Ana SayfaÇeviriBir Zapatista bildirisi: Kıyamet

Bir Zapatista bildirisi: Kıyamet

HABER MERKEZİ – Zapatistaların 29 Aralık 2016 tarihli bildirisi akademiden, sanatlardan, yaratıcılıktan ve yaratıcılık önündeki “Holywood-vari” engellerden söz ediyor. Bu bildiriyi Gazete Karınca için Mümtaz Murat Kök çevirdi.


Ölüme hayır, yaşama evet.

Ama kendinizi kandırmayın.

Her gün, her saat ve her yerde mücadele etmek zorundasınız.

Bu mücadelede er ya da geç anlayacaksınız ki eğer kazanma şansınız olacaksa bu birlik olursanız olacak.

Ve o zaman bile göreceksiniz ki sanata, bize ve bizler gibi ötekilere ihtiyacınız var.

Örgütlenin.


İçinde bulunduğumuz karanlık fazlasıyla mutlakmış gibi hissettiriyor. Bu, öyle bir his ki yalnızca bize reva görülmüş ve tek başına bu karanlığın ağırlığını nasıl taşıyacağımız düşünülmemiş gibi bir his. Güvenli metropollerimizde, güvenli kampüslerimizde yaşamaya devam ederken etrafımızı yavaş yavaş saran ve en sonunda üzerimize kapanan bir karanlık. Onlarca yıl boyunca bu toprakların halklarının önemli bir bölümüne reva görülen ve birçoğumuzun görmemeyi seçtiği bir karanlık. Bu karanlık artık kampüslerimizde, evimizde, sokağımızda, her yerde. Peki, ama gerçekten yalnız mıyız? Ne yapmalı? Kalmalı mı yoksa gidebilenler gitmeli mi? Kimse kimsenin sesini duymuyor mu yoksa duyanların da tek duyduğu kendi seslerinin yansıması mı? Bütün bu sorular içinde boğuşup duruyorken Meksika’nın Güneydoğusundaki dağlardan Zapatistaların sesini duyduk. 23 yıldır karanlığı dağıtan ve kendi dünyalarını yaratan insanların sesi bu ses.

Evrensel bir değer olan bilim özgürlüğü hiçe sayılarak akademisyenlerin listelerle kendilerini evlerinden daha çok evde hissettikleri kampüslerden atıldığı, caniler serbest gezerken piyanistlerin tutuklandığı, insana, insanlığa ait güzel olan her şeyin zararlı olarak görüldüğü, kadın olmanın şiddeti ve ayrımcılığı meşrulaştırıcı bir ön etkisi varmış gibi kabul edildiği, hakikatin boğulmak istendiği böylesi bir karanlıkta Zapatistaların salt dili itibariyle dahi umut verici olan bu sesini duymak iyi gelecektir.

“Rahmetli” Marcos’un üslubunu andırır şekilde bize seslenen Subcomandante Galeano’nun kıyameti, umutsuzluğu, akademiyi, bilimi, sanatı ve umudu anlattığı bu sese kulak vermek ve karanlığa karşı bir kibrit yakmak gayesiyle…

[Çevirmenin Notu]


Çeviri: MÜMTAZ MURAT KÖK


Kıyamet

29 Aralık 2016

Bilim kurgu.

Hatırlayın: bilim kurgu. Göreceksiniz ki [bilim kurgu] gelecek kâbuslarınızda sıkıntı içine düşmemenize, en azından gereksizce sıkıntı içine düşmemenize yardımcı olacak.

Belki herhangi bir bilim kurgu filmini hatırlıyorsunuzdur. Belki de bilim kurgu bazılarınızı bilimsel bilim yapma yoluna sevk etmiştir.

Bende bu etkiyi yaratmadı. Belki de en sevdiğim bilim kurgu filminin, “el Piporro” olarak bilinen unutulmaz Eulalio Gonzalez’li ve Oscar ödüllerinden, Altın Küre’den ve hatta “Kilden Pozol Kupasından”[1] dahi haksız şekilde dışlanan müziği ile “Canavarlar Gemisi(1960)” [2]olmasının bunda bir etkisi vardır. Belki film hakkındaki konuşmaları duymuşsunuzdur: kimsenin hatta dergiyi düzenleyenlerin bile okumadığı bir dergiye göre “tam bir kült” filmdir. Filmi hatırlarsanız ve/veya izlerseniz, benim neden bilimsel araştırmayı boğan bürokratik bir ağ içinde değil de Güneydoğu Meksika’nın dağlarında kaybolduğumu şüphesiz anlarsınız.

Bununla birlikte [bu filmi hatırlar ve/veya izlerseniz] bilim kurgu için referans noktamın Kubrick’in 2001:A Space Odyssey ya da Ridley Scott’ın Alien (Teğmen Ripley’nin Charlton Heston’ın Maymunlar Cehennemi’ndeki maço hayatta kalan tiplemesinden ayrıldığı) veya yine Ridley’nin “Androidler elektrik bir koyunun hayalini mi kuruyor?” sorusunun odak noktası olduğu Blade Runner değil de bu film olduğu gerçeğini de takdir edeceksinizdir.

Yani Piporro’ya ve “Arzu Yıldızı’na”[3] ve müzik kutusuna âşık olan Robot Tor’a bu mücadelede onların tarafında olmadığım için teşekkür etmelisiniz.

Her neyse, sinemasever seviciler bir yana, türün ortalama bir filmini ele alalım: bir kıyamet olmaktadır ya da olmuştur; bütün insanlık tehlikededir; ilk olarak gözü pek ve yiğit bir erkek kahraman; sonra zararsız feminizmin elinde bir kadın, o da gözü pek ve cesur; süper gizli bir tesiste (istisnasız olarak tabii ki ABD’de) toplanmış bir grup bilim insanı; yüksek rütbeli bir askeri yetkili onlara insanlığı kurtarmak için bir plan yapmak zorunda olduklarını açıklamakta; plan yapılır ama nihayetinde işe bakın ki tek bir kişiye, bir kahramana –kadın veya erkek- ihtiyaç duyulmaktadır; ve hikaye bu ya kahramanımız ortaya çıkar, kolektif bütün işi gereksiz kılacak şekilde, nereden geldiği belli olmayan bir penseyle siyah ya da beyaz, mavi ya da yeşil veya kırmızı bir kabloyu rastgele keser ve; TA-DA! İnsanlık kurtulur! ; bilim adamları çılgınlar gibi alkışlar, kahramanımız gerçek aşkı bulmuştur; ve halkımızı sinema salonunu boşaltırken birkaç beleşçi acaba birisi o muhteşem sodyum benzoat tadından yenmeyen bitirilmemiş patlamış mısır kaldı mı diye boş sıraları gezmeye başlar.

Felaketin bir sürü sebebi vardır; bir politikacının benzin fiyatları hakkında söyledikleri tutarlı ölçüde bir meteor yönünü değiştirmiştir; bir köpek balığı fırtınası vardır; bir gezegen yörüngesinden çıkmıştır; güneş yörüngesinden magmatik bir dalgayı gezegene doğru yollamıştır; uzay mekiğinden ya da uzaydan gelen bir hastalık ortaya çıkmıştır; ya da kokusuz bir gaza dönüşmüş ve temas ettiği herkesi profesyonel bir siyasetçiye ya da daha az kötü bir şeye çeviren biyolojik bir silah kontrolden çıkmıştır.

Ya da felaket çoktan olup bitmiştir ve bir grup hayatta kalan dışsal barbarlıklarını kişisel ve kolektif davranışlarına içsel olarak yansıtarak dolaşmakta ve bu sırada insanlık ölüm kalım mücadelesi vermektedir.

Hikâyenin sonu değişebilir ama bir grup bilim insanı sabittir; ya felakete onlar sebep olmuştur ya da tam zamanında bir kahraman ortaya çıkmazsa kurtuluş umudu onlardır.

Filmin sonu açık uçlu olabilir ya da doğrudan iç karartıcı olabilir (José Alfredo Jiménez zaten bizi “hayatın bir değeri” olmadığı konusunda uyarmıştı).

Hadi, kıyamet veya felaket temalı bir romanı, filmi ya da diziyi örnek alalım. Popüler bir konu olsun mesela: zombiler.

Elle tutulur bir örnek; Walking Dead. Diziye aşina olmayanlar için hikâye aslında basit: bilinmeyen bir nedenden ötürü ölen insanlar birer zombiye dönüşmektedirler: başkahraman etrafta dolaşır, bir gruba denk gelir, daimi bir kriz içerisinde hiyerarşik bir düzen kurulur ve hayatta kalmaya çalışırlar. Dizinin başarısı normal zamanlarda ortalama olan ya da dışlanmış kimselerin ne gerekirse yapmaya hazır birer kahramanlara dönüşmelerini göstermesine bağlı olabilir. Mesela bazıları şöyle;

Michonne, kocası ve kardeşleri tarafından hor görülmüş ve göz ardı edilmiş bir ev kadını iken katanası olan korkusuz bir savaşçıya dönüşür (karakteri aktris ve drama yazarı Danai Jekesal Gurira oynamaktadır ve kıskanmayın ama gerçek ismini söyleyeceğim tek karakterdir. Çünkü SupMarcos’un geride bıraktıkları içerisinde Michonne karakterinin fotoğrafını buldum ve bu fotoğraf bizzat Michonne tarafından bizim rahmetliye atfedilmiş! Vay be!!)

Daryl, toplumdan dışlanmış bir kişi iken bir “iz sürücü” ve korkusuz bir okçu olmuştur. Şimdiye kadar isyanın, direnişin ve boyun eğmemenin sembolü olmuştur.

Glenn, pizzacı iken yıldız bir kâşife dönüşmüştür. Rickman çizgi romana dönene kadar serinin “dokuz canlısı” ve eli iş tutanıdır.

Maggie, zombi felaketinin çiftlikte monoton bir hayattan kurtardığı ve –hamile olmasına rağmen- lider olmuş genç bir kadındır.

Carol, istismar edilmiş bir eş, Rambo’nun dişi ve zeki versiyonudur.

Carl, Negan’ın iyi analiz ettiği gibi göz bandının arkasında seri katil saklayan bir ergendir.

Eugene, bilimi sembolize eden bir “inek” ve nihayetinde patolojik bir yalancı olmaktan grubun yararlı bir üyesine dönüşmüştür.

Peder Gabriel, kendine hizmet eden, fırsatçı bir dini lider, nihayetinde kendini dönüştürür ve gerekli bir hale gelir.

Tara ve Aaron, hikâyenin siyaseten doğru olmasını sağlayan lezbiyen ve gay karakterler

Rosita, rüyalarımı süsleyen, tutku, yetenek ve cesareti birleştiren Latin

Morgan, “shaolin keşişi” modunda bir hayatta kalan

Sasha, klasik romantik rolünden gerçekçi bir hayatta kalana dönüşen bir kadın

Ve hiyerarşinin üst kısmında, düzenin kaşarlanmış sembolü, Rick; her polis memurunun içindeki faşist eğilimleri zar zor saklayan bir eski şerif yardımcısı.

Hangi sezondasınız bilmiyorum. Ben beşinci sezondan sonra izlemeyi bıraktım çünkü bana dizinin “alternatif” versiyonlarını yollayan arkadaşı polisler sonunda yakaladılar ve kim bilir şimdi nerededir (bu aslında çok yazık çünkü bana onuncu sezona kadar yollayacağına söz vermişti gerçi Kirkman bile on sezon olup olmayacağını bilmiyor ama) Fakat izlediğim kadarıyla başarısının nedenini anladım.

Zaten hikâyeyi takip etmek de çok zor değil; ilgili Twitter etiketlerinin sağladığı spoilerlara bakmak bile yetiyor.

Birkaç ay önce bir yoldaşıma Rick veya gruptan bir kişinin olacakların olacağını önceden bilselerdi ne olurdu diye sordum. Polis memurunu seçerek sordum çünkü hayatta kalacağı garanti olan tek karakter o yani en azından aynı adı taşıyan çizgi romanda öyle.

Rick kendini hazırlar mıydı? İçine yiyecek, ilaç, yakıt, silah ve mühimmat ve George Romero’nun bütün eserlerini depolayacağı bir barınak mı inşa ederdi?

Ya da belki de felaketi durdurmaya mı çalışırdı?

Sonuna kadar bir Zapatista olan yoldaşım bana aynı soruyla cevap verdi; peki sen Rick Grimes’ın ne yapacağını düşünüyorsun?

Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: hiçbir şey. Ne olacağını bilseler bile ne Rick ne de diğer karakterler hiçbir şey yapmazdı.

Ve aslında bunun çok basit bir nedeni var: tüm kanıtlara rağmen, son ana kadar kötü bir şey olmayacağını, çok büyük bir mesele olmadığını, bir yerlerde birilerinin çözümü olduğunu, düzenin yeniden kurulacağını, takip edecek ve etrafta patronluk taslayacak birileri olacağını ve en kötü tahlilde trajedinin, coğrafi ya da kendi sosyal pozisyonlarından uzakta olan bir yerde, başkalarının başına geleceğini düşünmeye devam ederlerdi.

Trajedinin bir gece öncesine kadar kendilerinin değil ötekilerin, altta ve solda hayatta kalmaya çalışanların kaderi olduğunu düşünmeye devam ederlerdi.

Zombiler bir kenara, kıyamet hikâyelerinin büyük çoğunluğunda, etraf zombi sürüleri ile çevrili iken ya da meteor iyice yaklaşmışken birisinin –genellikle başkahramanın- çıkıp da bütün kendine güveni ve sakinliğiyle “her şey yoluna girecek” dediği bir veya birden fazla an vardır.

Ve görülüyor ki bu toplantıda eğlenceyi bozan kişi olmak rolü bana düşmüş durumda. O zaman size ne gördüğümüzü söylemeliyim: Hayır, bu bir bilim kurgu filmi değil, bu hayatın, gerçekliğin ta kendisi ve hayır her şey yoluna girmeyecek ve ancak önceden kendimizi hazırlarsak yalnızca bazı şeyler yoluna girecek.

Bizim çözümlememize göre (ve şimdiye kadar hiçbir şey ya da hiç kimsenin bunu çürütebildiğini görmedik aksine doğruluyorlar) hâlihazırda yapısal bir krizin tam ortasındayız; amiyane tabirle canice şiddetin saltanatı, doğal afetler, işsizlik, temel hizmetlerin eksikliği, enerji altyapısının çöküşü, göç, açlık, hastalık, yıkım, ölüm, çaresizlik, ıstırap, korku ve acizlik.

Özetle; insanlıktan çıkarılma.

Suç devam etmekte.  Kısa insanlık tarihinin en büyük, en acımasız ve en zalim suçu.

Ve suçlu her şeyi yapmayı mubah gören sistem: kapitalizm.

Kıyamet bağlamında: kavga insanlık ve sistem arasında, kavga ölüm ve yaşam arasında.

İkinci seçenek, ölüm— Tavsiye etmem.

Aslına bakarsanız, ölmeyin. Yani çıkarınıza değil. Birkaç kere öldüğüm için ölüm hakkında bir şey biliyorum, bana inanın.

[Ölüm] çok sıkıcı. Cennet ve cehenneme girişler can sıkıcı bir bürokrasinden muzdarip (gerçi üniversiteler ve araştırma merkezlerindeki bürokrasi kadar kötü değil), sıra ise tatil sezonunda havaalanı ve otobüs kuyruklarından da beter.

Cehennem de aynı; sanat ve bilimsel toplantılar ve eşit derecede kötü toplantılar organize etmek zorunda kalıyorsunuz. Sizi banyo yapıp, saçınızı taramaya zorluyorlar. Sizi sürekli kabak çorbası yemeye zorluyorlar hem. Ayrıca Pena Nieto ve Donald Trump arasında bitmek bilmeyen bir basın konferansı dinlemeye zorlanıyorsunuz.

Cennet de aslında aynı sadece orada meleklerin monoton koro müziğini dinlemek zorundasınız ayrıca Tanrı ile konuşmak ve müziği şikâyet etmek istersiniz diye bir de tur düzenliyorlar.

Yani özetle; ölüme hayır, yaşama evet.

Ama kendinizi kandırmayın.

Her gün, her saat ve her yerde mücadele etmek zorundasınız.

Bu mücadelede er ya da geç anlayacaksınız ki eğer kazanma şansınız olacaksa bu birlik olursanız olacak.

Ve o zaman bile göreceksiniz ki sanata, bize ve bizler gibi ötekilere ihtiyacınız var.

Örgütlenin.

Bizler Zapatistalar olarak sizden bilimsel pratiğinizi terk etmenizi istemiyoruz. Sizden istediğimiz buna devam etmeniz ve bunu derinleştirmeniz.

Bu ve öteki dünyaları keşfetmeye devam edin, durmayın, umutsuzluğa kapılmayın, pes etmeyin, benliğinizi satmayın, uzlaşmayın.

Aynı zamanda sizden sanata da el uzatmanızı istiyoruz. Her ne kadar aksi doğru gibi gözükse de bu sizin bilimsel görevinizi ortak sahip olduğumuza “demirleyecektir”: insanlığa.

Bütün biçimleriyle dansın tadını çıkartın. Başlangıçta hareketlerinizi fizik kanunlarına göre çerçevelendirmekten kendinizi alamayacaksınız ama sonunda hissedeceksiniz, BOOM!

Geometrinin, renk kuramının, nörolojinin ötesine geçin, resmin ve heykelin keyfini çıkartın.

Şiire, romana bilimsel temel bulma yönelimine karşı koyun ve izin verin dünyalar sizlere içinde yalnızca sanat olan galaksiler keşfetsin.

Bilimsel temel eksik olduğunda filmdeki ve tiyatrodaki hikâyeye teslim ol ve insani olan düzensizliğe, istikrarsızlığa ve mükemmel olmayana dikkatle bak.

Tüm sanatlarla birlikte.

Şimdi tükenme tehlikesi altında olanın günlük yaşamınız değil de bizzat sanatın kendisi olduğunu tahayyül edin.

İstatistikleri değil insanları tahayyül edin: kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar, yüzü, tarihi ve kültürü olanlar, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olanlar.

Kendinizi bu aynalarda görün.

Anlayın ki mücadele onların yerine ya da onlar için değil, mücadele onlarla birlikte.

Kendinizi biz Zapatistaların sizi gördüğü gibi görün.

Bilim sınırınız, ağırlığınız, gereksiz yükünüz, yürütmeniz gereken bir aktivite veya akademinin ve enstitülerin dolaplarında saklanan bir şey değildir.

Bizim anladığımızı siz de anlayın; bilim insanları olarak sizin mücadeleniz insanlık mücadelesidir yani yaşam mücadelesidir.

================================

Kedi-Köpek

Geçen gün Subcomandante Insurgente Moisés bizlere toplulukların nasıl bizlerin öğretmenleri ve yol gösterici olduklarını ve olmaya devam ettiklerini, Zapatismo’da bilime olan ilginin yeni olduğunu ve bu ilginin Dünya’nın nasıl çalıştığını ve daha iyi bilmek isteyen Zapatista gençleri, yeni nesil tarafından fitillendiğini açıklıyordu. Bizleri karşınıza getiren de örgütlenmiş toplulukların içinden çıkan bu yeni ilgidir.

Doğru, fakat yaşam için mücadele Zapatismo için yeni bir şey değildir.

Kararlılığımızda ve planlarımızda ölümle burun buruna olsak dahi en başından beri yaşama ilgi duymaktaydık.

Yaşça daha büyük olanlar, ya da yaşça büyük olmamasına rağmen ilgisi olanlar başkaldırıyı hatırlayacaktır: 7 belediye merkezinin ele geçirilmesi, bombardımanlar, askeri kuvvetlerle çarpışmalar, bizi yenemeyeceklerini gördüklerinde hükümet güçlerinin çaresizliği, onları durmaya zorlayan sivil başkaldırı ve bu 23 yıl boyunca akabinde olan olaylar.

Şimdi anlatacağım şeyi ise bilmiyor olabilirsiniz:

Subcomandate Insurgente Moisés sizin için hâlihazırda özetlediği gibi -biz kendimizi ölmek ve öldürmek için hazırlamıştık. Yani önümüzde iki seçenek vardı: ya bir bütün olarak memlekette bir kıvılcım çakılacak veya biz tamamen yok olacaktık. Her ikisi de olmayınca bizim nasıl aklımızın başımızdan gittiğini tahayyül edin. Ama bu anlatmak için başka bir yer olacak başka bir hikâye.

Her ikisi de farklı seçeneklerdi fakat her ikisinin de ortak paydası ölüm ve yıkımdı. Her ne kadar inanmayacak olabilseniz de ilk yaptığımız şey kendimizi yaşamaya hazırlamak olmuştu.

Ve yalnızca çatışmada olanlardan, çatışma ve bombardıman sırasında barınak ve korunak bulmak için farklı materyallerin kullanıma hakkında direnme bilgisine sahip olanlardan ya da onlarca Zapatista’nın hayatını kurtarmaya imkân veren isyankâr sağlık görevlilerinden bahsetmiyorum.

Subcomandante Insurgente Moisés’in geçen gece bize açıkladığı gibi, biz Zapatistalar olarak yolumuzu, hızımızı, yönümüzü ve hedefimizi borçlu olduklarımızdan, Zapatista destek tabanlarından bahsediyorum. Aynı şekilde sanata ve bilime olan ilgiyi, bizleri taşradaki ve şehirdeki işçilerin saflarına dâhil etmek çabalarını ve “Altıncı Enternasyonel” dediğimiz dünya direniş, mücadele ve isyan karargâhlarını da onlara borçluyuz.

Şimdilerde uzak olan 1 Ocak’tan birkaç yıl önceden başlamak üzere Zapatista topluluklarında “rezerve taburlar” denilen güçler oluşturulmuştu.

Binlerce kişiyi çatışmaya götüren devasa bir operasyondan onlara verilen görev ise en önemli görevi teşkil etmekteydi: hayatta kalmak.

Aylarca eğitim aldılar. Binlerce erkek ve kız çocuğuna, kadınlara, erkeklere ve yaşlılara kendilerini bombalardan ve kurşunlardan korumaları; ordu kasabalara saldırırsa ya da kasabaları bombalarsa düzenli bir şekilde toplanıp geri çekilmeleri; dağlarda uzun süre hayatta kalmalarını sağlayacak yiyecek, su ve ilaç kaynaklarını nasıl yerleştirmeleri ve nasıl bulabilecekleri öğretildi.

“Sakın ölmeyin” uymaları gereken tek emirdi.

Bizler gibi çatışmaya gidenlere verilen emir ise; “Pes etme, benliğini satma ve boyun eğme” idi.

Dağlara geri döndüğümüzde ve topluluklarımızla buluştuğumuzda ise iki emri birleşip tek bir emir halini aldı: “ Özgürlüğümüzü inşa etmek için mücadele etmek.”

Ve bunu da herkesle birlikte yapmaya karar verdik.

Ve bu dünyada bunu yapamazsak, başka bir dünya inşa etmek konusunda fikir birliğine vardık. Henüz tahayyül edilmemiş ama sanat ve bilimde bulunabilecek dünyaları, hâlihazırda var olan dünyaları, diğer bütün olası dünyaları içine alacak, daha büyük ve daha iyi bir dünya.

Çok teşekkür ederiz.

CIDECI-Unitierra’dan.

SupGaleano

Meksika, Aralık 2016.

Kedi-Köpek Defterinden:

“Eksik olan ne?”

Kulübemdeydim ve Maradona ve Messi’nin oyunlarını gösteren videoları inceleyip, çözümlüyordum. Malum olmuş gibi top çizgiyi geçti ve içeri hiç haber vermeden ya da izin istemeden içeri “Defensa Zapatista” girdi, arkasından da kötü ünüyle meşhur[4] Kedi-Köpek geldi.

“Defensa Zapatista” topu aldı ve omzumun üstünden ne yaptığıma bakmak için yaklaştı. Kedi-Köpek’in bilgisayarın faresini yemesine engel olmakla o kadar meşguldüm ki kızın (“Defensa Zapatista”) videoları büyük bir ilgiyle izlediğine dikkat etmemiştim.

“Hey Sup, sence Maradona ve Messi’nin bütün olayı bu mu?” dedi.

Cevap vermedim. Çünkü tecrübelerimden bildiğim gibi Defensa Zapatista’nın soruları ya retorik sorular oluyor ya da kendisi benim vereceğim cevapla ilgilenmiyor oluyor.

Konuşmaya devam etti:

“Ama asıl meseleyi görmüyorsun. Her ne kadar bilim ve sanata sahip olsalar da ikisi de ciddi bir yoksunlukta” dedi.

Aynen böyle dedi: “yoksunluk”. O zaman araya girdim ve sordum: “Bu kelimeyi nereden aldın veya nereden öğrendin bakalım?”

İçerlemiş bir şekilde cevap verdi: “Şu kötü Pedrito bana böyle söyledi. Dedi ki ben futbol oynayamıyormuşum çünkü kızlar futbol için gerekli teknikten yoksunlarmış.”

“Sinirlendim ve kafasına şaplağı geçirdim, çünkü o kelime ne demek bilmiyordum ve kötü bir kelime de olabilirdi. Tabii ki kötü Pedrito hemen eğitim destekçisine[5] beni şikâyet etmeye koştu ve hemen beni çağırdılar. Hocaya ulusal ve uluslararası meseleleri açıkladım yani bir başka deyişle Hydra’nın ne kadar kötü olduğu filan. Tabii destekçimiz kadınlar olarak dayanışmamız gerektiğini anladığından bana ceza vermedi ama benden “yoksunluk” ne demek öğrenmemi istedi. Bence bu cezadan daha iyi ya bana ceza verip de beni kabak çorbası içmeye yollasalardı?”

Bir yandan Kedi-Köpek’in ağzından fareyi almaya çalışırken başımı da anlar bir şekilde salladım.

“Her neyse, hemen gidip JBG ofisinde internetten “yoksunluk” ne demek baktım ve öğrendim ki duyar duymaz herkesin sanki karınca yuvasına basmış gibi hoplayıp zıpladığı ve dans etmeye başladığı, mücadelenin içindeki şarkıcılar tarafından söylenen bir şarkıymış. Hemen destekçime koştum ve “yoksunluğun” ‘Sabah uyanıyorum ama hiç okula gidesim yok’ diye devam eden bir şarkı olduğunu söyledim. Sadece güldü ve ‘o da olur tabii’ dedi. Ben de açıklamaya devam ettim ve her bir şarkının dinleyenin zevkine ve sorunlarına bağlı olduğunu söyledim. Ben aslında orada siyasi bir çözümleme yapmıştım ama o sadece güldü, yani anladığını sanmıyorum. Sonra da beni şarkıya değil de kelimenin ne anlama geldiğini öğrenmem için geri yolladı. Geri geldim ve o sırada komite görevli olan adamın işini bitirmesini bekledim. Bir süre sonra girebildim ve öğrendim ki “yoksunluk” bir şeylerin eksik olması anlamına geliyormuş. Hemen eğitim destekçime geri döndüm ve kelimenin ne anlama geldiğini söyledim. O da kötü bir kelime olmadığını söyledi ve öğrendiğim için beni tebrik etti. Pedrito’nun kapıyı dinlediğini biliyordum ve çıkar çıkmaz teknikten yoksun olduğumu söylediği için kafasına bir şaplak daha attım. Öyle olunca da eğitim destekçimiz yaptıklarımı annelerime söyleyeceğini söyleyince ben de buraya saklanmaya geldim çünkü biliyorum ki kimse buraya, senin yanına gelmez.”

Son lafı kahramanca karşıladım ve en sonunda da fareyi Kedi-Köpek’in ağzından almıştım.

“Defensa Zapatista” uzun soluklu konuşmasına devam etti:

“Ama merak etme Sup, gelmeden önce çıplak kadın resimlerine bakıp bakmadığını kontrol edip de girdim içeri ki Sup bunu yaptığına inanamıyorum. Neyse ama merak etme seni “Bizler Kadınlarız” kolektifine şikâyet etmeyeceğim. Ama yaptığın iyi bir şey değil ki bence annelerden yoksun olduğun için bunlar hep. Aynı şey gibi, SupMoy’un sinirlendiğinde ‘sizin ananız yok mu!’ diye bağırdığı gibi yani.”

Burada araya girmek zorundayım ve meselenin “Defensa Zapatista” nın anlattığı gibi olmadığını söylemeliyim. Ben sadece anatomi üzerinden uzaktan eğitim alıyordum.

Her neyse, kız bütün sırlarımı açığa çıkartmaya devam etmeden hemen neden Maradona ve Messi’nin bir şeyden yoksun olduklarını sordum.

Cevap verdiğinde kapıdan çıkmak üzereydi:

“Çünkü onlar en önemli şeyden yoksunlar: kadın olmak.”

Yıldızlararası Seyahat:

Rahmetli Marcos’un arkasında bıraktığı kâğıtlar ve çizimler arasında bulduğum şey size aşağıda okuyacağımdır. Bilim kurgu gibi bir şeyin karalamaları galiba ya da öyle bir şey işte. Adı da:

Bakmak Nereye Bakar?

Dünya gezegeni. Uzak gelecekte bir gün, hadi 2024 olsun. Yeni turist destinasyonları arasında sırf bu iş için “ad hoc” bir şekilde uyarlanmış bir uydu ile uzaya gitmek ve dünyanın etrafında dolaşmak da vardır. Uzay gemisi bütün seyahat boyunca dünyaya bakan kocaman penceresi ile aya giden uyduların basit bir kopyasıdır. Diğer tarafta, arka taraf diyelim, bir ev penceresi büyüklüğünde ve galaksinin geri kalanına bakan bir tepe penceresi gibi bir şey var. Tüm renk ve milliyetlerden turistler geldikleri gezegene bakan pencerenin önünde toplanmışlardır. “Portakal kadar mavi” diyerekten arkadaşlarına ve dostlarına dünya ile selfie çekilerek arkadaşlarına ve ailelerine yollamakta ve canlı yayın yapmaktadırlar. En az dört kişi ise öteki pencerenin önündedir. Kameralarını unutmuş ve kendilerinden geçmiş bir şekilde karışık gök cisimleri kolajına bakmaktadırlar: Samanyolu dediğimiz tozlu ışık çizgisine, belki de artık var olmayan yıldızların yanıp sönen ışıklarına, asteroid ve gezegenlerin muazzam danslarına.

Bunlardan birisi ise sanatçıdır; onlar durağan değildirler, beyinlerinde ritimler, hatlar ve renkler, hareketler, sekanslar, kelimeler, eylemsiz ve eylemli temsiller tahayyül ederler; elleri ve parmakları farkında olmadan hareket eder; sürekli gözleri açılıp kapanırken dudaklarının arasından kimsenin anlamlandıramadığı sözler fısıldarlar. Sanatlar gördüklerini görürler ve görülebilecek olanı görürler.

Bir diğeri ise bilim insanıdır; vücutları hiç hareket etmez, sabit bir şekilde en yakınlarındaki ışık ve renklere değil de en uzaktakilere bakarlar; beyinlerinde düşünülmemiş galaksileri, eylemsiz ve canlı dünyaları, yıldızların doğuşunu, doymak bilmez kara delikleri, bayrakları olmayan gezegenler arası vasıtaları tahayyül ederler. Bilimler gördüklerini görürler ve görülebilecek olanı görürler.

Üçüncü kişi ise kara teni, atalarından kalma özellikleri ve kısa boyuyla bir yerlidir. Onlar pencereye bakarlar ve ona dokunurlar. Zihinlerini ve bedenleri saydam ve katı materyale bastırırlar. Beyinlerinde yolu ve tempoyu, hızı ve ritmi, sürekli değişen varış noktasını tahayyül ederler. İlk insanlar gördüklerini görürler ve görünebilmesi için yaratılabilecek yaşamı görürler.

Dördüncü kişi ise değişen renk ve özellikleri ile bir Zapatista’dır. Hafifçe cama dokunur ve camdan bakarlar. Hemen not defterini çıkartır ve heyecanlı bir şekilde bir şeyler yazmaya başlar. Beyinlerinde hemen hesaplamalar yapmaya başlarlar, yapılacak işlerin listesini yaparlar, haritalar düzenlerler ve hayal ederler. Zapatismo gördüğünü görür ve sanatlar, bilimler ve ilk insanlar bakışları ile gördüklerini tam anlamıyla yaşasınlar diye inşa edilmesi gereken dünyaları görürler.

Gezinin sonunda öteki gezginler “duty free” mağazalarından son hatıralarını alırlarken, sanatçı artık her neredeyse hemen stüdyosuna koşar ki kendi gördüklerini ötekiler de görsün ve hissetsin; bilim insanı hemen diğer bilim insanları toplar çünkü tartışılması, çözülmesi ve uygulanması gereken formüller vardır; yerli ise hemen dostlarını toplar ve gördüklerini onlara anlatır ki bir bütün olarak bakış yolu, tempoyu, yoldaşlığı, ritmi, hızı ve varış noktasını tanımlayabilsin.

Zapatista ise topluluğuna gider ve topluluk meclisinde yapılması gerekenleri anlatır ve detaylandırır ki sanatçı, bilim insanı ve yerli seyahat edebilsin. Meclis’in yaptığı ilk şey ise hikâyeyi, masalı ya da artık her ne denirse senaryoyu eleştirmek olur çünkü hikâyede taşranın ve şehrin işçileri eksiktir. Bir komisyonun hikâyeye beşinci elementi yani hâlihazırda Tercios Compas’a ait internet kablosunu, iki flash-diski yemiş olan ve bütün vaktini yanlarında taşımak zorunda kaldıkları bilgisayar faresini kovalayan Kedi-Köpek’i eklemesi için rahmetli SupMarcos’a mektup yazması teklif edilir; aynı zamanda altıncı elementi yani “Altıncı’yı” eklemelidir çünkü “Altıncı” olmadan hikâye de eksiktir. Bu onaylandıktan sonra meclis zaman planlamasını yapar, görevleri dağıtır, oyları sayar ve her bir komisyonun görevlerini ve komisyondakileri teklif eder ve tartışır.

Meclis dağılmadan ve herkes görevlerine gitmeden önce küçük bir kız söz ister. Öne çıkmadan, komünal evin neredeyse en sonundan küçük kız sesini yükseltir ve : “Alınacak şeylere bir futbol topu ve kocaman bir pozol eklenmesini de teklif ediyorum” der. Bütün meclis kendinden geçmiş bir şekilde gülmeye başlar ve en önde oturan ve toplantıyı koordine eden SubMoy sessizlik olmasını ister. Sessizlik sağlandıktan sonra SubMoy kıza ismini sorar ve kız cevap verir: “Benim ismim Defensa Zapatista.” Ve en iyi tavrını takınarak; “Uzaylı bile olsanız benden asla geçemezsiniz.” Akabinde SubMoy, Defensa Zapatista’ya bunu neden teklif ettiğini sorar.

Kız tahta sıraya tırmanır ve cevaplar: “Futbol topu oynamaları için çünkü eğer orada oynayamayacaklarsa gidecekleri ya da gitmek istedikleri yere gitmelerinin hiçbir anlamı yok. Kocaman bir pozol ise uzun yolculuklarında güçsüz düşmesinler diye onlara kuvvet versin diye. Bir de tabii çok çok uzaklarda, öteki dünyalarda da nereden geldiklerini hatırlasınlar diye.”

Küçük kızın teklifi oybirliği ile kabul edildi. SubMoy toplantıyı bitirmek üzereyken Defensa Zapatista küçük elini kaldırarak tekrar söz istedi. Söz verildi. Kız konuşurken bir kolunun altında futbol topu tutarken diğer kolunun altında ise küçük bir hayvana sarılmaktaydı. Köpeğe benziyordu… Ya da bir kedi… Ya da bir kedi-köpek: “Sadece takımımızın henüz tamamlanmadığını söylemek istemiştim. Ama merak etmeyin, yakında bizlerden çok daha fazla olacak. Bazen biraz zaman alır ama yakındır, bizden daha çok olacak.”

Ben şahidim.

Hav-miyav.

  Zapatistalar: Salyangozun uzun yürüyüşü

[1] Pozol de Barro 2005 yılında Zapatista takımı ve FC Internationale Milan arasında oynanan futbol karşılaşmasında kazanana EZLN tarafından verilen ödül

[2] Orjinal adı  La nave de los monstruos  http://www.imdb.com/title/tt0053102/

[3] “Canavarlar Gemisi” filminde Piporro tarafından yapılan müzik numarası

[4] Lacandona’lı ünlü Şövalye Don Durito ile Kedi-Köpek’in karşılaşması ve Kedi-Köpek’in başlangıç hikayesi için: http://enlacezapatista.ezln.org.mx/2013/11/19/rewind-3-2/

[5] Zapatista topluluklarında öğretmen yerine eğitim destekçileri yani “promotora” lar bulunmaktadır. Bunun iki sebebi vardır: hükümet tarafından gönderilen “öğretmenlerin” Zapatista topluluklarında kötü bir üne sahip olması ve “öğretmen” pozisyonunun hiyerarşi ve tahakküm içermesidir. Daha fazla bilgi için: https://roarmag.org/essays/zapatista-autonomous-education-chiapas/ (ç.n.)


Kaynak: Enlace Zapatista

Previous post
Ali Örnek Hürriyet'ten istifa etti, ilk mesajı 'Hayır' oldu
Next post
Yıldırım sinyali verdi: OHAL'in uzatılması MGK'da değerlendirilir