Ana SayfaGüncelKurkut cinayetini fotoğraflayan gazeteci Gök: 5N1K’ye bir de vicdan eklenmeli

Kurkut cinayetini fotoğraflayan gazeteci Gök: 5N1K’ye bir de vicdan eklenmeli

HABER MERKEZİ – Diyarbakır Newrozu’nda Kemal Kurkut’un polis kurşunuyla öldürülmesini fotoğraflayan ve cinayetin detaylarının ortaya çıkmasında büyük rol oynayan dihaber editörü Abdurrahman Gök, söz konusu Kürt kentlerinde işlenen suçlar olunca medyanın genel tavrına dikkat çekerek, “Sadece 5N1K yetmiyor, çünkü gazetecilik bir vicdan meselesidir” dedi.

Diyarbakır Newrozu’nda Kemal Kurkut cinayetini fotoğraflayan dihaber editörü Abdurrahman Gök, fotoğrafın hikayesini anlattı.

Cinayetin detaylarının ortaya çıkmasında çektiği fotoğraflarla büyük rol oynayan Gök, fotoğraf hakkında “Bu fotoğrafı çekmek, yayımlamak bir “iş” olarak görülüyor, hâlbuki bu gazetecinin görevidir. Gazetecilik bir sorumluluk mesleğidir. Bu halka karşı bir sorumluluktu” dedi.

Gök, fotoğrafı çektikten sonra polis amirinin fotoğrafları silmesi için kendisini yanına çağırdığını fakat o sırada fotoğrafların bulunduğu kartı makinasından çıkartıp sakladığını ve cinayetin fotoğraflarını bu sayede koruyabildiğini anlattı.

‘Sadece 5N1K yetmez, bir de vicdan olmalı’

Özgürlükçü Demokrasi’den Günay Aksoy’a konuşan ve yaygın medyayı söz konusu Kürt kentlerinde işlenen suçlar olunca ahlaktan ve vicdandan yoksun davranmakla eleştiren Gök, şöyle konuştu:

Bize gazetecilik okullarında mesleğe hazırlarken ‘Eğer 5N1K yoksa haberiniz bir işe yaramaz’ denilirdi. Artık bu biraz değişti. Şimdi 5N1K’nin yetersiz kaldığı, haberin kaynağında kimin olduğunun da sorgulanması gerektiği düşünülüyor. Çünkü gazetecilik bir vicdan meselesidir.

Röportajın tamamı şöyle:

Kemal Kurkut’un Newroz sırasında öldürülmesini valilik ve polis örtbas etmeye çalıştı ama çektiğiniz fotoğraflar olayın seyrini değiştirdi. Neler yaşandı o anlarda?

Polisler Newroz alanında dedektörle bomba araması yapıyordu. Bizi birinci bariyerden ikinci bariyere, ikinci bariyerden de birinci bariyere doğru gönderiyorlardı. En son saat 8:00 gibi Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) basına verdiği akredite kartlarını göstererek birinci bariyerden geçtik, ikinci bariyerlerde beklemeye başladık. O esnada bir arkadaşım İstanbul’a tamire gönderdiğim objektifimi getirdi, makineye taktım ve denemek için bir iki fotoğraf çektim. Birisinin barikat önünde durdurulduğundan habersiz birinci bariyerdeki arama noktasından da iki kare aldım, fotoğraf makinemi de açık bıraktım. Silah sesleri duyunca hemen arkamı döndüm ve çekmeye başladım. Bir kaç el ateş açıldı. Kemal koşuyor, polisler onu takip ediyor, ben de üst üste fotoğraf çekiyordum. Kemal yere düşene kadar çekmeyi sürdürdüm. Yerde son fotoğrafı çektiğimde polis “çekme” diye azarladı. Benden isteneceğini bildiğim için hemen kartı makineden çıkardım. Daha kart elimdeyken, beni azarlayan polis, “Amirim seni çağırıyor” dedi. Foto filmciyi çağırdılar, makineme ve çantamdan çıkardıkları yedek kartlarıma format attılar. Ben oradan uzaklaşırken Kemal hala yerdeydi, ambulans daha gelmemişti.

Sizden başka çeken oldu mu?

dihaber’deki diğer gazeteci arkadaşlar da çekmişti ama polis onları sildi. Ben ilk haberi “Newroz alanında yarı çıplak bir genç polisler tarafından vuruldu ve yaralı olarak hastaneye kaldırıldı” diyerek haber merkezine geçmiştim. Bu haberi verirken hala tam olarak ne çektiğimi bilmiyordum. Saat 11:00 gibi haber merkezi arayarak, çocuğun yaşamını yitirdiğini bildirdi, benden haberi genişletmemi istedi. Bu arada valilik gencin ölümüyle ilgili olarak “Canlı bomba ihtimali nedeniyle güvenlik güçleri tarafından etkisiz hale getirildi” şeklinde açıklama yapmıştı. Bu açıklamadan habersizdim. Bu arada çektiğim fotoğraflara baktım, Kurkut’un öldürülmesiyle ilgili 26 kare vardı.

Ama hepsini yayımlamadınız, daha doğrusu biz görmedik…

Polisin infazını en net gösteren sekiz karenin yayımlanmasına karar verdik. Burada iki konu çok önemliydi: Birincisi delillerin hemen karartılmaya çalışılması, ikincisi yarı çıplak bir gencin canlı bomba olma ihtimali üzerinden hemen vurulması. Fotoğraflar yayımlandıktan sonra valilik yeni bir açıklama daha yaptı çünkü ilk açıklamaları ters yüz edilmişti.

Büyük ihtimalle karanlıkta kalacak, kayıtlara faili meçhul olarak geçecek bir infazı fotoğraflarınızla ortaya çıkardınız. Bunu mesleki sorumluluğun yerine getirilmesi olarak mı görmeliyiz?

Evet, gazetecilik bir sorumluluk mesleğidir. Bu, aslında kamuoyuna, yani halka karşı bir sorumluluktur. Daha soyuta indirgersek hakikate karşı bir sorumluluktur. Bugün bu fotoğrafı çekmek, yayımlamak bir “iş” olarak görülüyor, hâlbuki bu gazetecinin görevidir. Bir gazetecinin görevi resmi açıklamaları sorgulamaksızın gazete ya da televizyonda yayınlamak değildir. Bu sindirilmişliğin ortasında gazeteci normal işini yapıp, sorumluluğunu yerine getirince bile garipseniyor büyük bir iş yapmış gibi görülüyor. Orada başka gazeteciler ve haber ajansları vardı. Fotoğrafını çekmemiş olabilirler ama tanıklık etmişlerdi. Bu tanıklıkları üzerine dahi haber yazabilirlerdi.

Ama yazmadılar…

Gazetecilik okullarında haber kaynakları anlatılırken, en güvenilir bilginin gazetecinin kendisinin tanıklık ettiği bilgi olduğu söylenir. Ama maalesef bu dönemde bunu göremiyoruz. Gazeteci gördüğünü değil, yapılan resmi açıklamayı vermek zorunda kalıyor.

Sizin, sizinle aynı düşünceleri paylaşan meslektaşlarınızın mesleki şiarı nedir?

Takipçisi olduğumuz özgür basın mirasının sloganları yol göstericidir: “Gerçekler asla karanlıkta kalmaz”, “Gerçeklerden asla taviz verilmez”, “Hakikattin izinde.” Biz bu sloganların izinde, sorumlulukla hareket ediyoruz. Ben bu fotoğrafı bir birey olarak değil, özgür basın geleneğinin bir neferi olarak çektim. Ben değil, başka arkadaşım da olsaydı cesaretle hareket ederek fotoğrafı çekecekti. Gazeteci iktidarın değil, kamunun yanında yer alır. Biz fotoğrafları yayımladık ama valiliğin açıklamasını da verdik. Bırakalım kimin yalan kimin doğru söylediğine toplum kendisi karar versin, dedik. Maalesef artık gerçeklere böyle yaklaşılmıyor.

Bunun nedeni korku mu?

Böyle bir haberciliğin, sorumluluğun getirdiği riskler vardır. 156 gazeteci tutukluyken, bir o kadarı yargılanırken, birçok gazeteci mesleğini yapamadığı için yurtdışına göçmek zorunda kalmışken, sosyal medya bile gazeteciler için tehdit haline gelmişken, bu fotoğrafları yayınlamak risktir. Ama bu mesleği yapıyorsanız riski göze almak zorundasınız. Gurbetelli Ersöz’ü, Cengiz Altun’u, Musa Anter’i, Nûjiyan Erhan’ı, Deniz Fırat’ı biliyorsanız, başınıza gelecekleri de peşinen kabul etmişsiniz demektir. Siz işinizi yaparsınız ve sonrasını çok düşünmezsiniz.

Savcılıkta ifade verdiğiniz sırada neler yaşandı? Soruşturma hangi aşamada?

Gizlilik kararı olduğu için dosyada neler yazdığını, ne olup bittiğini bilmiyorum. Görüşmelerin detayına dair de bilgi veremiyorum. Tanık olarak dinlendim ve size anlattıklarımı savcılıkta da anlattım. Biliyorsunuz, polis serbest bırakıldı, sonra savcılık buna itirazda bulundu. Fotoğraflar ortaya çıktıktan sonra valilik Ankara’dan müfettiş istediğini açıkladı, ancak bu müfettişlerin gelip gelmediğini bilmiyoruz. Soruşturmanın çok yönlü yürütüldüğü söyleniyor ama dokuzuncu güne kadar birinci elden tanık olarak benim ifademe başvurulmadı, fotoğraflar istenmedi.

Dokuz gün gecikme böyle bir cinayet için uzun bir süre.

Soruşturmada kamuoyu baskısı çok belirleyici oldu çünkü fotoğraflar kafalarda hiçbir soru işareti bırakmıyordu. Polislerin ifadeleri alındı, akabinde valilik 2 polisin görevden uzaklaştırıldığını duyurdu ve müfettiş istediğini söyledi. Polislerin görevden alınıp alınmadığını bilmiyoruz, müfettişlerin olayı araştırdıklarını duyuyoruz. Soruşturma davaya dönüştürülene kadar kısıtlama var. Ne otopsi raporuna ne de delil toplamalarına ulaşılabiliyor.

Nihat Kazanhan, Ali İsmail Korkmaz, Enes Ata davalarında polisi koruyan ve kollayan tutum bu davada da kendini gösterir mi? Adil bir yargılama yapılacağına inanıyor musunuz?

Saydığınız davalarda da kamuoyu baskısı vardı ama söylediğiniz gibi polisler korundu ve kollandı. 60 yaşında işkenceye uğramış bir vatandaşın görüntüleri yansıdığında İçişleri Bakanı, işkenceyi sahipleniyorsa bu davanın da benzer davalardan farklı olmayacağını düşünüyorum. KHK’ler ilk çıkarıldığında, “FETÖ” adı altında operasyonlar yapılmaya başlandığında Cumhurbaşkanı “Şimdiye kadar yasa yok diyordunuz, işte size yasa da çıkardık” diyerek polise sınırsız yetki verildiğini açıklamıştı. Bu yetkilerin içinde pervasızca vurmak da var. Nihat Kazanhan’ın herkesin gözü önünde vurulma görüntüleri var. Kemal Kurkut’un olayıyla bire bir benzeyen Şahin Öner davasını hatırlayın. Vali “Polise bomba atarken, bomba elinde patladığı sırada öldü” diye açıklama yapmış, İHA, AA, DHA bu açıklamayı servis etmişti. DİHA ise bir gün sonra Şahin Öner’in morgda, elleri ve vücut bütünlüğü yerinde olduğu fotoğrafı servis ederek “Bomba bu ellerde mi patladı?” diye sormuştu.

Yani umutsuz musunuz?

Müştekinin, maktulün halk olduğu bütün davalarda vuran kişilerin gerekli cezayı almadıklarını görüyoruz. Bu dava gerektiği gibi sonuçlanmasa bile o polisler kamuoyunun vicdanında, ailenin, sivil toplum örgütleri ve Avrupa insan hakları örgütlerinin nezdinde yargılandı.

Diğer cinayetlerin, hak gasplarının kamuoyunu huzursuz edecek şekilde sonuçlanmasının nedeni vicdan eksikliği mi?

Maalesef. Hükümetin sözcülüğünü yapan, Doğan Grubu gibi hükümetin ümüğünü sıktığı yayın organları, gazeteciliğin ahlak ve ilkelerini yerine getirdiklerini söylüyorlar. Ama söz konusu Kürdistan ve Kürt bölgesinde işlenen suçlar olunca ahlaktan, ilkeden, vicdandan yoksun haberler yayımlanıyor. Bu nedenle de asıl sorumluluk belki de mesleğin “zencisi” gibi görünenlere düşüyor. Haberine vicdanını katmayanların şu an hangi konumlarda olduğunu az çok hepimiz görüyoruz.

Hem vicdanlı olup hem medyanın içinde kalmak mümkün mü?

Tek bir merkezden yönetilen bir medya var. Bu medyanın çarpıklığını ortaya çıkaran farklı sesler olunca bunlara baskı artıyor. Cezaevlerindeki gazetecileri söylemiştim. Ayrıca yabancı gazeteciler sınır dışı ediliyor, tutuklanıyor. Bazı gazeteciler tecavüzle, cinsel tacizle suçlanıyor. Bunların tek birinin iddianamesi bile yok. En üst ağızdan bu iddialar dillendiriliyor, ama bu iddiayı ispatlayacak tek bir veri yok. Buna rağmen medya organları kendi çalışanlarına dahi sahip çıkmadılar. Evet, bu medyanın içinde de Hüseyin Üzmez gibi tecavüzcüler vardı ve yargılandılar ama onların nasıl salıverildiğini biz çok iyi biliyoruz.

Valinin açıklamasında Kurkut’a ateş eden polislerin FETÖ’cü olduğu iddiasını nasıl değerlendiriyorsun?

İktidarın işine gelmeyen her şeyin içinden “FETÖ yaptı” denilip çıkılıyor. Bir bütün olarak Diyarbakır’daki bütün devlet bürokrasisiyle ilişkilendirilmelidir. Siz aslında devlete suç işleme meşruiyeti vermişsiniz demektir. Kanunların olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Bizim bölgemizde, Kürdistan’da bu hep böyleydi. Bize gazetecilik okullarında mesleğe hazırlarken “Eğer 5N1K yoksa haberiniz bir işe yaramaz” denilirdi. Artık bu biraz değişti. Şimdi 5N1K’nın yetersiz kaldığı, haberin kaynağında kimin olduğunun da sorgulanması gerektiği düşünülüyor. Çünkü gazetecilik bir vicdan meselesidir.

Okurlarımız için Kemal Kurkut cinayetinin 5N1K’sını nasıl yaparsınız?

Ne vurulmuştu, Kemal vurulmuştu. Nerede vurulmuştu, Evrim Alataş Caddesi’nde vurulmuştu. Ne zaman vurulmuştu, 21 Mart 2017’de vurulmuştu. Nasıl vurulmuştu, silahla vurulmuştu. Neden vurulmuştu, canlı bombaydı. Kim vurdu, polis. Şimdi bu yanıtları verdiniz bitti mi? Bitmedi, çünkü yalan bilgilerle 5N1K oluşturup verdiniz. Kamuoyunu yanıltmış oldunuz. O yüzden burada işin içine Vicdan girmeli. O yüzden bir gazeteci de çıkıp, “Kardeşim vallahi benim muhabirim de oradaydı. Tamam, vali bu açıklamayı yaptı ama çocuğun yarı çıplak olduğu söyleniyor” desin. Haberlerde yarı çıplak olduğunu gösteren tek bir tane bilgi kırıntısı bile yoktu. Vicdan bu yüzden önemli. Siz vicdanınızı korursanız halkın dili gözü kulağı olursunuz, halkın yarasını sarmaya çalışırsınız.