Ana SayfaGüncelEhlileştirici norma karşı uslanmayan öfke – Erdem Bulduruç

Ehlileştirici norma karşı uslanmayan öfke – Erdem Bulduruç

Nasıl ki siyasetin şiddet içermeyen, şiddetten münezzeh bir normativitesi yok ise, Duyguların da öfkeyi kötürüm kılan, ‘onun bir duygu değeri yoktur’ diyen normativitesi yok. Öfke de bir duygu.


ERDEM BULDURUÇ


Öfke konusunu ele alırken izninizle yazıya, bir analoji/benzerlik kurarak girmek istiyorum.

Günümüzde hakim olan bir eğilim siyaset ile şiddeti net çizgilerle birbirinden ayırıyor. Siyasetin şiddetle kirletilemeyeceğini şiddetin siyasaldan (a)siyasal hatta bir geçiş olduğu iddiasında. Çünkü bu kafalar için şiddet siyasete yönetim mantığı üzerinden yapılan bir müdahale. Düşüncesinin gücüne güvenmeyen sapkınlar ve plebyenlerin işi şiddet!  Kendini ifade edemeyenlerin üretmiş olduğu, devletten devraldığı bir hınç..! Şiddet siyaseti sekteye uğratan ya da sol versiyonuyla en fazla siyaset tıkandığında kullanılagelen bir araçtan öteye geçmiyor bu anlayış sahiplerine göre. Amaçlara uygun araç olarak da şiddete yer yok. Siyasetin ahlaki normatif tanımını bozuyor şiddet. Devrimler nizamı bozuyor, şiddet de siyaseti! İktidarın şiddet üretme pratiklerine karşı sivil olanın siyasal olduğu ve siyasetin normatif bir tanımı olduğu iddiasında bu eğilimi savunanlar. Sivil olan da önceden içeriklendirilmiş durumda. ‘Siyasetin ötekisi olarak şiddet’ diyenler, ‘duyguların ötekisi olarak da öfke’ diyor. Öfkeyi baştan mezara gömüyor.

Siyaset için, ‘şiddeti kapı dışarı bırakan, şiddet içinde oluşmayan, ondan tamamen kaçan’ demek siyasetin şiddetin etkilerine maruz kalmayan bir özü olduğunu iddia etmektir en başta. Özcülüktür. Hakeza duyguların içinde öfkeyi bir anomali/aykırılık olarak görmek de kederli duyguları duygudan saymamaktır.

Elbette öfke bir şeye yönelir. Yani başlangıçta kendini olumsuzlama olarak kurar fakat bir meseleyi sıkıca kavramak gerekir. Öfke duygu olarak bir olumlama değildir fakat olumsuzladığı yerde olumsuzlayanın kendi varoluşunu olumlamasını içeren bir şey açığa çıkarır. Mesele kategoriler de değildir. Siyasalın bilinçdışı kurulumunda öfkeye de yer vardır. Öfkeleneceğim öfkelenmem gerekiyor diye öfke duygusunun içine girilemeyeceği gibi ‘öfke dindi’ dediğimiz vakit de öfkemiz dinmez, sönümlenmez.

Varoluş gücü olarak siyaset,  varoluşunu engelleyen merkezlere karşı iyinin ve kötünün ötesinde, yani her türlü ahlakileştirmenin kısıtlayıcılığından çıkarak kendi varoluş pratiğini sergilemek isteyecektir. Gâh öfkeyle, gâh şiddetle…

Yani bu basitçe bir süreğen olumsuzlama pratiğine indirgenemez. Devlet ve kolluğu beni engellediği ya da ifade kanallarımı daralttığı için ürettiğim bir tepkime değil gücüm. (Güç her şeyden evvel benim varoluş yeğinliğim. Kaynağı bende olan.) Fakat maruz kaldığım bir duruma tepkisizliğim, edilgenliğim hiç değil. Güç esasen bir karşı iktidar pratiği olarak kendini sergilemez. Burada sorunsal basitçe karşıtlıklardan arınmak değil; iktidara gitmediğimde gücüm azalmıyor. Bu anlamıyla bana siyaseti yasaklayanlara karşı uygulayacağım yaptırımlara indirgenemez. Madem gücümüzü koruyamadığımız bir egemenlik sahasında dünyaya gözlerimizi açtık gücümüzü iktidarın tahakkümünü dağıtmak için de kullanabiliriz.

Güç, iktidar ve şiddet

Güç ve iktidar kavramlarını birbirinden ayırmak elzem. Gücümüz İktidardan gelen yetkilerimiz değil. Kendi varoluş pratiğimiz. Fakat bu iktidardakilerin güce sahip olmadığı olarak da anlaşılmamalı. Onlar gücünü iktidar arayışına yöneltenler sadece. İktidarda olmadıkları ölçüde güçlerinin farkına varamayanlar değil, güçlerini yeğinliklerini iktidarda arayanlar. Yani iktidar pratiği de gücü yetmeyenlerin üretmiş olduğu bir üst-kudret değildir.

Gücünü ne yönde kullanmak istediğinle ilgili bir hadise, siyasal alanın ihtilafı içinde gerçekleşen seçimler söz konusu. İktidar yönetme kademesindekilerin güçsüzlüğünü maskelediği bir alan değil. Bilakis gücümüzü hangi hakikat üretimi içinde konumlandırdığımız meselesi tüm hadise.

Özgürlük pratiği olarak siyaset, esaretin yoksunluğu değildir. Çünkü özgürlük varlığın olumsuzlaması, olumsuzlama bilinci değildir. Kendinde bir etkinliktir. Bir şeyin, bir durumun negasyonu değildir. ‘Özgürlük istiyorum’ demek, varoluşumun, varolma gücümün “canlı varlık olarak iktidardan” talebi değildir. Varoluş varlıktan talepte bulunmaz. Özgürlük yoksunluktan, eksiklikten yola çıkmaz.

Gücü bir varoluş yitimi olarak okuyanlar güç kavramından iktidarlaşmayı anlayanlardır. Bir ifadenin hangi formda dile geleceği değildir asal sorunsal. Tekil bilmelerimiz, duygularımız da güçtür. Anlama yetimizin gücü, faaliyetini sınırlandıran koşullar tarafından önsel olarak belirlenmiş değildir.

Şiddet, kabaca söylersek, gücün tahakkümü değildir. Çünkü güç bir amaçsallık doğrultusunda işe koyulmaz. Güç kendi varoluşumuzdur, kudretimizdir, yetkinliğimizdir sürekli artan yeğinliğimizdir. Gücün erdemi ve erdemin gücü diye bir ayrım yoktur. Güç erdem, erdem ise güçtür.

Spinoza’nın kavramsal ayrımı ile düşünmek

Hollandalı filozof B. Spinoza’daki potentia-potestas kavramları arasındaki ayrımsallık bu tartışma açısından özel önemde. Spinoza’nın Potestas kavramı, İngilizcesiyle Power, Türkçe’ye İktidar olarak; Potentia kavramı İngilizcesiyle yine aynı şekilde power, Türkçede ise Güç olarak karşılanmaktadır. Güçten kastettiğim potentia’dır.

Araçların amaçlara uygunluğu olarak siyaseti kodlayanlar siyasetin tekil bilme süreçlerimiz, saflaşmalar olduğunu görmekten, bir kendinde varoluş olarak siyaseti anlamaktan uzak.

Nasıl ki siyasetin şiddet içermeyen, şiddetten münezzeh bir normativitesi yok ise, Duyguların da öfkeyi kötürüm kılan, ‘onun bir duygu değeri yoktur’ diyen normativitesi yok. Öfke de bir duygu.

Kendimizi özgürleştirmek ve birlikte özgürlük pratiğine katılmak hep beraber özgürleşmek, kendi adımıza öfkelenmek ve öfkeyi birlikte çoğaltmak arasında bir gedik vardır. Piyasa savunucularının öfkesi varsa bizim de öfkemiz hep kınındadır. “Yaklaşan İsyan” adlı harkülade broşürde denildiği üzere:

Aslında, öfke ve politika birbirinden ayrılamaz. İlki olmazsa ikincisi sözde kalır; ikincisi olmazsa ilki bağırıp çağırmanın ötesine geçemez. “Enragés” ve “exaltés” gibi sözcükler politika alanında yeniden ortaya çıktıklarında daima uyarı atışlarıyla karşılanırlar.

Nasıl ki burjuvazinin kamusal-özel alan ikiliğine dayanan verili toplumsallık, psişik süreçlerden bağımsız bir kurulum değilse buna duyulan tepki de aslında kendimize duyduğumuz öfkedir.

Öfkemiz verili düzen içerisinde kendiliğimizi, Foucaultyen anlamda benlik teknolojimizi yıkma sürecidir bir nevi. Fakat bu yıkım, kendiliği ortak tahayyül olarak kuracak bir yıkıma dönüşmediğinde bir kimlik olarak kendiliğin yıkımı trajedisine dönüşür.

Kavram, kavram olarak gerçeklik üretmez. Sorun öfke kavramının kendisinde değil, onu bir temsil ve gösteren olarak düşünmemizde sıkıntı. Üzüntü duyacak lüksümüz yok, hep ‘Öfkeliyiz!’ demek ne kadar giydirmece ise ‘Öfkeye düşmem’ demek de bir o kadar zırvadır. Nazım’ın şiirindeki ifadeyle Vaktimiz yok ölenlerin matemini tutmaya mısrası da benzer bir ikiliği üretmektedir. Matem tutmaya vaktimiz yoksa başka şeylere de vaktimiz yoktur hâlbuki. Daha doğrusu bu mesele bir boş vakit ayırma meselesi değildir.

Homo Sapiens versus Homo-Demens

Kişisel gelişim kitapları terapilerle, ilaçlarla öfkeden arınmamızı salık veriyor. “Patolojik” olan öfkeye karşı normu savunuyor. Hayvani olan öfkeye karşı insani olanı sözümona savunuyor vs. vs.

Yine aynı şekilde Modern Bilim pratiği İnsana (Homo), Sapiens (zeki, akıllı, makul, sakınımlı) niteliği vererek onu türdeşlerinden ayırageldi. Halbuki insan aynı zamanda Demens’tir. (Öfkeli, tutkulu ve aklıselim olmayandır da)

Tutkular ve ‘imkansız’ olanın çılgınlığı olmasa idi yaşam atılımı da olamazdı.

Gözüpeklikle ihtiyadın, itidalle “için için yanmanın”, kopmayla bağlanmanın diyaloglarını hiç durdurmayabiliriz. Yani homo sapiens-demens kalarak. Onun bütün “kaderini üstlenebiliriz”.

Yıkımla yetinirsek öfkemize yenik düşüp değer de üretebiliriz. Fakat öfkelenmeyi ahlaki bir siyaset tanımında yok etmektenin sahteliği değil bu.

Anlam, doğuştan yani varlıklarımızın dışından gelmez. Arzumuzun eksikliği, sapienste/yoksunlukta takılı kalıp değer üretmemizdir. Arzumuzun tümlüğü anlam ayıracında varlığımızı kudretli kılmamız, hakikatimiz için yola düşmemizdir. Yolda düşebiliriz ama yola çıkmaktan sakınmayalım, yoldan düşmeyelim.

Yıkmak yaratıcı bir eylemse öfkeyi olumsuzlamak yerine yıkıma giden öfkeyi ve yöneleceği adrese atacağımız işaret fişeğini düşünelim.


Bu yazı “Homo Sapiens versus Homo-Demens: Ehlileştirici Norma karşı Uslanmayan Öfke” başlığı ile daha önce Komünizmin Güncelliği‘nde yayımlanmıştır.