Ana SayfaGüncelYazdan Annem, buzdan Annem – MİZGİN RONAK

Yazdan Annem, buzdan Annem – MİZGİN RONAK

Yaz ve buz, Anne karnı ve çocukluk, hayatımızın boğazında zehir olmasın diye “Hayır, hayır, hayır” diyor şimdi İstanbul’a yağan yağmur. Damlalar, yitip gitmiş ayışığının ve Cizre’nin ağlayan buzlarının yasını tutarcasına hüzünlü şimdi. İnsana yağmuru da hayır’ı da öğreten Annedir ya; şimdi, yağmurla birlikte; “Teşekkürler Anne, hayır diyebilmeyi öğrettiğin için…” diye yağmak, Nisan’ı hayırlarla uçan uçurtmaların şükran şarkısına dönüştürmek lazım.


MİZGİN RONAK


Dünyanın en asil ve en gerçek yurdu Anne karnıdır. Çünkü o, varoluşun, varolmanın maddi ve manevi yurdudur. Bunun için her zaman ve her yerde öpülesi, sakınılası, saklanılasıdır. Vatan, yurt olmanın varoluşsal “görevlerini” yerine getirdikten sonra da bulunduğu her zaman ve mekanda sade, sessiz ve emektarca durur; bir avuç toprak, uzak bir yıldız, bir meşe ağacı ya da kaya parçası misali.

Ama o öpülesi, sakınılası, saklanılası yurdu yerlere çalıp paramparça ettiler. O bedenden toprağı, o topraktan bedeni, o mükemmel vatanı, önce dallı-çiçekli etekleri, Anne telaşları, emekçi umutları, Kurdi anılarıyla birlikte öldürdüler, sonra da sakınılıp saklanmasına izin vermedikleri yetmezmiş, hatta öldürdükleri de yetmezmiş gibi son su, son dua ve son gözyaşıyla yıkanıp gömülmesine de izin vermediler sokağa çıkma yasağı ve katletme özgürlüğüyle (“Özgürlük” ve “yasak” nasıl bir araya getirilebiliyor? “Yasak” olan kim ve neydi, “özgür” olan kim ve neyin özgürlüğüydü söz konusu olan?)

O Anne Vatanı, yapayalnız, kimsesiz, çırılçıplak ve topraksız bıraktılar. Öylece, bir masanın üstünde zaman ve sıcak deforme etmesin diye -üstelik- sevdikleri onu buz şişelerine sardılar. İnsan sevdiğini, maddi manevi yurdu olan Anne karnını buzlara sarar mıydı ki?

İşte orada tüm vatanlar gibi biricik, bir tanecik olan Anne karnı, bir zamanlar süt verip ninnilerle büyüttüğü kuzucukları tarafından buzlara sarıldı. Toprağa, ak ellere saramadıkları, Dicle zümrüdü gözyaşlarıyla yıkayamadıkları için anneciklerinin karnını, yani ruhsal ve bedensel köklerini buz kalıplarına verdiler.

Buzlarla Anne bedeni, ellerle buzdolabı, yasaklarla ölüm arasındaki mesafeler, saatler ve km.ler ölçülebilir mi?

İnsan “Anneciğim sonsuza kadar yuvam olan bedenini zaman ve mekan deforme etmesin, çürümesin diye buzlara sarıyorum” der mi acaba? Ya da buz toplayıp telaşla Anne bedenini saran kederli ellerle yürek ve bellek arasındaki tüm köprüler buraya uçmaz mı? O insanlar ne yaşadı, şimdi nerdeler, orası neresiydi? Peki ya “Anne” derken buza, “buz” derken Anneye dönüşmüyorlar mı?

Ah Anne, ah buzdan Anne! Ah buz Anne!

Öldüğünde, yani seni öldürüp cenazeni o çok sevdiğin toprağa vermemizi yasakladıklarında sana yaz olayım, sana buz olayım!

Ah benim yazdan ve buzdan Annem

Öldüğünde, sana, sadece buz olduğum, olabildiğim… kozmoz karnını, çiçekli eteklerini zulümden kurtaramadığım…

Sana yaz olayım Anne, mutlu ve etekleri çiçekli.

Başında kavak yelleri, kalbinde yaseminler, ellerinde çocukluğumuzun mis kokan ekmekleri.

Sana yaz olayım Anne, serin ve yasaksız, akşamı reyhan kokulu ve tanksız.

Ah Annem, yazdan Annem! Sana buz olayım, sana buz olayım, buz olayım.

Kırılayım kederli yaz akşamının kapısında.

Buz damlacığı olayım yazlık eteklerinin çiçeklerine, oradan karnına kaçayım.

Anneciğim, yok olayım vurulduğunda…

Gömülemeyeyim ben de Annem, yaz olayım, buz olayım yıkılmış evin olayım.

O Anne Cizre’deydi, yaz ve buz da. Cizre’ydi o Anne ve insanlıktı buza dönüşen, buzdan medet ummak durumunda kalan.

Yaz ve buz, Anne karnı ve çocukluk, hayatımızın boğazında zehir olmasın diye “Hayır, hayır, hayır” diyor şimdi İstanbul’a yağan yağmur. Damlalar, yitip gitmiş ayışığının ve Cizre’nin ağlayan buzlarının yasını tutarcasına hüzünlü şimdi. İnsana yağmuru da hayır’ı da öğreten Annedir ya; şimdi, yağmurla birlikte; “Teşekkürler Anne, hayır diyebilmeyi öğrettiğin için…” diye yağmak, Nisan’ı hayırlarla uçan uçurtmaların şükran şarkısına dönüştürmek lazım.

“Tereyağı yerine tank” diye buyurmuştu Führer. Sonrası malum, koca ülkeyi, toplumuyla birlikte militarize ederek devasa bir tanka dönüştürdü. Lakin tankı da tankları da boyun eğmez çocuklara ömür oldu. Oysa tereyağı ve “Hayır, tank değil tereyağı! Tercih ve irade benim; ve ben tankına ‘Hayır’ diyorum!” diyenler zaman ve mekan değişse de varlar, hep yaşayacaklar.

Führer şansına mı küssün, faşizmine mi, bilemem ama malum olan şu: tereyağı, tankı yenmiştir, ülkemiz ve tüm dünya çocuklarının doyasıya katık ettiğini dilediğim tereyağı: tank gibi suçlu değil, çocuklar gibi masum. Demek ki Führer, görüntüye aldanmamalı, gücün kükreyen demir yığınlarında değil, sessiz ve yumuşak tereyağında bulunduğunu anlamalıymış!

Yağmur bitti ya da başka diyarlara hayırları uyandırmaya gitti. Çünkü her kalbin bir HAYIR’ı vardır, nerde ve nerden olursak olalım. Hatta doğumdan sonraki o avaz avaz ve tüm dillerde aynı olan çığlık da HAYIR’dır bence, doğar doğmaz itiraz ediyor, ansızın koparıldığımız cennetten. Anne karnından ayrılmaya Hayır diyoruz. Sonrası geliyor: savaşa, talana, onursuzluğa, kandırılmaya, kadın kıyımına, kayyumlara hayır!

Çok sevdikleri ayışığının (bence seviyorlardır birbirlerini, yağmur ve ayışığı; ama zıtların birliği olarak değil, zıtların kavuşmak nedir bilmeyen imkansız aşkı olarak) yokluğun pahasına düşen damlalar, şimdi Cizre’ye, orada bizi hep bekleyen o yazdan ve buzdan Anne karnına da yağıyor mu dersiniz?

İstanbul ile Cizre’yi, Nusaybin ile Rize’yi ayıran neydi? Adımız, hikaye ve künyemiz ne olursa olsun, bizi buluşturabilir bu bahar, bu hayır dolu yağmurlar. Bence uyanıkken farkında olmasak bile; biz uyurken hepimizin kirpiklerine hayır sürmesi çekiyor dost bir cin (gözlerimize mil çekilmesin diye!). Bu anlamda ‘şifa’ da başarmak da çoktan kapılmıştır.

Nice yağmurlara, hayır’lı kirpiklere!