Ana SayfaGüncel‘HAYIR’ ÖYKÜLERİ | Berrin Karakaş’tan bir öykü: ‘Boş Levha’

‘HAYIR’ ÖYKÜLERİ | Berrin Karakaş’tan bir öykü: ‘Boş Levha’


BERRİN KARAKAŞ


Asırlık çınar ağacının tehditkar eteklerinde, bu uzun ömrün yarısını seyreylemekten bedbin Aruz Yazı Evi’nin kapısı çın çın çınladığında, masalarına kapanmış Azmi ve Avni, alışık olmadıkları vakitte yüzlerine çarpan sesle, kabuklarından çıktılar ağır ağır. Kimin geldiğine değil, birbirlerine baktılar.

Maziyi kalın boynuna ihtişamlı bir ateş tilkisi kürkü gibi sarıp göbeğine bırakmış zindedar müze müdürünün kürkü kadar kabarık hışmı “Beş paralık bir yazı!” diye gürlediğinde, 40 senelik müşterisinin gözünde beş paralık olmuş Avni başını eğdi. Azmi müze müdürünün gözlerinin ta içine dik dik baktı. Sarp yokuşlar gördü. Çarçabuk çıkılmış, üzgün yokuşlar…

Müze müdürü ikisine de bakmıyor, altınla çekilmiş cetvelleri dahi değerini yitirmiş hat eserini hangisinin yüzüne fırlatıp atacağını düşünüyordu. Aruz Yazı Evi kolunu bacağını sağlı sollu baklavacılara, dalga dalga kahve dükkanlarına kaptırmaktan küçüldükçe küçülmüş, sandık kadar kalmıştı. Sıklaşmış eşyaların, üst üste binmiş kitapların, yazı levhalarının arasında hangisi Azmi, hangisi Avni ayırt etmek güçtü. Yıllardır birbirlerine baka baka, kararmış bir terazinin kefelerine dönmüşlerdi. Başı yere bakanı Avni, yukarı bakanı Azmi’ydi. Aksi gibi gün de gözleri kadar fersizdi. Azmi pertavsıza uzandığında belinin orta yerine o hiddetli ağrı saplanmasa, imkanı yok seçemezdi hangisi hangisi?

Ölü kadar sessizleşmiş dükkana yayılan “Ah!” sesiyle gözünde hiçbir değeri kalmamış eseri, gözüne sokarcasına orijinal olduğunda direten Azmi’nin önüne bıraktı. Dik bakışları, orijinalliğinde ısrar eder gibiydi.

İlk iş yüksek sesle, istihza ile yazıyı okudu Azmi: “Ölmeden önce ölünüz.”  Müze müdürü üzerine alınmadı. Hala karşısında dikiliyor, iri cüssesiyle dükkanı iyice dar ediyordu. Hesap soran bakışlarının altında, yazının altını üstüne getirdi. Eline aldığı ilk gün gibi, yine imza yokmuş gibi inceledi. Tarihi yokmuş gibi. Nefsten ve tesirden uzakta…

Levhayı müze müdürünün önüne saygıyla iteleyip  “Yazı yazanla değil, yazan yazdığıyla vardır. Taklit yoktur. Her taklit, kendinin orijinalidir.” deyip ayağa kalktı. Artık onay bile beklemediği Avni’nin “Seni çoktan gözden çıkarttım” bakışlarının karşısında, hızlı hızlı ceketini giyindi. Her ihtilal gibi bu ihtilalin de acelesi vardı. Bu son aruz kusuru olacaktı. Dışarıda bomboş bir levha, kendisini bekliyordu.

Aruz Yazı Evi’nin kapısı Azmi için son kez çınlarken, Azmi’nin ihtilali ile yarım asırlık itibarı yerle bir olmuş Avni, önüne çektiği eserin imzasına az daha yaklaştı. Azmi adım adım uzaklaşıyordu dükkandan. Uzaklaştıkça duyulmaz oluyordu matkap dişleri arasında inleyen duvarlar. Belindeki ağrı bile kaybolup gitmişti. Elif kadar dikti. Kağıt kadar hafif.

Yanından muttasıl geçip duran tramvaylar gibi kayıp giderken düşünceleri, yokuş aşağı akıp giden kalabalığa baktı. Her insanda bir harf duruyordu. Kar taneleri gibi birbirlerine dokunmuyor, çarpmıyor, itip kakmıyor, hürmetle yer açıyorlardı aceleci adımlarına. Her biri ayrı bir eserdi. Aruz Yazı Evi’nde alıp satmaktan, müzayedelerde paha biçmekten yazamadığı her harf, yürüyemediği her yol önüne dikilmişti. Ruhu önden önden koşturuyor, bir an önce bu okunaksız yazının başına geçmek için sabırsızlanıyordu.

Ne iyi etmişti de Mektebi Kudat’tan Sanayi Nefise’ye intikal etmişti. Aksi takdirde mümkün olur muydu böyle yürümek? Sanatını aşk bellemeseydi, savrulabilir miydi kar gibi? İnsan yalnızca ekmek ile doyar mıydı?

Matbaalarda ekmek var, yazmak aşkı yoktu. Aşk evinde iki işi bir arada yapmak yoktu. Yazmak da Allah kadar kıskançtı, eş koşmayacaktın yanına, varlığına. Memuriyeti boyunca verdiği tüm eserleri eser saymadığından mahlas ile imzalamıştı. Sanatından utanmanın günahı zaman geçtikçe çekingen bir kambura dönüşüp kanatlarına yerleşince ayrılmıştı matbaadan. Azmi tutmuştu elinden en düşkün zamanlarında. Aruz Yazı Evi’ne ortaklığa buyur etmişti son parasıyla. Yaşı ilerledikçe titrek ellerini hatırlatmış, hayatın gün geçtikçe zorlaşacağını başına kakmış, korkuyu usul usul mürekkep gibi içine zerk etmişti.

Meydanın güvercinleri yerlerini yer altı geçidinde başının üzerinde dolanıp duran plastik kuşlara, oyuncak askeri helikopterlere bıraktığında,  WC harflerinin burnuna bıraktığı kokunun da etkisiyle, umumi tuvaletin önünde emekleyen insan yavrusunun üzerine düşeyazdı. Yer gök doluydu. Ayaklarının altında dolanan, kafalarını inip kaldıran kedilerden, kuyruklarını indirip kaldıran eşeklerden, göbeklerini çeviren dansözlerden adım atacak yer yoktu.

Cumaya toplanmışların yola taşmış seccadelerine bata çıka köprüye vardığında, sudan çıkmış balıklar gibiydi. Hutbesinde televizyonlar gazeteler ne söylerse onları söyleyen müezzinin sert sesi başına başına inerken, köprünün demirlerine dayandı: “Bir Allah’ımız kalmıştı elimizde. Onu da aldınız alacaksınız.” Gürlemeye başlamıştı kalabalık. Otobüsler, kimsesizlik, titrek elleri çevresini kuşatmıştı.

Köprünün ortasında geriye dönmek ile ileri gitmek arasında nefes alamıyor, vesvese nefes kesiyordu. Vesveseyi kesmeye keskin satırlar aradı belleğinde, bulamadı. Dilaltı hapını susuz dilinin altına aldı. Kudretsizliği “Al sana boş levha!” diye haykırırken, bir deri bir kemik kahverengi bir katip geldi gözlerinin önüne. Duvar dibinde gülümsüyordu.

Katibin gülüşünden, kudretsizliğini bunca zarif taşıyabilmesinden aldığı kuvvetle ayrıldı köprünün demirlerinden. Değil mi ki terklerinden yapılmaydı. Hayat daha mektebin ilk yıllarında ortada bırakmış, hocasının bir şikayeti yetmişti babasının elini elinden almaya: “Olur mu efendi? Ne zaman geçsem önünden, başka başka satırlar. Şiir gibi şeyler…”

Şiirin kuvvetiyle babasının eli arasında nasıl kalmamışsa oncacık yaşında, bu köprünün ortasında da kalmayacaktı. Yaptığı her işte, yapamadığını düşünürse insan, bir adım kıpırdayabilir miydi?

“Satıyorum satıyorum saattttımmmm “ diye bağırdı margarin kılıklı yolcu vapurlarının yüzüne. Kahverengi bir ferahlık yayıldı içine, bir sevinç…  Ne gelecek çelmesi, ne geçmiş pençesi olmadan, yürüyordu sık adım kar tanelerinin arasından. “Yaş seksen, yolun neresinden dönersen dön yol” diye düşündü. Geride yapamadıkları değil, inatla yapmadıkları duruyordu. İleride, reddin güzelliği.

Köprünün sonunda, gözlerinin önünde canlanmaya başlamıştı bile yazacağı. Güneşin altında ışıldıyordu talik hatla siyah üzerine Zerendud levha: “Sonsuzluk Allah’ın sonsuzluğudur, mülk Allah’ın mülküdür.”