Ana SayfaManşetBir biçim yaratmak – HÜSAMETTİN ÇETİNKAYA

Bir biçim yaratmak – HÜSAMETTİN ÇETİNKAYA

HABER MERKEZİ – “Düşünce nasıl direnir ya da bir biçim nasıl oluşur?” Hüsamettin Çetinkaya’nın Mart 2017’de düşünce özgürlüğü üzerine bir söyleşide yaptığı konuşmanın “Etik-Politik” başlıklı ilk bölümü olan aşağıdaki metin, bu izleğin peşine takılıyor. Henüz girişte Oscar Wilde’ın “Eylemin adı aldatıyor bizi: Eylem, düşünmektir!” sözünü anımsatan Çetinkaya, bize Deleuze’ün Nietzsche’sine kulak vermemizi söylüyor ve düşüncenin etkin olabilmesinin koşullarının olanaklarına dikkat çekiyor: “Düşüncenin bu güce yükselebilmesi için kuvvetlerin onun üzerinde bir şiddet uygulamaları gerekir”.


HÜSAMETTİN ÇETİNKAYA


Eylemin adı aldatıyor bizi: Eylem, düşünmektir!

Oscar Wilde

Özgürlükten yoksunluğun özgürlükten yoksunluk olarak algılanmadığı bir durum. Bu en kötüsü değil mi? Öyleyse en kötüsünü yaşıyoruz. Ya da şöyle de diyebiliriz: düşüncenin olmadığı bir yerde düşünce özgürlüğünden bahsetmek ne kadar meşru? Öyleyse şimdi gayri meşru bir iş yapacağız. Çünkü gerçekte özgürlük var: polis şiddetine maruz kalma, işkence ve hapse tıkma özgürlüğü var; öldürme dahil kadına şiddet, tecavüz, çocuk istismarı özgürlüğü var; açlık, sefillik yoksulluk, bankalara borçlanma özgürlüğü var; aldanma, kandırılma, yalan haber, hırsızlık, sahtekarlık, kayırma, yalancılık, yalakalık, yanaşmalık vb. özgülükler var, üstelik fazlasıyla ve aşırı ölçüde var. Yani islamofaşist ve post-truth karması bir kültür özgürlüğü doruklarda. Biri kalkıp diyebilir ki; fakat bu ‘yanlış özgürlük’. Eğer yanlışın müeyyidesi, yaptırımı yoksa, yani yanlışa direnilmiyorsa, yanlış doğruymuş gibi yaşanıyorsa, o zaman bu, özgürlüğün ta kendisidir.

İyi de kim direnecek? Yanıt basit, öncelikle saldırı halindeki dinsel ve kültürel enformasyona karşı bir ‘karşı enformasyonu’ üretmekle sorumlu olan ‘düşünce’ direnecek. Elbette iktidar ya da güç düşüncenin direnişi ya da karşı enformasyonuyla alt edilemez. Bu açık, fakat bir öncelik meselesi var, söz konusu ‘en kötü durum’dan çıkma işi öncelikle düşüncenin, toplumsal direnişe yol açacak düşüncenin direnmesi gerek. Yanlış hatırlamıyorsam Ulus Baker’in sözüydü “demek ki esas mesele, her şeyi yazıp durmak değil, her şeyin yazılabileceği ortamı, arka planı, fonu oluşturmak, inşa etmektir”. İşte bu nedenle burada ‘düşünce nasıl direnir ya da bir biçim nasıl oluşur?’ diyebileceğim bir izleğin peşine takılmak istiyorum

Düşüncenin kipleri, ayrışmayanı biçimsel olarak ayrıştırırsak; duygulanım, imgelem ve kavramlaştırma (aşağıda bir başka düşünce kipini, ilişkisel yani rölasyonel (relational) bir kipi ya da ontolojiyi açmaya ve anlamaya çalışacağız). Şunu biliyoruz ki, Descartes’dan beri, ama esas olarak Kant’dan beri fikirler, öznenin, bilen öznenin fikirleridir. Daha öncesi Platoncu dünyanın değişmez ve soyut fikirler (yani modeller) ve şeyler yani kopyalar ya da Aristotees’in form-madde evreniydi. Ve bu evrende modellere/formlara ne kadar uygun, benzer davranırsak, o kadar hayattan pay alırdık vs. Oysa fikirler o soyut evrende asılı oldukları yerden inip, ‘Ben’in, Özne’nin zihnine girince, moderniteyle birlikte sabit hakikatler olmaktan çıkıp, birbirinden türemeye, birbirini kapsamaya, birbiriyle çatışmaya, hatta yasaklamaya başladılar. Fikirler birbirlerini sadece türetmediler, aynı zamanda yasakladılar da, koca bir insanlık tarihi bu yasaklar ve birbirine karşı verilen fikir kavgalarıyla doludur. Hatırlarsak, burası bir savaş meydanıydı ‘Kampfplatz”; halâ da öyle. Peki düşüncenin (ya da beden düşüncesinin) öteki kipleri? İmgelem ve duygulanım. Fikirler birbirlerine karşı özgürlük savaşı verirken, duygulanım, ve imgelem özgür mü? Düşünce özgürlüğü derken biz salt kavramlaştırma edimimizin özgürlüğünü mü kastediyoruz? Fikirlerin bedenimizde yarattığı duygulanımlar, ya da duygulanımlarımızın fikirleri, onlar düşünce özgürlüğü kapsamı dışında mı? Ya imgelem, bedenin (ya da duygulara kök salmış imgelerin) amansız güç istenci olarak söylenen, söylenemeyen, sunulan sunulamayan, mevcut gayrimevcut ifadeleri, onlar ne alemde?

Peki şöyle başlayalım; Foucault’dan ne öğrendik? Ya da, ‘…Tarihleri’nde, Foucault bize ne anlattı? En genelde, kapitalizmin doğuşuyla ve moderniteyle birlikte yaşama deneyimlerimizin anlamını formatlayan yeni söylem pratiklerinin nasıl ortaya çıktıklarını  ve  bu söylemlerin, sonradan denetim toplumuna evirilen bir disiplin toplumunda iktidar üreten işlevlerini anlattı. Neydi bunlar? Örneğin Cinselliğin Tarihi’nde, “cinsiyet’in nasıl cinselliğin tarihsel bağımlılığı altında söylemleştiğini irdeler.  Cinsel söylemin bir iktidar bir erkek söylemine, tek yönlü hiyerarşik bir söyleme nasıl dönüştüğünü, serbestleştiğini-çoğaldığını ve deneyimlerimiz üzerinde kurduğu tahakkümü resmeder. Cinsellik ve öznel deneyim giderek psikoloji, psikanaliz, sosyoloji, pedagoji gibi bilim statüsüne oturtulan bu söylemlerin nesnesi haline gelir. Bilgi nesnesinin, gerçek nesne üzerindeki tahakkümünün sonuçları, bu söylemlerin, çocuğun cinselleştirilmesikadının histerikleştirilmesiquerliğin psikiyatrikleştirilmesi gibi, normali ve anormali, sağlıklıyı ve hastalıklıyı, heteroseksüeli ve sapıklığı, uyumluyu-uyumsuzu, sosyali-asosyali vb. tanımlamak, sınıflandırmak yoluyla yaşam üzerinde, hiyerarşi üreten disiplin ve denetim tekniklerine dönüşmeleridir. Söylemsel alanda üretilen bu hiyerarşiler söylemsel olmayan alanda yani devlet aygıtının kurumlarında (aile, ordu, okul, polis, kişisel tıp ya da yerel yönetimler)  kullanılan iktidar tekniklerine ve yararlanılabilir bedenler ve  itaatkar bireyler üreten normlara dönüşür. Özellikle bilimsel ve felsefi söylemlerin (Durkheim’dan, Weber’e, Bloom’dan, Dewey’e, Freud’dan Skinner’a, Adler’e Kohut’a yüzlercesi sayılabilir aklınıza ne gelirse) yaptıkları tanımlar ve kategorilerin normlara dönüşerek kapitalist biyoiktidarların değirmenine su taşır hale gelmesinin en belirgin sonucu normların ahlak alanından yasa alanına taşınması yani hukukun normatifleşmesi olmuştur: “18. yüzyıla değin gördüğümüz toplumlara oranla bir hukuksal gerileme dönemine girdik; Fransız devrimi’nden bu yana bütün dünyada kaleme alınan anayasalar, yazılan ve değiştirilen kanunlar sürekli ve bol gürültülü yasal etkinlikler bizi yanılsamaya itmemelidir: bunlar özünde normalleştirici bir iktidarı yenir yutulur kılan biçimlerdir”(CT-I,148). Adalet kadim dönemde, özellikle Roma’da kendi imgesine göre, kendi içkin imgesine göre tezahürleri olan daha çok eidetik bir tasavvurdu. Dışarıdan, harici belirlenimlere mesafeli hüküm, adalet erdeminin bir göstergesiydi. Oysa Foucault’nun irdelediği kapitalist modernleşmeyle birlikte, biyolojik modernleşme eşiği aşıldığında, adalet, bir devlet, bir iktidar aygıtına dönüşür. Foucault, ‘Hapishanenin doğuşu’ ve ‘Deliliğin Tarihi’nde de benzer süreçleri analiz eder. Anormal, suçlu, deli, hasta tanımlarından, kapatma söylemlerine oradan disiplin, denetim ve gözetleme kurumlarının doğuşuna giden acılı bir tarih. Sonuç nedir; yaşayan varlık olarak insan kapitalist biyoiktidar altında, kendi kendisiyle (aile, eğitim, askerlik, çalışma süreci içinde) bilgi ve iktidar dolayımıyla ilişki kurar. Yani döner söylemlere bakar, zaten bilgi pratikleriyle kuşatılmıştır, ve bu söylemlerin normlara dönüştüğü kurumlara bakar, yaşamı bu kurumlar tarafından kuşatılmıştır, sonra da döner kendine bakar, kendi hakkında, içinde yaşadığı bu söylemler ve kurumlar dolayımıyla bir kişilik geliştirir, öznelleşir. Özetle, Foucault bize başka gerçeklerin yanı sıra, kapitalist biyoiktidar tarafından, söylemler ve kurumlar yoluyla nasıl öznelleştirildiğimizi anlatır. Politik olarak itaatkar ve kullanışlı, ekonomik olarak yararlanılabilir, üretken, sosyal olarak ahlaklı, ölçülü ve makul yani ılık bir insan olarak nasıl öznelleştirildiğimizi.

Öte yandan, günümüz denetim toplumunun öznellik üretimi büyük ölçüde dilin anlamlandırma ekonomisi denen dilsel işaret makinelerine indirgenmiştir. Bu noktada  F. Guattari şu tespiti yapar; bugün “öznellik sadece bilinçdışının ‘matheme’leri ya da psikoanalizin psikogenetik ‘aşamalar’ı aracılığıyla değil fakat aynı zamanda insani olarak tanımlanamayan kitle medyası ve büyük ölçekli toplumsal dil makineleri içinde bizzat üretilir.”(Chasmosis, s.9) Bugün “bilinçdışı bir kurum haline gelmiştir”(CH.10) Ve bu kurumun bugün bize ister psikoterapi, ister ilaç sektörü açısından olsun büyük bir ‘Pazar’ı teklif ettiği, genel kabul gören bir argümandır. Çeşitli Freudcü tarikatların yeni histeri, bebek nevrozu, psikoz, aile çelişkisi, mit okuma vb. ürettikleri yeni deneyim biçimleri bir yanıyla yeni ‘hasta öznellikleri’ üretmekte, bir yanıyla da ona uygun bir pazar oluşturmaktadır. Türkiye’de son yıllarda artan depresan kullanımı modasının belli bir nüfus büyüklüğüne ulaşan ‘hasta öznelliği’ne yanıt oluşturduğunu hatırlamamız yeter. Neoliberal vahşet kendisini bir yandan ‘hasta öznelliği’yle tolore ederken öte yandan ilaçla ikame etmektedir. Oysa Guattari psikanalizin tam karşısına mekanik öznellik üretiminin makinesel kolları içinde, kitleleri sağırlaştırıcı bir biçimde ‘her tür Ekran’da tekrarlanan ‘nakarat’ların (ve ‘karmaşık nakaratların) yarattığı bir ‘şizo’ya dikkat çeker. Onun şizo analizi bu anlamda bizi gayri-insani öznellik üretimi üzerinde düşünmeye çağırır. Ve Guattari iki can alıcı soru sorar “Dünyayı bizzat değişim sancıları kuşattığında bir düşünce kipi, bir kavrama kapasitesi, nasıl değiştirilebilir? Kendisi bizzat değişim süreci içindeyken dış dünyanın değişimi nasıl sunulabilir?” (CH.11). Doğrusu ya bu soruları sadece Freudcü ya da Lacancı psikanaliz için değil, kendisi değişirken sürmekte olan değişimi açıklama sancıları çeken her düşünce için (özellikle kimlik ideolojiler için de) sormak mümkündür. Çünkü dünyanın bu değişim sancıları içindeyken yarattığı çalkantı ve belirsizlik ve ‘yaşamın anlamı’nı inşa eden değerlerin kaybı, aynı anda her tür öznellik ya da ‘kendi’ imgesinin parçalanmasını kışkırtır. Dolayısıyla parçalanma süreci içindeki bir ‘Biz’in ‘temsil’ olanağı hem kalmaz hem de kalsa bile, artık parçalı, çatışmalı ve karmaşıktır. Bugün zaman zaman sığınıldığını gördüğümüz ‘nesnellik’ yanılsaması sadece psikanalizde değil, tüm insan bilimlerinde, toplum bilimlerinde ve hatta tüm bilgi üretiminde bu parçalanmaları, istikrarsızlaşmaları ifade etmenin büyük güçlüğü ve sıkıntısı içindedir. Özne istediği kadar ‘Ben/Biz’, ve işte bu da ‘düşünce’ deyip dursun, ayağının altından toprak, parmakları arasından nesne kayıp gitmektedir. Fenomonolojik tasarımların parçalandığı yarı kararlı (metastabil) bir çağda yaşıyoruz.

Tanrı simülasyonu dünyayı onaylamak için vardır. Bu benim inancım. İnanç Deleuze için, bir duygulanım pratiği olarak canlı, yaşayan bir düşüncedir. Dinsel inanç kavramsal olmadığı gibi, sezgisel bir bilgi de değildir. Sezgi Deleuze için öyle kolay bir şey değil, parmağını şaklatınca geliveren bir esin, hele hiç değil. Sezgi düşüncenin kendi imgesini, kendi sonsuz devinimini deneyimlemesidir. Yaşam deneyiminin dolaysız verilerine, sürenin kavranışına, süreler arası, ilişkiler arası, süreçler arası ilişkilerin kavranışına kadar gidebilen, nihayet yeniyi ortaya koyabilen bir deneyim. Dolayısıyla Spinoza’nın 3. tür bilgisiyle benzer olarak kavranması gereken oldukça zor bir düşünce deneyimi. Peygamberlerin çok geniş bir hayal gücüne sahip oldukları söylenebilir, ancak kavram ya da sezgiye değil. Dolayısıyla inancın duygulanımlar üreten fotografik ya da imgesel düşünceye dayandığını söylemek mümkün. G. Agamben’in The Kingdom and the Glory (2011)’de dinle ilgili olarak ileri sürdüğü tezlerden biri şudur; politik teoloji ve iktisadi teoloji “iki politik paradigma:egemen iktidarın aşkınlığını tek tanrı üzerinde bulan, politik teoloji, ve bu aşkınlığın yerini, hem insan yaşamı, hem de kutsal yaşamı katı anlamda politik olmayan, içkin bir yerli düzen olarak kavrayan oikonomia ile değiştiren, iktisadi teoloji. Politik felsefe ve modern egemenlik teorisi, ilk paradigmadan türemiştir; modern biyopolitika, ekonomi ve yönetimin mevcut zaferine dek her yönüyle toplumsal hayat, ikinci paradigmadan türer” (KG. 1). Ben bazı düşünürlerin çalışmalarının, örneğin, Deleuze ve Guattari’nin, göçebe düşünce, rizom, yayla, içkinlik teorilerinin, G. Agamben’in andığım, Kingdom and the Glory’sinin, Nancy’nin ‘Hıristiyanlığın Yapısökümü’ vb. nin Batı’dan çok, Doğu’ya ait, Doğu’yu açığa çıkaran teoriler olduğunu düşünenlerdenim. Agamben’in bu tezinin de özellikle İslam’ın doğuş ve gelişimine büyük ışık tuttuğunu düşünüyorum. Konunun uzun ve kapsamlı serimlenişini başka bir metne bırakarak burada kısaca birkaç noktayı paylaşmak isterim. Hıristiyanlık, özelikle Saint Paul ve Augustinus üzerinden giden hatta, kendini bireyin kişi olarak içsel aydınlanması üzerine kuran bir ‘sevgi dini’ olarak tanımlar, onun politik teolojiye dönüşümü, biri Kayserili, diğeri Nizanius’lu (Antep civarında bir yer) ve üçüncüsü Kadıköy’lü, olan ve Kapadokya rahipleri olarak bilinen üç Gregori’nin (Gregoryanlar) Teslis inancını yerleştirmeleri sonucu, Kilise imparatorluğuna yolu açan bir politik teolojiye, ve oradan da moderniteyle birlikte egemenlik teorisine dönüşür. Foucault’nun açıklamaları özelinde bu inancın dünyevileşerek biyopolitik bir biyoiktidara dönüşümünü on yedi, on sekizinci yüzyıllarda ortaya çıkıyor. Oysa islam evet açıktan bir Devlet diyemeyiz ama, doğrudan bir ‘yönetim biçimi’ bir oikonomia olarak doğar. Yerel ve yerli bir yönetim biçimi olarak oikonomia. Bu doğuşun tarihsel ve sosyolojik bir olgu olarak irdelenmesine (Goethe Üniversitesi, İslam Enstitüsü’nde çalışan) Prof. Ömer Özsoy’un gerek Kur’an’ın Metinleşme Tarihi (2003), gerekse Kur’an ve Tarihsellik Yazıları(2004) kitaplarında açıklıkla izlemek mümkündür. Esasen oikonomia’ Grekçede ‘ev yönetimi’ demektir. Beytülmal’deki Beyt, Arapça ‘ev’ demektir ve islam devleti bir ‘mülk evi’ olarak ‘ev yönetimi’ yani bir oikonomia olarak doğar. Oikonomia’da baba hem despottur hem de ailenin kollayıcısı, koruyucusu ve adalet dağıtıcısıdır. Bunun anlamı İslamın her şeyden önce ve sonra politik değil, bir iktisadi teoloji olduğudur. Esasen neredeyse bütün fıkıh kitaplarının temel derdinin, cihad, ganimet ve ganimetin nasıl paylaşılacağı olması da bunu kanıtlar. İslam devleti hazinesi yayılma dönemi boyunca kılıçla elde ettiği ganimetle zenginleşmiştir. Bütün iç kavgalar ve savaşların ardında yatan temel gerçek bu zenginliğin valiler ve Beytülmal arasındaki paylaşım savaşlarıdır. Öte yandan Hıristiyanlığın çıkış koşullarında bir biyoiktidar hiçbir şekilde gözlenmez, orada ‘Sezarın hakkı Sezarın, Tanrının hakkı Tanrının’dır. Hırıstiyanlık doğarken dünyevi değildir. İslam ise daha doğarken dünyevi bir iktidardır. Bu yüzden Hıristiyanlık tanrı sevgisiyle yola çıktığını söylerken çekincesizdir ve samimidir. Oysa İslam bir anlamda mecburen Tanrı korkusuyla (takva inancıyla) yola çıkar; sevgiye değil, korkuya dayanır. Suçların (günahın) önlenmesinin tek yolu, Hıristiyanlıktaki gibi arınma (itiraf) değil, korku ve itaattir. Bu da, islamın daha doğuştan bedenleri hiyerarşik olarak erkek tahakkümü altında (yani cinsellik ve güç menşei altında) disipline eden, terbiye eden, özel ve toplumsal yaşamda çocuğun, kadının, yabancının konumu ve haklarından itibaren kulların nasıl yaşayacaklarına, nasıl itaat edeceklerine, kısaca her yönüyle toplumsal hayatın nasıl dizayn edileceğine dek varan bir biyopolitik olmayan biyoiktidar düzenlemesi olduğunu gösterir. Yani kapitalist biyoiktidarın biyopolitik saikleri (biyoiktidarın her şeyden önce ekonominin, üretim biçimi ve sermaye birikiminin talepleri doğrultusunda şekillenmesi ve burjuva iktidarın krallığın öldürme hakkı yerine, yaşatma sorumluluğunu biyopolitik olarak üstlenmesi) burada söz konusu değildir. Ekonomik çözüm kılıçla (ya da her türlü gasp ve el koyma yoluyla) halledildiği için islamda sözkonusu olan, insanların yaşatılması ve geliştirilmesi yoluyla ekonomiye ve politikaya yararlı terbiye süreçlerine tabi kılınmaları değil sadece güce boyuneğişin ve itaatin üretimidir. Bu da cinsiyetçi ve güce dayalı ataerkil hiyerarşinin biyoiktidarıyla mümkün olmuştur. Kapitalizmin Doğu’da ortaya çıkış ve uygulanış biçimlerinin, batı kapitalizmiyle benzer süreçleri yaşamamış olmasının (sanayi devrimleri ve onu izleyen devrimlerden yoksun, salt sömürü odaklı çarpık biçimler almasının) altında yatan temel gerçek, Doğu’da zenginliğin üretim biçimlerinden değil, servet edinim biçimlerinden doğması ve bu işleyişi mümkün kılan islamın iktisadi bir teoloji olmasıdır. Bugün islam dünyada hakim olduğu her yerde sermayenin sancak direği olarak işliyorsa, dönüp bu tarihe bakmak gerekir. Orada ilk görülecek şey; bu toplumların ‘Düşünce’yle değil, ‘Kültür’le yaşadıkları ve yönetildikleridir. ‘Kültür’e düşünceyle karşı çıkamazsınız. Mutezile hareketinin akıbetine bakınca zaten böyle olduğu da görülmüştür.

Bir öğretmen örneğin bir sınavdan sonra öğrenciye “düşünmeden yanıt vermişsin” diyor, “düşünseydin doğrunun (a) değil (b) olduğunu bilirdin”. Burada öğretmenin kafasındaki düşünce imgesi, düşüncenin düşünce olarak doğruyu içerdiği ya da ona sahip olduğudur. Herkes doğruyu ister ve herkesin düşünme imkânı vardır. Deleuze, ‘Nietzsche ve Felsefe’de (135-144) ‘düşüncenin dogmatik imgesi’ diyor, “Doğruyu düşünmek için gerçekten düşünmenin yeterli olduğu”na dair bir inanç vardır. Bu Descartes’cı imge, düşüncenin şaşmaz doğası gereği düşünenin doğruculuğuna, onun doğruyu istediği ve sevdiğine dair evrensel bir sağduyudur. Deleuze’un Nietzsche’sine göre dogmatik imgenin bir diğer göstergesi, düşüncenin kendi dışındaki kuvvetler (beden, arzular, duygular ve çıkarlar) tarafından doğrudan saptırıldığı ve hata/yanlış denen şeyin bunların etkisi olduğu, bir diğeri ise iyi düşünmek için bir yöntemin yeterli olduğudur. “Yöntem, onun yardımıyla düşüncenin doğasına ulaştığımız, bu doğaya dahil olduğumuz ve sayesinde düşünceyi yolundan çıkarıp bizi meşgul eden yabancı kuvvetlerin etkisinden kurtulduğumuz bir yapaylıktır. Yöntemle hatadan kurtuluruz”(NF.136).

Dogmatik imgenin bu veçheleri sanırım herkes için oldukça tanıdık: düşüncenin doğruyu düşünmek olduğunu şu ünlü Hegelci mottoya “rasyonel olan gerçek, gerçek olan rasyoneldir’e kadar götürebilirsiniz. Bedenin, arzuların, duyguların hatta kadının, Hatanın, yanlışın kaynağı olduğuna, doğru düşünceyi yolundan saptırdığına dair imge antik dönemden beri var. Ve yöntem, işte buna bizim kuşak kendi yaşamından da tanıktır ki, iyi bir yöntemimiz varsa (ki o diyalektiktir) düşünceyi oluşturan gerçek kuvvetler, dış kuvvetler ne olursa olsun, doğru yoldayız demektir. Oysa ne yöntemin iyiliği, ne yolun doğruluğundan bugün eser yok. Hatta düşünme ediminden nasibini almış söylemlerin muteber sayılması için, Marks’la şöyle ya da böyle ilişkili olması, Freud’den mutlaka bahsetmesi, semiyolojiden, yapısalcılıktan nasiplenmiş olması, daha üst düzey düşüncenin ise, fenomenolojiyle, insan doğası teorileriyle falan ilişkili olması gerekirdi.  Çok değil daha on, onbeş yıl öncesine kadar durum buydu. Bugün de durum pek farklı değil, Neoliberaller biraz fren yapınca yerlerine birinci kuşak liberaller tekrar arzı endam etmeye başladılar, Freud’dan çark etmenin utangaç versiyonu olarak nöro-psikiyatri boşluk kapatmaya çalışıyor, vb. vb. Bu dogmatik imgenin en belirgin özelliği “hakikatin soyut bir evrensellik olarak kavranma biçimidir”(NF.136). Başta Nietzsche’nin, sonradan Laclau’nun, Balibar’ın daha birçok düşünürün evrensellerin, tümellerin hiçbir şey anlatmadığı, açıklamadığı, ‘boş kavramlar’ olduklarına dair birçok uyarıya rağmen, hakikat bizim için her zaman evrenseldi. Demokrasi, ifade özgülüğü ve hak mücadeleleri önceden verili bu evrensel idealler temelinde veriliyor ve kalabalıkların bu ideallere göre hareket edecekleri bekleniyordu. Oysa burada sözkonusu olan evrensel hakikatler değil, Nietzsche’yi izlersek, düşünceyi başka bir şey yerine bu şeyi düşünmeye iten kuvvetler ya da güçlere yüklediğimiz anlam ve değerdir. Hakikat kavram olarak tamamen belirsizdir. Her şey düşündüğümüz şeyin anlamına ve değerine bağlıdır. Nietzsche’yi aktaran  Deleuze’e kulak verelim:

Soyut evrensellik olarak kavranmış hakikatin, saf bilim olarak kavranmış düşüncenin asla kimseye bir zararı dokunmamıştır. Gerçek şu ki, kurulu düzen ve yürürlükteki değerler en büyük desteklerini her zaman ondan alırlar. “Hakikat bütün kurulu  iktidarlara, kimseye hiçbir zarar vermeyeceğini, çünkü sonuç itibariyle ‘saf bilim’ olduğunu sürekli garanti eden, rahatına düşkün safdil bir yaratık gibi görünür.” İşte düşüncenin dogmatik imgesinin sakladığı şey: düşünceyi saf bilim olarak belirleyen kurulu kuvvetlerin çalışması, kendilerini, ideal olarak belirleyen kurulu kuvvetlerin çalışması, kendilerini, ideal olarak kendi içinde olduğu haliyle hakikatte ifade eden kurulu güçlerin çalışması. …  Bilim kendine eleştiri adını verdi, çünkü dünyanın güçlerini kendi önüne serip karşılaştırıyordu, ama yalnızca bu güçlere borçlu olduğu şeyi vermek için; kendinde, kendi için veya bizim için olduğu haliyle hakikatin tasdik edilmesi (NF. 137).

Düşüncenin yeni imgesinde Deleuze’ün Nietzsche’si bize, düşüncenin temel ögesinin ‘Doğru’ değil, anlam ve değer olduğunu söylüyor. Düşüncenin kategorileri yanlış ile doğru değil, soylu ile bayağı, yüksek ile alçaktır.  Neistzsche’ye göre doğrudan olduğu kadar, yanlıştan da  hak ettiğimiz payı alırız. yüksek düşünce etkin (aktif) bir düşüncedir, alçak olan ise tepkici (reaksiyoner). Hata tepkici düşüncenin düşünceyi yolundan saptırması, en yüksek hatadır bu.  Nietzsche’ye  göre Aptallık düşünce olarak düşüncenin bir yapısıdır. Bir yanılma biçimi değil, baştan sona düşüncenin anlamsızlığını ifade eder.

Baştan aşağı hakikatlerden kurulmuş budala düşüncelerin, budala söylemlerin olduğunu biliyoruz: ama bu hakikatler alçaktır; alçak, ağır ve kurşundan bir ruhun hakikatleri. Aptallık, ve daha derin olarak, belirtisi olduğu şey şudur: alçak bir düşünme biçimi. İşte tepkisel kuvvetlerin egemen olduğu bir ruhun durumunu ilkesel olarak ifade eden şey. Aptal düşünce, hakikatte olduğu gibi hatada da, yalnızca en alçak olanı budur; kölenin zaferini, bayağı değerlerin saltanatını veya kurulu bir düzenin gücünü ifade eden alçak hatalar ve alçak hakikatler bulur. Çağıyla kavga eden Nietzsche ifşa etmekten vazgeçmez: “Bunu demek için, bunu düşünmek için alçak olmak gerekir! (FN.138).

Bu satırlardan sonra Türkiyemin aydınının aklında  şimşekler çaktığından eminim, yakın, üçbeş yıl önce bu alçak düşüncenin Türkiye’de sürdüğü saltanat yıllarını hatırlamayan herhalde yoktur. şimdilik, son olarak yine Deleuze’ün Nietzschesi konuşsun:

Felsefe üzmeye yarar, kimseyi üzmeyen, kimseyi rahatsız etmeyen bir felsefe, felsefe değildir. Aptallığa zarar vermeye, aptallığı utanılacak bir şey haline getirmeye yarar. Şundan başka bir kullanımı yoktur felsefenin: Düşüncenin alçaklığının bütün biçimlerini ifşa etmek. Felsefe dışında, kaynağı ve amacı ne olursa olsun bütün aldatmaların eleştirisini üstlenen başka bir alan var mıdır? Tepkisel kuvvetlerin zafer kazanmalarını sağlayan bütün kurguları ifşa etmek. Aldatmacada, mağdurlarla faillerin şaşırtıcı ortaklığını oluşturan bu alçaklık ve aptallık karışımını ifşa etmek. Sonunda, düşünceyi saldırgan, etkin ve olumlu bir şey haline getirmek. Kültürün amaçlarını devletin, ahlakın veya dinin çıkarlarıyla karıştırmayan özgür insanlar yaratmak. Düşüncenin yerine geçen hınçla, vicdan azabıyla mücadele etmek. Olumsuzu ve onun sahte prestijlerini yenmek. Felsefe dışında kimin bundan çıkarı vardır? (FN.139).

Düşüncenin böyle etkin olabilmesinin koşulları vardır; çünkü etkin olarak düşünmek doğal bir yetinin uygulaması değil, düşüncenin gücüdür, düşüncenin kendi içinde, kendisi için, kendisi olarak gücü. Ama bu güce yükselebilmesi için kuvvetlerin onun üzerinde bir şiddet uygulamaları gerekir. Yoksa bu güce asla ulaşamaz. “O düşünce olmaktan çıkmaksızın, üzerinde bir şiddetin uygulanması, bir gücün onu düşünmeye zorlaması, bir etkin-oluşun içine atması gerekir. Bu zorlama, bu terbiye etme, Nietzsche’nin “Kültür” olarak adlandırdığı şeydir.  Düşüncenin maruz kaldığı bu şiddet, düşünürün bütün bilinçdışını devreye sokan bir terbiye etmedir.  Her zaman düşünürün iyi niyetine, ‘önceden düşünülmüş kararı’na dayanan yönteme karşı kültür, düşüncenin bir iyi niyetten ötürü değil, onu düşünmeye zorlamak için üzerinde uygulanan kuvvetlerden ötürü düşünmeye zorlar.”(FN.144).


Bu yazı Sınırdan Blog‘dan alınmıştır.
Previous post
Zeytinliklere ilişkin yeni düzenleme: Üretici 'Bu düzeltme de bizi kurtarmaz' diyor
Next post
Yerine kayyum atanan Yüksekova Belediye Eşbaşkanı'na tahliye