarda olduğu gibi, vitrinin önüne gelip sakince kahvaltısını eder. Belki biraz kruvasan ve birkaç yudum soğuk kahve… Şehrin ünlü mücevher dükkanı Tiffany, Holly için, hüznünü ve neşesini bir arada yaşadığı, yegane mekandır. İnsanın, kendisini tüm derinliğiyle hissettiği mekan duygusunu hatırlatır film. Varoluşunu, vitrinin arkasından izler belki de Holly. İçerideki ışıltının yüzüne yansımasını sever uzun uzun. Bir aynadır biraz da Tiffany’nin vitrini. Hayal ettiğinin ve kendini içinde olmaya değer bulduğunun izdüşümünü görmemizi ister.

“Bir erkeğin hakkımda ne düşündüğü, bana hediye ettiği küpelerden anlaşılır” diyebilecek kadar, kendi aforizmalarına dalmış, bildiği gibi insanlara yanaşan, bildiği gibi sevip uzaklaşan, uysal bir vahşidir Holly. Evine aldığı kediye benzer aslında. Ona bir isim takmamıştır. Bir nehirde karşılaşmış iki aitsizdirler ne de olsa. “Nesnelerle uyuşabileceğim bir yer bulana kadar, ona bir isim takmayacağım. Nerede olur bu yer bilmiyorum ama nasıl bir yer olacağını biliyorum. Tiffany gibi bir yer.” der Holly.

Kardeşine benzettiği Yazar Paul, hayranlık ve şaşkınlıkla karışık, Holly’i izler. İnce bedenine, küçük karmaşık evine, şehre ve hatta hiçbir yere sığmayacak gibidir Holly. Hep birilerinin desteğiyle hayata ve yazmaya tutunan Paul için, belki de ilk defa kendisinin yardım edebileceği biridir Holly. İnsan, kendinde açık bir yarayla durana mı aşık olur yoksa?

On dört yaşında yumurta çalıp, yabangülü tarlalarında koştuğunu söyleyen Holly, en mutsuz anlarında, kendini yine Lula Mae gibi hisseder. Birbirine karışır; çocukluğuna, kendine karışır Holly. Böyle zor ve karmaşık gibi duran, oysa zorlu geçmişiyle biçim bulan ve kalbi farklı akan bir kadının, tam da ihtiyacı olan şeydir belki de ikna edilmek.

Taksiden kızgınlıkla sokağa bıraktığı kedisi yağmurda kaybolan Holly, Paul de arabadan inince yapayalnız kalır. Tiffany’nin vitrini çok uzaktadır ama kendi kalbinin penceresi nihayet aralanır. Hayalleri uğruna reddettiği adamın, aslında mutluluğu olduğunu farketmesi uzun sürmez. Bir taksi içinde geçen birkaç dakikadan sonra, koşarak yağmurun altındaki sevgilisine sarılır.

Bütün mutlu sonlarda olduğu gibi, mutluluğun insanın kafasında kurduğundan uzak, kendi doğalında yakalanması gerçeği vardır. Mutluluk; hayal ettiğinin “aslında”sına kavuşmaktır.

Truman Capote’nin kısa romanından uyarlama olan film, 1961’de Blake Edwards tarafından sinemaya aktarılmıştır. Audrey Hepburn ve George Peppard’ın başrollerde olduğu film, iki Oscar almıştır.

Previous post
Hırvatların Kürtlüğü üzerine
Next post
Yeniden yargılanacak: Deniz Naki'ye verilen beraat kararı bozuldu