Ana SayfaKitapEDEBİYAT SÖYLEŞİLERİ | ‘Acıyı, acıklı hale getirmeden anlatmak nasıl mümkün?’

EDEBİYAT SÖYLEŞİLERİ | ‘Acıyı, acıklı hale getirmeden anlatmak nasıl mümkün?’

HABER MERKEZİ – “Edebiyat Söyleşileri” dizisinin bu haftaki konuğu Abdullah Aren Çelik. İlerde Hep Yalnız romanı üzerine konuştuğumuz Çelik, kitabı için ‘bir yol hikâyesi’ ve ‘yazınsal bir arayış’ demenin mümkün olduğunu belirtiyor. Çelik, ‘acıyı, acıklı hale getirmeden anlatmanın’ önemi ve mümkünlüğüne dikkat çekiyor. Edebiyat ve eleştiri üzerine sorularımızı da yanıtlayan Çelik, romanın, yazar ile okuru arasında bir oyun olduğunu belirtiyor ve okur odaklı düşünmenin yazarı piyasanın malı yapacağını bunun da onun ölümü demek olduğunu vurguluyor.


Söyleşi: MUSTAFA ORMAN

“Edebiyat Söyleşileri” dizisi


Abdullah Aren Çelik İlerde Hep Yalnız romanında bir define uğruna yola çıkmayı amaç edinen, yola çıktıktan sonra kendi hayallerini ve amaçlarını bırakıp kendi hikayelerinin arayışına çıkan dört kafadarın başından geçenleri anlatıyor. Tam da bu noktada Çelik, bütün insanların sıradan olduğunu, benzer amaçlar üzerinden hareket ettiğini, insanı sıradanlıktan çıkaran şeyin hikayesi olduğunu hatırlatmış olur bizlere.

Romanın ilk bölümüyle başlayan hikaye, ikinci bölümde ve sonlara doğru kendini daha çok hissettirerek bireysel bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Ve yine kitabın Beşiktaş’ın radyodaki maçıyla başlayıp yine bir Beşiktaş maçıyla bitmesi, bir tesadüf değildir. 90’lı yıllara görünmeyen bir perdeden göndermedir. Kitlenin körlüğü, ayrıca kitlenin uyutulması üzerine bir pencere açmadır; o yılların Diyarbakır’ında yakılan köyler, katledilen insanlar, çatışmalar… bu sır perdesinde bir gerçeği de aralar.

Çelik, tüm bunları kendi karakterlerine hikaye anlattırarak, aslında coğrafyaya özgü hikaye anlatma biçimini de gözler önüne seriyor.

Çelik, İlerde Hep Yalnız‘da hem yüzeyde duranı gösteriyor hem de derinde kalmış olanı okura bulaştırıyor. Ve bu bulaştırma okur üzerinden önce çalışılmış bir bulaştırma değildir. Çünkü her şeyi cevapsız bırakma hali mevcut metin boyunca.

Bir coğrafi hattı karakterler üzerine serpme denemesi, karakterleri başka coğrafyalarda arayışa sürükleme hamlesi içinde İlerde Hep Yalnız. Çelik, romanın merkezinde her daim bir ezeli soruyu dayatıyor; bu soru kendi eserini zamanın karşısında ayakta tutacak bir soru.

Abdullah Aren Çelik ile hem bu yol hikayesi hem de edebiyat üzerine konuştuk:

“İlerde Hep Yalnız” için bir yol hikâyesi denebilir

İlerde Hep Yalnız’da bir yol hikâyesini iki kısımda anlatmışsın. İlk bölümde karakterlerin (Berber Binali, Talip, Muhtar ve Sünnetçi) ‘define’ arayışına çıkışlarını ve karakterlerin genel hallerini sıralamışsın, ikinci kısımda ise karakterlerin içsel yolculuğunu devam ettirip, sonuçlandırmışsın. Burada bir yol seçmen, yola yönlendirmen, yolda da yol araman, yazınsal olarak da bir arayış içinde olduğunu gösterir mi? Böyle bir arayış yoksa neden böyle bir anlayışa başvurdun?

Sorunuza sondan başlayarak cevap vereyim. Yazarın her yapıtı bir tür arayış sonucu ortaya çıkar. Yapıt, yazarı bir arayışa sürüklemez, sürüklememelidir de. Çünkü arayışın kendisi yazınsal bir yapıtın ortaya çıkmasını sağlayan en önemli unsurdur. Arayışa dair son olarak şunu de eklemek gerekiyor, metnin içeriği ile yazarın arayış muradı birbirine paraleldir. Yazar metnini yazmadan önce, okur da yazdıktan sonrasıyla ilgilenir.

Yol meselesine gelince, üç türlü değinmek gerekiyor buna. Birincisi direk anlamıyla, yani yürünerek kat edilen yollar. İkincisi insanların içsel yolculuğu şeklinde olanı. Üçüncüsü ise yazarın (anlatıcının) yapıtında “yol” alma biçimi şeklinde tezahür edeni. Her üç yol ve yolculuk biçimi bir metni yaratan en önemli unsurlardır bence. İlerde Hep Yalnız romanında teknik olarak her üç yolculuk biçimini de görmek mümkün. Fakat kitabın ana izleğinin ikinci kısmında belirginleştiğini ve karakterlerin içsel yolculuğu kadar, yazarın metin içerisinde yol alma biçiminin de öne çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla bu noktada romanın ikinci kısmının, yani karakterlerin içsel yolculuğu İlerde Hep Yalnız’ın yazılma nedeni olduğu söylenebilir. Büyük edebi eserlerin birçoğunda sonu gelmez “yol” hikâyeleri vardır. Don Kişot’ta Sanço Panza ile Don Kişot’un yolculuğu, Anna Karanina’daAnna’nın tren yolculuğu, Juan Rulfo’nun Pedro Paramo’sunda Pedro’nu köyüne yaptığı yolculuk, Jose Saramago’nun İsaya Göre İncil romanında Yusuf ve karısı Meryem’in Beytüllahime yolculukları neredeyse romanların çatısını oluşturur. Bunun nedeni açıktır. Çünkü yol, hem bir imkândır yazara, hem de okurun merak duygusunu ve yolculuğa duyulan merakı tetikleyen bir faktördür. Kullanışlıdır bu nedenle. Yazar için de bolca malzeme taşır. Yazınsallık açısından kolaylık sağladığı için yazarların birçoğu yolculuk fikrine kıymet verir. Pek tabii ki bu durum onların yazınsal bir arayışı nedeniyle değil, aksine yol kendilerine imkân tanıdığı için kullanır.

İlerde Hep Yalnız için de bir yol hikâyesidir denebilir. Fakat roman salt bir yolculuk hikâyesi olsaydı, sanırım yukarıda belirttiğim gibi, “yazarın kolayına geldiği fikrini” şu an eleştiri konusu yapabilirdim. Ama niyetin bu olmadığını, metnin birinci kısmındaki yol hikâyesinin adım adım bir iç yolculuğa dönüşmesinden anlamışsınızdır siz de. Pek tabii ki dışarıdan başlayıp içe dönen bu yol hikâyesine, yazınsal bir arayış demek mümkün. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi yazar için yol bir kolaylıktır, arayış değildir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, İlerde Hep Yalnız bir yol hikâyesi olmasaydı da benim bir yazınsal arayışım olacaktı. Dolayısıyla yazarın niyetini salt metni üzerinden konuşmak doğru olabilir, fakat eksik bir yaklaşım olacağını düşünüyorum.

Ayrıca İlerde Hep Yalnız, bir Beşiktaş maçıyla başlayıp bir Beşiktaş maçıyla sona eriyor. Ve spikerin anlatımındaki göndermelere değinecek olursak, Beşiktaş’ı özellikle seçmiş olman bir tesadüf olmasa gerek? Ne dersin?

Beşiktaş taraftarı olduğumu bir kenara bırakarak cevap vermek istiyorum bu soruya. Beşiktaş’ı kullanmamdaki maksat romanın geçtiği zamanı, yani doksanlı yılları belirtmekti. Metnin zamanını, o dönemi bilen herkes için sembol haline gelen bir takımın, takım ruhunun nasıl bir şey olduğunu göstermek için kullandım. Kim unutabilir ki Metin- Ali- Feyyaz üçlüsünü. Bugün yediden yetmişe herkes bu üç futbolcunun doksanlı yıllarda oynadığını ve Beşiktaş’a getirdiği takım ruhunu bilir. İlerde Hep Yalnız tam da bu takım ruhunun dağıldığı bir sonraki yılı anlatır. O dönemi Beşiktaş üzerinden tam da bu nedenle yazdım. Tabi ki Beşiktaş’ı yalnızca metnin zamanını belirtmek için kullanmadım. Metnin zamanının yanında biraz da o dönemin kaybolan birlikteliğine vurgu yapmak maksadıyla Beşiktaş’ı öne çıkardım. Romanın son cümlesi yalnız kalmaya ve kaybetmeye mahkûm dört kişinin yaşamı kadar dağılan bir toplumun yazgısını da özetler. Ülkemizde doksanlı yıllarda korkunç acılar yaşandı. Koca bir toplum, o yıllarda ne acıda ne de sevinçte bir araya gelebildi. Futbol için gösterilen ehemmiyet, yıkılan bir şehir için, yerde günlerce bekletilen bir cenaze için gösterilemedi. Herkes kendi yazgısını yaşamaya terk edildi nedense. Kitabın son sözü her ne kadar bir futbol muhabbeti gibi gelse de özünde dağılan bu birlikteliğe, kanayan bir yaraya atfen yapılmış ironidir.

Acıyı, acıklı hale getirmeden sunmak nasıl mümkün?

MichelButor, “…romancının bize anlattıkları doğrulanamaz; dolayısıyla da, söyledikleri, anlattığına gerçek görünümünü vermeye yetmelidir” der. Öte yandan romanda, asıl hikâyenin arka perdesinde Diyarbakır var, 90’lar var, kısacası Kürdistan var; bu coğrafyada yaşananları asıl hikâyeyle perdelemendeki gerçek amacın neydi?

Roman kurgudur ve yazar ile okuru arasındaki bir oyundur yalnızca. Gücü de, güçsüzlüğü de buradan gelir. Romancının anlattıklarının doğruluğunun bir önemi yoktur bu nedenle. Çünkü yazar ile okur arasındaki müphem bir şeydir. Dolayısıyla romancının yazdıklarına gerçekmiş görünümü veren okurun kendisidir. Bu da romancının metnine gerçekmiş görünümü vermeğe yetmelidir.

Metin Kaygalak bir şirinde şöyle bir dize kullanmıştı: “sizin için kuzey bizim için güneydir.” Sıradan gelebilir belki bu coğrafik itiraz. Fakat altında koskocaman bir tarih yazımı, kültürel soykırım, güç savaşı, sömürgecilik ve toplumsal bir itiraz vardır. Kavramların başa bela olduğu, coğrafik tespitlerin bile mesele edilip insanların yıllarca hapislerde yatırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Sıradan olanı bile olağan üstü kılan ve insanları ölümle terbiye etmeye çalışan bir paradigmadan bahsediyorum burada. Hikâyenin zamanı doksanlı yıllar, hikâyenin mekânı Diyarbakır. Şimdi bu noktada hassas bir olgu devreye giriyor. Bu olgu da o yıllarda yaşananları pornografik kılmadan anlatmak ile ilgili bir meseleye gelip dayanıyor. Çünkü şehir de o şehirde yaşananlar da bunu zorunlu kılıyor. Yani acıyı, acıklı hale getirmeden sunmaktan, anlatmaktan bahsediyorum. Peki, bu nasıl mümkün olacak? Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanı tam da bu konuda biçilmiş kaftan bence. Ortada işlenecek bir cinayet vardır, bütün kasabalı bunu bilir, yalnızca ölecek kişi bundan haberdar değildir. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanında tek bir boşluk bırakır, o da ölecek kişinin öleceğinden bihaber olmasıdır. Romandaki bu boşluk yani anlatılmayan bu kısım aslında romanın en önemli tarafıdır bana göre. İlerde Hep Yalnız’a dönecek olursak, romanda asıl hikâyenin perdelendiğini düşünmüyorum. Aksine daha da öne çıkarıldığı kanaatim var. Çünkü romanda anlatılan kadar işaret edilen, işaret edilen kadar yarattığı boşluktan çıkarılan pek çok anlam var. İlerde Hep Yalnız bıraktığı boşluk kadar yer işgal eden bir romandır ve o boşlukta bir coğrafyadır.

Romanı biraz kenara bırakalım istiyorum.  Zaman zaman da eleştiri yazıları yazıyorsun. Türkiye’de bir eleştiri mekanizması var mı, yoksa tutulmuş koltuklarda bir eleştiri sanrısına mı maruz kalıyoruz? Ya da bu eleştiri işi böyle yürümez de, şöyle yürür gibi önerilerin var mı?

Eleştiri yazıları yazdığım doğru. Fakat nedense bu konuda söz söyleyebilecek yetkinlikte görmüyorum kendimi. Çünkü daha çok kendimi bir romancı olarak görüyorum. Türkçede Orhan Koçak gibi birkaç eleştirmeni bir kenara koyarsak, eleştirinin hakkının verildiğini düşünmüyorum. Eminim sizin de dikkatinizi çekmiştir: eleştiri mekanizması romancının, öykücünün ortaya koyduğu metnin meramının dışına çıkamıyor. Oysa önemli olan bir metni tartışırken o metni geliştirebilecek, dahi iyi bir noktaya taşıyabilecek özgün bir fikrin ortaya çıkmasıdır. Bu oluyor mu? Korkarım ki hayır. Eleştiri mekanizması, yazarın yapıtını geliştirmek yerine, onun çizdiği sınırların içerisinde gezinip duruyor. Dolayısıyla bu noktada eleştiri iyi bir yapıtın ortaya çıkmasını sağlamalıyken bu mümkün olmuyor. Peki, bu nasıl aşılabilir? Bunun için öncelikle eleştirmenin kendisine ait bir modelinin olması ve bu düşüncesini de bir takım yapıtlar üzerinden tartışması gerekiyor. Yani eleştirmen kendi düşünsel zemini üzerinde yazarın metnini tartışmalıdır. Bunu yaparken de kendi düşünsel ekseninden taviz vermemelidir. Ancak bu şekilde iyi bir eleştiri mekanizması ortaya çıkar. Nahoş olan ise eleştirmenin bu yönlü bir modelinin olmamasıdır.

Paul De Man’ın retoriği, edebiyatın her yerde olduğuna dairdir ve bütün metinleri bu olgu üzerinden tartışır. Renê Girard’ın Romantik Yalan Romansal Hakikat isimli eseri “Üçgen Arzu” denen bir olgu üzerinde durur ve roman çözümlemesini de bunu kullanarak yapar. Keza George Lukâcs, Fredric Jameson, Mihail M. Bahtin ve diğer pek çok eleştirmenin de aynı şekilde bir eleştiri mekanizması kurduğu görülüyor. Tam da bu noktada eleştirinin gücünün yazınsal türe bir yenilik getirdiğini görüyoruz. Sormadan edemiyor insan, Türkçede bu güçte bir eleştiri mekanizması var mı? Yazınsal türler için çıta görevi gören bir eleştiri korkarım ki Türkçede yapılamıyor.

Okur odaklı düşünmek yazarı piyasanın malı yapar, bu da onun ölümü demektir

Bir metnin düşünmesini, hissetmesini, başka yerlere götürmesini her daim okuyucu sağlar; metin tek başına hissiz, düşünemeyen, eylemde bulunamayan bir şey olarak kendi başına durur. Okuyucu ve eleştirmeni buna binaen birbirinden ayırırsak, eleştirmen bir metne hangi imkânları sağlar?

Bana kalırsa okur odaklı yazınsal çaba yazarı öldürür. Yazar kendisi için yazmalı, kendisi için düşünmeli ve kendisi için üretmelidir. Yazarın böylesi bencilce tavrı ancak özgün bir metnin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Okur odaklı düşünmek yazarı piyasanın malı yapar ki bu da onun ölümü demektir. Tabii ki bunu söylerken, yazarın okuru bir kenara bırakmasını salık vermiyorum. Aksine bir metnin değeri de değersizliği de okurdan gelir.

Eleştirmenin ise iki yönlü rolü vardır. Birincisi kendisi için bir model yaratıp o model aracılığıyla metinsel analiz yapması, ikincisi ise okur ile yazar arasında bir rol üstlenmesidir. Eleştirmenin metne sağladığı imkân da bu noktada ortaya çıkar. Çünkü eleştirmenin durduğu yer, okur ile yazarın arasındaki koridordur. Dolaysıyla eleştirmen hem bir okurdur hem de yazılan metnin yeni yazarıdır. Bu yönüyle hem“saf” hem de “düşünceli” bir okurdur eleştirmen. Sadece eleştirmeni yazılmış olan bir metni tekrar yazılması noktasında katkılarını görürüz. Bunun dışında okur ile eleştirmeni teknik olarak ayırmak mümkün fakat doğru değildir bence.

İdeoloji, kendi ülküsü için edebiyat da dâhil pek çok şeyi ‘kullanır’

Ölüm ve intihar, tıp ve terapi, edebiyat ve ideoloji arasındaki iç içe birbirini anlatan ve aynı zamanda birbirinden ayrılan bu kavramlarda, edebiyat ve ideolojiyi açıklayacak olursak, nasıl bir açıklama yaparsın? Edebiyat mı ideolojiyi kullanır, yoksa ideoloji mi edebiyatı kullanır?

Edebiyatı ve ideolojiyi birbirinden ayırmak güçtür. Edebiyatta ideolojiye, ideolojide de edebiyata yer verilir. Buraya kadar her iki olgunun arasında uyumlu bir yakınlaşma düşünülebilir. Fakat ideolojinin bir aygıt olduğunu ve toplumsal dönüşümü hedeflediğini unutmamak gerekir. Dolayısıyla ideoloji, kendi ülküsü için edebiyat da dâhil pek çok şeyi “kullanır”.  Ama aynı şeyi edebiyat için söylemek mümkün değildir. Çünkü edebiyatın görevi, olanı biteni sadece ve sadece ideolojik bir takım saiklere bağlı kalmadan anlatmaktır.

Filistinli Yazar Gassan Kenefani bir öyküsünde bir anne ile oğlunun dramına yer verir. Anne, İsrail saldırısı sonucu oğlunu bırakıp kaçmak zorunda kalmıştır. İsrailli bir aile Filistinli bu çocuğu evlat edinir ve ona bakar. Aradan yirmi yıl geçer, anne oğlunu bulmak için İsrail’e geri döner. Oğluyla buluşmasında, oğulun anneye söyledikleri “ideolojik” bir manifesto gibidir. Kenefani’nin uzun öyküsünü okuyunca Karl Marx’ın “Dünya Edebiyatı”kavramını düşünmemek elde değil. Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” kolonyalist bir metindir. Batı medeniyetinin sömürge anlayışını ideolojik bir saikle herhalde bu kadar iyi anlatan bundan daha iyi bir eser yazılamazdı.Necip Mahfuz, Mısır’ın tarihsel arka planını, ülkesinin dinsel aidiyetlerini, ideolojik dönüşümünü, insanlarının sosyal ve siyasal isteklerini ustalıkla anlatır. Emile Zola, Charles Dickens, George Orwel, Dimitir Dimov, Aleksandr Soljinetsin, İlya Ehrenberg, Yaşar Kemal ve onlar gibi pek çok yazarın eserine sızan ideolojik durum bize ideoloji ile edebiyatın birbirine ne kadar yakın olduğunu gösteriyor.

“Kullanılma” meselesine gelince: ideoloji, ülküsü için edebiyat da dâhil pek çok şeyi kullanır, edebiyat ise ideoloji dâhil her şeyi anlatır.

Her söyleşinin meşhur sorusudur, ama ben tersini soracağım. Türkçe edebiyatta son dönemde çıkan romanlardan beğenmediklerin var mı? Varsa, nedenleriyle birlikte anlatabilir misin? İsim verirsen hiçbir mahsuru yok bence.

Bir metnin iyi olup olmadığı genellikle kitabın ilk sayfalarında anlaşılır. Pek tabii ki ben de her okur gibi beğendiğim kitaplar kadar beğenmediklerimle de karşılaşırım. Altını çizmek istediğim konu, kitabı ve yazarını sevip sevmediğim değil. Bundan ziyade, kitabın ticari bir nesne olarak algılanmaya başlanması. Nesneleşen her şey gibi kitabın da pazarlanması ve piyasada mal olarak düşünülmesi oldukça rahatsız edici geliyor bana. Bunun yarattığı en büyük sıkıntı da yayınevinin yazarı bu ticari kaygıyla yönlendirmesi. Dikkatinizi çekmiştir belki, pek çok yayınevi neredeyse birbirine oldukça benzer kitaplar basıyor. Tabii ki burada can sıkıcı olan aynı konular etrafında kitap basmak değil, yazarı buna zorunlu kılmaktır. Bu ölümcül hastalık sonucu ortaya çıkan her metne mesafeliyimdir bu nedenle. Dolayısıyla bir takım yönlendirmelerle yazılan her metin kötü ve yazarı da lanetlidir bana göre.