Ana SayfaGüncelBir insan tutsak edilmiş bedenini neden ölüme yatırır?

Bir insan tutsak edilmiş bedenini neden ölüme yatırır?


KENAN TEKEŞ


İnsanlar hep soruyorlar. İnsanlar hep soruyorlar. Bobby, Bobby, biz kimiz? Nereden geldik? Nereden geldik? Onlara söylüyoruz. Onlara söylüyoruz… Biz Belfast’tanız. Biz Belfast’tanız… Güçlü, güçlü Belfast. Güçlü, güçlü Belfast… Eğer bizi duymazlarsa…  Eğer bizi duymazlarsa… Yüksek sesle bağırırız. Yüksek sesle bağırırız.

Kocaman bir dünya ve içindeki insanlar olarak biz sonsuz bir zamandaymışçasına yaşayıp giderken, orada burada şurada değil, yanıbaşımızda açlık içindeki bedenler büyük bir sessizlik içinde eriyor.

Bir insan bedenini, hem de tutsak edilmiş bedenini, yaşamdan kalan son şeyi olan canını yaşamının son savaş alanı olarak görüp de neden ölüme yatırır ki?

Hayatın hiç anlamı yok mu onlar için?

Sevmeyi bilmiyorlar mı?

Sevdikleri, çocukları, anneleri, babaları, komşuları yok mu onların da?

Şehitlik peşindeler mi?

Tarihe mi geçmek istiyorlar?

İntihar mı etmek istiyorlar?

En temel insani duyguyu yani merhameti mi kullanmaya çalışıyorlar?

Bu sorular ve daha da fazlası 1981 yılında Maze Hapishanesi’nde, İngiltere hükümetinin IRA (İrlanda Kurtuluş Ordusu) militanlarına uyguladığı işkencelere ve dayatmak istediği koşullara karşı IRA’lı tutukluların açlık grevi eylemine başlamadan önce Papaz Don’un IRA lideri Bobby Sands’a sorduğu sorulardır.

Bu görüşmede; Belfast’a, temiz havaya, kırlara, çocukluk özlemlerine, İncil’e, İsa’ya, günah çıkartmaya, Papaz Don’un kendisinden önce rahip olan kardeşi ile olan sorunlarına, IRA’nın mücadelesine, hayalkırıklıklarına, yaşama, insana, yukarıda hepimize tanıdık gelen hepimizin de sorduğu sorulara Bobby Sands’ın niçin böyle bir eylemi gerçekleştirdiklerine dair verdiği cevaplar ile aşağıda Sands’ın on iki yaşındayken yaşadığı ve unutmadığı ana dair konuşma geçer.

Sahi bir insan ömrünü neye vermeli?

Hayatına saygı duyduğunu söyleyen Bobby Sands, “Hayatım benim her şeyim… Özgürlüğümü arzuluyorum… Bu davaya sarsılmaz bir sevgi duyuyorum… Hayatımı tehlikeye atmam yapabileceğim tek şey değil Don… Doğru olan bu…” diyerek yaşamdan kalan son şey olan bedenini yaşamı için ölüme yatırır.

Bobby Sands’in açlık içindeki bedeni günbegün erir ve açlık grevinin altmış altıncı günü “ben bir tarla kuşuyum” dediği kuşlarla birlikte çok sevdiği Belfast’tın kırlarına doğru uçar.

On iki yaşındayken Donegal’e gitmiştim. Oğlanlar için büyük bir kır koşusu yarışı vardı. Bir sabah minibüse doluşup Derry’e doğru yola çıkmıştık. Çok büyük bir andı. Bizim için uluslararası atletizm yarışması gibiydi. Çünkü Güneyli çocuklara karşı yarışıyorduk ve Belfast’ın onuru için bunu yapmalıydık. Çocuklardan birkaçı Protestan’dı, geri kalan hepimiz Katolik’tik. Karma bir müsabakaydı. Sanırım Güney’deki iyi insanlar bunun muhteşem olduğunu düşünüyorlardı. Bizim Belfast’tan küçük takımımız ise vatanseverlik taslıyordu.

Sınırı geçtik. Çocuklar pop şarkıları söylüyorlardı. Ben de en arkada oturmuş dışarıyı seyrediyordum. Dağlardan geçiyorduk. Muhteşem bir manzaraydı. Yemin ederim Donegal İrlanda’daki en güzel yerdir Don.

Gwidor’a vardığımızda, nasıl bir yerdi ama iki yüz tane çocuk vardı. Kıyafetlerini giyip ısınıyorlardı. Organizasyonu ‘Hıristiyan Kardeşler’ düzenliyordu ve orada düzeni sağlayabilmek için çocukların kulaklarının arkasına vururlardı.

Bacaklarımızı esnetmek için takım halinde küçük bir koşuya çıktık. Çevremizde arpa tarlaları vardı. Ve aşağıya doğru uzanan bir orman ve akarsu bulduk. Orman ve akarsu sınırımızın dışındaydı ama doğal olarak Belfastlı çocuklar olarak gidip bakmamız gerekiyordu. Çevremizdeki orman ve akarsu bize Amazon gibi geliyordu. Ve Cork’dan bazı gençlerle karşılaşmıştık. Bazılarının aksanları daha iyiydi. Ama zar zor konuşuyorlardı. Ne söylediklerini anlayamıyorduk. Bizimle dalga geçtiklerini anlamışsındır. Bizi küçümsediklerini hissedebiliyordum.

Koşuyorduk ve aklımıza akarsuya inip balık olup olmadığına bakmak geldi. Biz de nehre gittik Don, suyun derinliği on beş santim kadardı. Suda gümüşçünlerden başka bir şey yoktu. Çocuklardan birisi daha aşağıya inmeyi teklif etti. Suyun içinde bir karaca yavrusu yatıyordu. Dört beş günlüktü. Bir deri bir kemikti. Gri renkliydi. Keskin kayalara çarptığı için derisi kan lekeleriyle doluydu. Yanında ayaktaydık ve arka bacaklarının titrediğini görebiliyorduk. Nefes alıyordu, hayattaydı ama ölmek üzereydi. Kendilerini lider zanneden çocuklar büyük büyük konuşmaya başladılar.

Ne yapmamız gerektiğini tartıştılar. Birisi kafasını taşla ezelim, dedi. Bense yüzlerine bakıyordum ve yüzlerinde görünen tek şey korku ve şaşkınlıktı. Kimse cesaret edemiyordu. Karacaysa yerde acılar içinde yatıyordu. Tüm bu gevezelik hiçbir işe yaramıyordu. Sonra papazlardan birisi bizi ve karacayı gördü. Bize yerimizden kımıldamamızı yoksa cezalandıracağını söyledi. Çok ciddi cezalandırılacaktık. Bir grup erkek çocuğu bir yavruya acı çektiriyorsa mutlaka cezalandırılır. Bir grup Belfastlı çocuğun başınaysa bundan fazlası gelir. Benim içinse o an çok belirgindi. Dizlerimin üstüne çöktüm, yavrunun kafasını aldım ve suyun altına bastırdım. İlk başta mücadele etti, ben de gücü tükenene kadar daha sıkı bastırdım. O sırada papaz geldi Don. Beni saçlarımdan tutup ağaçların arasına götürdü ve sağlam bir dayak attı. Ama o yavru için yapılması gereken şeyi yaptığımı biliyordum ve diğer çocuklar adına da cezayı yüklenebilirdim. Büyük çocukların saygısını kazanmıştım, bunu biliyordum.

Sebeplerin farkındayım Don. Olabileceklerin farkındayım. Ama harekete geçeceğim, hiçbir şey yapmadan beklemeyeceğim…



“Açlık”, Yönetmen: Steve McQueen, 2008
* Kenan Tekeş’in bianet‘teki bu yazısı “Bir Film Bir An” köşesinden, başlığı değiştirilerek alınmıştır.