Ana SayfaÇalışma Yaşamıİhraç edilen imzacı akademisyen: Barış ve ekmeğimiz kadar ‘Hayır’ için de çalışmalıyız

İhraç edilen imzacı akademisyen: Barış ve ekmeğimiz kadar ‘Hayır’ için de çalışmalıyız

HABER MERKEZİ – KHK ile ihraç edilen akademisyen Yasin Durak Gazete Karınca’ya konuştu. İmza attıkları Barış Bildirisi’ne dikkat çeken ve ihraç sonrası mücadelelerine vurgu yapan Durak, “Şu an hepimiz bir ekmek kavgasındayız ve referandum vb. süreçlere odaklanmakta zorluklar yaşıyoruz. Oysa bizlerin yapması gereken şey, barış için çalıştığımız kadar, ekmeğimiz için çalıştığımız kadar “Hayır” için de çalışmak olmalı” dedi.


Röportaj: ALTAN SANCAR


Niğde Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim görevlisi iken OHAL kapsamında yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile görevinden ihraç edilen Araştırma Görevlisi Yasin Durak, akademiye yönelik ihraçlar hakkında Gazete Karınca’ya açıklamalarda bulundu.

İktidar bloğu parçalanmadıkça akademisyenlerin işlerine dönüşünün mümkün olmadığını belirten Durak, “Akademik çalışmalar iktidarın tecriti altında sürdürülüyor ve akademisyenler kendilerini çalışmalarını gizlemek zorunda hissediyor” dedi.

Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attığınız için Ankara Üniversitesi’nden Niğde Üniversitesi’ne sürüldünüz. Bu sürgün nasıl gerçekleşti?

Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde lisansüstü eğitimimi sürdürürken, 2008 yılında cari atama ile Niğde Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak atandım. Lisansüstü eğitimime Ankara Üniversitesi’nde devam ettiğim için, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne kadro naklim gerçekleştirildi ve geçtiğimiz yıla kadar burada akademik çalışmalarımı sürdürdüm. 2016 yılında Yüksek Öğretim Kurulu, Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attığımız için bizleri yıldırmak üzere politikalar üretmeye başladı. Bu politikaların sonucunda, ilk olarak Ankara Üniversitesi tarafından hakkımızda soruşturma başlatıldı. Soruşturmanın ardından, Niğde Üniversitesi sözleşme yenileme tarihim olan 30 Eylül’de gönderdiği bir yazı ile kadro iademin gerçekleştirilmesini talep etti. Ancak bu durum bir hukuksuzluk barındırıyordu ki o da ÖYP ile atanmadığım ve hakkımda disiplin soruşturması olmadığı için kadro iadem hukuken imkansızdı. Gelen yazı, hukuki engellere rağmen tam anlamı ile “Geleceksin!” diyen bir yazıydı. Gelen yazıya yaptığımız itiraza ise “ÖYP gereği” cevabını aldıktan sonra, ÖYP’li olmadığımı belirtmeme rağmen kadro iadem gerçekleştirildi.

Sürgünün gerçekleşmesinin ardından ÖYP yönetmeliğinde yapılan düzenlemeye ilişkin ilgili mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Kararın çıkmasının ardından, bunu referans göstererek gerekli başvuruları yaptım, aldığım cevap ise ‘Siz ÖYP kapsamında olmadığınız için kararın bağlayıcılığı bulunmamaktadır’ oldu. ÖYP kapsamında olmamama rağmen sürülürken, mahkemeden karar çıkınca benim ÖYP kapsamında olmadığımı belirttiler. Kararda imzası bulunan dekanı kanıtları ile birlikte BİMER’e şikayet etmeme rağmen, dekan hakkındaki şikayetlerim işleme dahi alınmadı. Son olarak, bahsi geçen dekanın tarafıma görevim olmayan işleri yıkacağını iletmesinin ardından, “yazılı olarak ileteceğiniz görevlere mukavemet etmeyeceğim” cevabını verince “Mukavemet ne demek?” sorusu ile karşı karşıya kaldım. Dilekçeyi işleme koymama yetkisinin olmadığını bilmeyen dekan, aynı zamanda hukuki terimlere de yabancı olduğunu ortaya koyuyor.

Niğde Üniversitesi’ne gittikten sonra nelerle karşılaştınız?

Niğde Üniversitesi’ne gider gitmez, mevcut faşist çetelerin yaratığı riskler nedeni ile ertelemekte olduğum bir ameliyatı öne alarak hastaneye yattım ve ameliyat gerçekleştirildi. Ameliyat sonrası aldığım rapor ile bir süreliğine de olsa Niğde Üniversitesi’nden uzak durmayı başardım ve ameliyatlı ayağımla tez araştırmamı sürdürdüm. Raporumun süresinin sona erdiği ve göreve başladığım gün, hakkımda soruşturma başlatıldığını belirten dört zarf ile karşılaştım. Soruşturmalar, izinsiz şehir dışına çıkmaz, sevk almaksızın rapor almak, cumhurbaşkanına hakaretten ceza ve idari içeriklerinden oluşuyordu. Hakkımda açılan tüm soruşturmalar için ifadeler verdim ve tüm suçlamaları reddettim. Cumhurbaşkanına hakaret ettiğim iddiası ile açılan soruşturmanın yürütülmesinde ve işlemlerine acele edildiğini gözlemledim ve sonucunda Cumhurbaşkanını ejderhaya benzettiğim bir yazımı referans alan üniversite yönetimi “lüzumu muhakeme” kararı aldı. Bu duruma cumhuriyet tarihinde pek sık rastlanmamıştır ki hakkımda fezleke hazırlayan üniversite yönetimi Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Aynı zamanda biriken yıllık iznimi kullanmam engelleniyordu ve araştırma izinleri için yaptığım başvurular reddediliyordu. 15 Temmuz gerçekleşmediği ve OHAL ilan edilmediği için de sözleşme yenileme tarihim olan 30 Eylül’de işime son vereceklerini bildirerek “rahat dur” denildi ve ardından istifa baskısı kurulmaya başlandı. 15 Temmuz ardından tüm izinler yasaklandı ve bölüm başkanı değiştirildi, ancak akademik görevini sürdürmeye devam etti.

15 Temmuz ardından onaya bağlanan izinler sonucu, doldurduğum izin evrakları dekan tarafından imzalanmama başlandı, yani işleme konulmadı. Bir hukuksuzluk yapılarak verdiğim dilekçeler işleme alınmamaya başlandı ve ben de bunu aşmak amacı ile dilekçelerimi posta yolu ile yollamayı denedim. Bu girişimim ardından, tüm fakültenin ders programlarının benim tarafımdan hazırlanacağını yazılı olarak bildirdiler ve izin vermemeyi sürdürdüler.

Peki ne zaman ihraç edildiniz?

1 Eylül tarihinde yayınlanan 672 sayılı KHK ile ihraç edildim. Zaten sözleşme yenileme tarihim olan 30 Eylül tarihinde sözleşmem yenilenmeyerek meslekten uzaklaştırılacaktım, ancak KHK ile 1 ay öncesinden meslekten ihraç edildim. Fakat, ihraç edilmenin farkları mevcut ki en başında yurt dışı yasağı uygulanması demek. İhraç edilmek, SGK tarafından fişlenmek demek ki ihraç edilmelerinin ardından farklı kurumlarda işe başlayan arkadaşlarımızın SGK’den gelen bir telefon ile işlerine son verildiğini biliyoruz.

‘Aydın düşmanlığı, sağ cenahta daima varolan bir olgu’

Mevcut iktidarın akademiye bu biçimde yaklaşmasının temelinde nasıl bir neden görüyorsunuz?

İktidar bloğunun akademiye yönelik baskı ve saldırılarının temelinde aydın düşmanlığı ve hegemonya projesinin olduğunu düşünüyorum. Nişantaşı entelektüeli diye bir tabir dillerde dolaşmaya başladı, ancak dönüp baktıklarında görecekler ki hepimiz ekmeğinin peşine olan insanlarız. Aydın düşmanlığı, sağ cenahta daima varolan bir olgudur ve alt sınıf insanları bu yolla kontrol altında tutmaya çabalarlar. Sağ cenah, okuyan ve eleştirel tarzda yazan insanları üst sınıf olarak göstererek grupların kontrolünü sağlamayı deniyorlar. Oysa akademisyenlerin büyük bölümü hayatı boyunca çalışan ve çoğu zaman mülk sahibi bile olmayan insanlar.

Mevcut sağcı ittifak tarafından ortaya konulan ve yürütülen hegemonya projesi de akademisyenleri hedef alıyor. İlk önce burjuvazinin müslüman olarak anılan unsurları ile milliyetçi unsurları bir araya getirilmeye çalışıldı ve 15 Temmuz ardından, ulusalcı kesim de bu yapının harcı olarak kullanılmaya çalışıldı. Lakin bu bloğun hayat bulamayacağı anlaşılınca, Türk İslamcı bir ittifaka gitmeyi seçtiler. Tayyip Erdoğan, bu ittifakın mesajını ilk olarak da “mankurtlar” çıkışı ile vermiş oldu. Kaldı ki Erdoğan’ın 2003’ten bu yana yaptığı açıklamalarda ilk defa İslam öncesi Türklüğe bir atıf görmüş olduk ki bunu da ilk olarak aydınlara karşı yapmış oldu. Vaktiyle yeni anayasa çalışmaları yürütürken liberal aydınları yanına alan Erdoğan’ın, aydınların kudretini de bildiğini gördü ki tam da bu nedenle bir aydın katline girişmeyi tercih etti ve başarılı olduğunu da düşünüyorum.

‘Yapmamız gereken ‘Hayır’ için de çalışmak’

Neden başarılı olduğunu düşünüyorsunuz?

Başarılı oldu çünkü muhalif akademinin susturulduğunu ve terörize edildiğini görüyoruz, tabi akademisyenlerin direndiğini de inkar edemeyiz. Yine başarılı olduğunu düşünüyorum çünkü, şu an hepimiz bir ekmek kavgasındayız ve referandum vb. süreçlere odaklanmakta zorluklar yaşıyoruz. Oysa bizlerin yapması gereken şey, barış için çalıştığımız kadar, ekmeğimiz için çalıştığımız kadar “Hayır” için de çalışmak olmalı. Yani, akademisyenler olarak “Bugünler de geçer ve bizler işlerimizi geri döner, ihraç edilişimizi de nişan gibi taşırız” gibi düşüncelere kapılmamamız gerek. Ancak ve ancak bizler mücadele eder ve mevcut iktidar bloğunu parçalarsak; yani AKP’nin düşüşünün ardından doğacak ortalama özgürlükçü bir ortamda işlerimize geri dönebiliriz. Aksi halde bizler yine aynı durumlarla karşılaşmaya devam edeceğiz.

‘Referandumun ardından çok sert süreçler bizleri bekliyor’

Sanırım burada referandumu oldukça önemli görüyorsunuz.

Evet, referandumu oldukça önemli görüyoruz ve “Hayır” kampanyasına verebildiğim tüm teknik ve pratik desteği sunmak için elimden geleni yapıyorum. Aynı zamanda teorik olarak kampanya yürütücüleri ile sorulacak sorular ve verilecek cevaplar üzerine görüş alışverişinde bulunmaya devam ediyorum. Yani, yürütülecek “Hayır” kampanyasına destek vermeyi ve içinde yer almayı kamusal bir sorumluluk olarak tanımlıyorum, çünkü tarihin böylesi önemli bir yerinde kimse boynunu eğip beklememelidir. Bizlerin “Hayır” için rasyonel gerekçeleri var ve bu gerekçeleri ulaşabildiğimiz herkese anlatmamız büyük önem taşıyor. Şuna inanıyorum ki ortalama her insanın aklında bulunan yanıt “Hayır” ve bizlerin bunu açığa çıkarmamız gerekiyor. Referandumdan alınacak “Hayır” veya “Evet” cevabının ardından ortaya çıkacak Türkiye için ise unutmamamız gereken şey şu ki çok sert süreçler bizleri bekliyor olacak. Tam da bu noktada “Hayır” için de sandıktan çıkacak sonuç ardından da kol kola girmemiz ve kenetlenerek mücadele etmemiz gerekiyor. Kısacası, mücadelemizi ezilen tüm uluslarla, cinsel kimliklerle, emekçilerle ve hayvanlarla birleştirmemiz ve böylece yürütmemiz gerekiyor.

Previous post
Financial Times: ABD'nin Kürtlere desteği Ankara'yı çileden çıkardı
Next post
Vietnamlı, Filistinli, Meksikalı ve Nusaybinli bir fotoğraf