Ana SayfaÇeviriJohn Bellamy Foster’la söyleşi: ‘Gezegen için bir direniş hareketine ihtiyacımız var!’

John Bellamy Foster’la söyleşi: ‘Gezegen için bir direniş hareketine ihtiyacımız var!’

HABER MERKEZİ – Monthly Review editörü ve “Marx’ın Ekolojisi” kitabının yazarı John Bellamy Foster ile Left Voice dergisinin yaptığı söyleşiyi Ulaş Deniz, Gazete Karınca için çevirdi. Foster bu söyleşide, dünyanın tehdit altında bulunduğu Antroposen Çağ dahilinde, halihazırda gerçek bir ‘olağanüstü durumun’ yaşandığına dikkat çekiyor, Trump’la birlikte neo-faşizmin Beyaz Saray’a girdiğini söylüyor ve ekliyor: “Gezegen ölçeğinde yaşanan ekolojik krizin tüm zararını kabul etmeyi başaramayan hiç kimsenin bugün ne doğru bir sosyalist ne de gerçekten Marksist olabileceğinin altını çizmek gerekir. Ya insan iskanının yurdu olarak dünyanın korunması mücadelesinin ön cephesindeyiz ya da dünya sisteminin yıkımının tarafındayız.”


Söyleşi: LEFT VOICE 

Çeviri: ULAŞ DENİZ 


Sosyal bilimler insan-doğa ilişkisini değil, insan-insan ilişkisini önemsiyor

Antropojen enerji üretiminde büyük ölçekli bir değişiklik meydana gelmediği sürece; iklim değişikliğinin nasıl kontrol dışına çıktığı ve küresel çapta doğal felaketlere sürükleme potansiyelini gösteren kanıtların sayısı giderek artıyor. Monthly Review’in Şubat 2017 sayısında kesin ve tartışılmaz tahminler sunmamıza rağmen bilimin ve bilim kurumlarının etkili çözümler üretmek ve bunları ortaya koymak noktasında başarısız olduğuna işaret ediyorsunuz. Neden meselenin bu olduğunu düşünüyorsunuz?

Dünya sisteminin, özellikle de iklimin hızla bozulmakta olduğu ve bir insan iskanı olan dünyanın tehdit altında bulunduğu Antroposen Çağ dahilinde, şu anda gerçek bir olağanüstü durumu yaşıyoruz. Gene de bizim politik ekonomik sistemimiz yani sermaye birikimiyle tertiplenen kapitalizm; bu aşırı meydan okumayı ve yıkımı hızlandıran şeyi doğru şekilde tanımlamamızı engellemektedir. Karbon emisyonları ve diğer gezegen sınırlamaları temelinde; mevcut tutumun sürdürülmesinin yaratacağı devasa tehlikeler konusunda alarm düğmesine basan doğa bilimcileri aslında şahane ve cesur davranmıştır.

Fakat ana akım sosyal bilimler tıpkı bugün görüldüğü üzere kapitalist ideolojiyi tümüyle içselleştirmiş durumdadır; dolayısıyla konvansiyonel sosyal bilimciler mevcut sorunu ne bu ölçekte, ne de gerektirdiği tarihsel terimlerle ortaya koymaktan bütünüyle acizdir. Toplumun doğayı çok uzun zaman önce “fethettiği” fikrine o kadar alışmışlardır ki günümüz sosyal bilimleri insan-doğa ilişkilerini değil; ancak ve ancak insan-insan ilişkilerini önemsemektedir. Bu da dünya sistemi ölçeğindeki problemler söz konusu olduğunda bir inkarcılığı beslemektedir.

Ana akım sosyal bilimciler pek bu sulara girmezler ama hani ola ki doğa ya da çevreye ilişkin konulardan bahsederlerse sanki gayet normal bir durumdan bahsediyormuşçasına, sanki gezegen için acil bir durum yokmuşçasına ya da benzeri bir durumdaymışçasına rahat tavırlar takınırlar.

Yüzleştiğimiz korkunç ekolojik sorunları ilerlemeci, kademe kademe ele alabilen eko-modernist bir yanıt mümkün değildir; çünkü gezegen üzerindeki insan etkisine bakıldığında, burada derece derece olan bir şey yoktur; hatta tam aksine dünya sisteminde büyük bir hızla gelişen bir çatlak mevcuttur. Sorun her seferinde katbekat büyümekte, sunulandan çok daha hızlı şekilde kötüleşmektedir; çünkü bizler tüm kritik eşikleri geçmiş ve sersemletecek kadar çok uç noktayla yüzleşme sürecindeyiz.

Finansal yapının bağlı olduğu fosil yakıt ekonomisi 

Eğer yenilebilir enerjiye dönüş doğa krizini tersine çevirebilecek, en azından durdurabilecek düzeydeyse; o zaman biz neden doğru kulvarda hareket etmiyoruz?

Kısaca yanıtlanırsa cevap “kar”dır. Uzun cevap ise yaklaşık şöyledir. İki ana bariyer bulunmaktadır: Birincisi fosil yakıtlar finansal kompleksi sayesinde sağlanan menfaatler ve ikincisi ise fosil yakıt ekonomisi aracılığıyla elde edilen yüksek orandaki karlılıktır.

Bu yalnızca enerji yatırımından kaynaklanan basit bir enerji sorunu değildir. Fosil yakıt altyapısı halihazırda mevcut olduğundan alternatif yakıtlar gündeme gelse bile fosil yakıtlara karlılık ve sermaye birikimi temelinde kayda değer bir avantaj sağlamaktadır. Herhangi bir yeni alternatif enerji sistemi daha en başından rekabet edebilir düzeye erişene kadar altyapının inşa edilmesini gerektirmektedir.

Ayrıca fosil yakıtlar için çok daha geniş devlet teşvikleri bulunmaktadır. Ve fosil yakıtlar kapitalist muhasebe açısından güneş enerjisinden bile daha ucuz; adeta doğanın sermayeye bir tür “hediyesi eşantiyon” gibidir.

En büyük bankalar ve Wall Street de dahil olmak üzere finansal yapı fosil yakıt ekonomisiyle sıkıca bağıntılıdır. Yer altındaki fosil yakıt rezervleri, şirketlerin mali tablolarında trilyonlarca dolarlık bir aktif olarak yer aldığından bugünün ekonomisi üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptir; öte yandan da şimdiki mevcut iklim bütçesini beş hatta altı kat aşan tüm bu rezervlerin kullanılması halinde hepimizi iklim cehennemine gönderecek kadar çok olduğu vurgulanmalıdır. Fakat fosil yakıt rezervleriyle ilişkili trilyonlarca dolar değerindeki bu aktifler, eğer fosil yakıtlar tümüyle kullanılarak tüketilirse de tarih olacaktır. Güneş ya da rüzgar enerjisi ise aktifler bakımından fosil yakıtlara eşdeğer değildir.

Dünyanın önde gelen doğa sosyologlarından birisi olan, meslektaşım Richard York, Doğa İklim Değişikliği makalesinde verili bu durumu deneysel olarak ortaya koymaktadır. Enerji endüstrisi bugün bile alternatif enerjiye fosil yakıtların yerine gelmesi gereken yedek değil de; ilave muamelesi yapmaktadır. Alternatif enerjinin hızlı ve ani büyümesi bile fosil yakıtların egemenliğinde radikal bir kırılma olarak görülmemelidir. Bu değişimin gerçekleşmesine hala ciddi bir ihtiyaç bulunmaktadır.

Kapitalist ekonomi için doğa koruma düzenlemelerini ortadan kaldırma eğilimi var

Finans kapitalin ekonomik durgunluk şablonuna girmesi ve bununla birlikte ABD hegemonyasının yıkımının doğa üstündeki olumsuz değişimde büyük etki sahibi asıl nedenler olduğunu iddia ettin. Bunu açabilir misin?

Bir kaç ay öncesine kadar sekiz kişi olmalarına rağmen, bugün altı kişiden ibaret olan; dünya nüfusunun yarısı kadar gelire sahip olan ve dünya ekonomisini giderek artan şekilde yönlendiren, diğer adıyla “evrenin efendileri”nin bakışı açısından temel sorun küresel iklim değişikliği değil de, dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluk trendidir.

Durgunluk, gelişmiş kapitalist ekonomilerde en derin noktaya ulaşmıştır. ABD ekonomisi geçtiğimiz yıl ancak % 1,6 oranında büyüyerek; tarihte neredeyse ilk kez üst üste 10 yıldır % 3’ün altında büyümeyi tecrübe etmiştir. Avrupa’daki büyüme oranı ise % 1,7’dir. Hadi, bir de bu rakamları 1929-1939 arasında ABD’yi kasıp kavuran büyük depresyon döneminin % 1,3 büyüme oranıyla karşılaştırın.

Tekelci finans kapital; aşırı sermaye birikimi ve durgunluk için güçlü bir eğilime sahiptir -ki biz Monthly Review olarak onyıllardır bu fikri savunageldik. 1980’ler ve 1990’larda ekonomiyi ayağa kaldıran asıl unsur (üretim ve finansal balonlarla bağlantılı şekilde finansın büyümesi yani) finansallaşmaydı. Finansallaşmayla birlikte, Büyük Finansal Kriz’in durgunluk sürecini; belirsiz şekilde tanımlananla aynı boyutta teşviklerle engellemek mümkün olmayacaktır.

Bu, aslında benim Fred Magdoff’la birlikte 2009 yılında yazdığımız “Büyük Finansal Kriz” ve Robert W. McChesney ile 2012 yılında yazdığımız “Sonsuz Kriz” adlı iki kitabın da tezidir. Günümüzde, her şey ekonomiyi yeniden çalışır hale getirmek için tertiplenmiştir. Ekonomik büyümenin doğa üzerinde doğrudan baskı oluşturması, karbondioksit emisyonlarını arttırması vb. düşünüldüğünde durgunluğun bazı açılardan ekolojiye yardımcı olduğu bir açıdan doğrudur. Fakat York, gene Doğa İklim Değişikliği makalesinde; deneysel olarak ekonomi iyiye giderken sistemin karbondioksit emisyonlarının doğru orantılı artmasına karşılık; ekonomi aşağıya giderken hiç de aynı oranda karbon emisyonlarını düşürmediğini ortaya koymaktadır. Daha da fazlası bütün gelişmiş kapitalist ekonomilerin odaklandığı yegane noktanın ekonomik büyüme olması; ve onun ötesindeki herşeyin, tüm gezegenin ortak sorunu da dahil marjinalize olmasına ve gündem dışı kalmasına yol açmıştır.

Bu nedenle ekonomiyi ileriye sevk etmenin bir yolu olarak doğa koruma düzenlemelerinin tümünü ortadan kaldırmak yönünde yeni bir eğilim de baş göstermiştir. Bu aslında şuna benziyor: İklim uçurumundan baş aşağı giden, kontrolü kaybedilmiş bir trendeyiz ve hızını daha da arttırmak için kazana daha çok kömür atmaya devam ediyoruz.

Paris İklim Anlaşması: Etkisiz bir araç

Paris İklim Anlaşması, Obama’nın doğa konusundaki başarısı ve mirası olarak selamlandı. Peki bu doğa felaketini engellemek ya da yönünü terse çevirmek açısından ne kadar etkili bir araç olabilir?

Kusursuz bir şekilde etkisiz bir araç. Çünkü bu anlaşmanın gerçekten hayata geçmesi için gönüllü anlaşmalar gerekiyor. Bu anlaşma, en iyi olasılıkla dünya hükümetlerinin iyi niyetlerini basit bir şekilde ortaya koymaktadır. Tek tek ülkelerin gönüllü planları bile; bizi pek çok bilim insanının değerlendirmesine göre; neredeyse uygarlığın sonu olacağı düşünülen 4° C’lik ortalama ısı artışına götürebilir. Çok geç ve çok az olan, üstelik de tümüyle bunları gerçekleştirmek konusunda oldukça gönülsüz pazar mekanizmalarına dayanan ABD önerisi, Obama’nın Temiz Güç Planı esasında oluşturulmuştur. Ama şimdi Trump’ın iklim inkarcısı yönetimi tarafından parçalarına ayrılmıştır. Washington de facto ya da de jure Paris Antlaşmasını terk etmiştir; şimdi tüm anlaşmanın unufak olması tehlikesi baş göstermiştir.

İklim hareketi bakışı açısından Paris Anlaşmasındaki en çekici öğe küresel ısı artışının 1.5° C’nin altında tutulmasının bir amaç olarak resmen ilan edilmesiydi. Fakat neredeyse anlaşmadaki herkes bunu örtüyordu. Ve çok geçmeden, daha şimdiden 1.2° C artışa tanık oluyoruz.

Elbette ki Trump, Obama’nın Temiz Güç Planı’ndan farklı bir yerde durmaktadır; ancak aralarında büyük bir fark olduğunu öğrendiğimiz kabaca yetersiz önlemlerin bile bunu durdurmama olasılığı mevcuttur; durumu daha da geriye götüren ve hatta tümünü yok etmekle tehdit eden bu durumda hala artan ve iklim değişikliğini de içeren eylemlerimiz James Hansen’in tanımladığı üzere “insanlık için son şans”tır.

Ekolojik krizin zararını kabul etmeyi başaramayan hiç kimse doğru bir sosyalist olamaz

Peki bizler; örneğin su tasarrufu, geri dönüşüm, kompost vd. kendi tüketim ya da gündelik yaşam tercihlerimizle iklim değişikliğine ne kadar etkide bulunabiliriz?

Ne yazık ki bu şekilde çok da etkili olamayız; bütün nüfusun seferberliğini gerektiren ve üretim değişikliğine yönelik bir girişimin parçası; koruma amaçlı, kitlesel, ulusal hareket olmadığı sürece yaramaz. Bu tür köklerini bireysel eylemden alan, normal, tüketim temelli stratejiler sorunu çözmek ya da yeterince hızlı müdahalede bulunabilmekten acizdir.

Sorunun boyutları hakkında bir fikir sahibi olmak açısından şu örnek verilebilir: ABD’deki tüm konutlardan gelen atık çöp; belediyelerin kaldırdığı toplam çöpün yalnızca % 3’üdür. Gerisi tümüyle şirketlere aittir.

Bu elbette bahsettiğiniz şeyleri yapmayalım anlamına gelmemektedir. Birey olarak kendimizi ve kültürümüzü -dünyayla ilişkili yaşama biçimimizi- değiştirmeden; gerekli olduğunu hissettiğimiz büyük ölçekli değişiklikleri de toplumdan bekleyemeyiz. Günlük yaşamlarımızda çöpü kaldırmak ve doğa üzerinde yarattığımız hasar üzerinde kendi payımızı görmek zaruridir. Mesela, siz dünyanın diğer tarafında üretilmiş bir plastik çatal kullanarak, hızlı sipariş salatanızı yiyip de, belki bir dakikalık yemek sonunda onu çöpe attığınızda; aslında gelecek bir sonraki hızlı öğününüzü yemeniz için petrokimyasal materyalden üretilmiş, özdeş bir plastik çatal dünyanın diğer tarafında gemiye yüklenmiş olacaktır; ki bu durumda siz açıkça yıkıcı ve çöp üretici sistemi destekliyorsunuz demektir.

Fakat uzunca bir zamandır “tüketici egemenliği” denilen şeyin aslında mit olduğu anlaşılmıştır. Meta ekonomisinde kökten değişiklikler yapmak için artık üretim üzerinde de güç sahibi olmak gerekmektedir.

Eğer gerçekten ciddiysek, o zaman yapmamız gereken ABD’de her yıl yalnızca pazarlama için örneğin hedefleme, güdü araştırması, ürün geliştirme, paketleme, satış promosyonları, reklam, doğrudan pazarlama vs. vasıtasıyla toplumu gerçekten istemedikleri ya da ihtiyaç duymadıkları şeyleri almaya razı etmek için harcanan 1 trilyon dolardan fazlasının peşinden gitmeliyiz. Fakat pazarlamayı hedeflemek, politik tepki de gerektirmektedir. Marx bir keresinde işçilerin -belki bu tüketiciler için çok daha uygun olacaktır- kapitalist toplumda tümüyle ekonomik eylem içinde bulunarak zayıf kaldıklarını; dolayısıyla politik olarak örgütlenmeleri gerektiğini söylemişti.

David Harvey, Naomi Klein, sen ve diğer pek çokları; ya kapitalizm ya gezegen fikrini paylaşmakta; açıklar mısın?

Evet, bugün solda; insanlığın gezegen seviyesinde aslında kendi yuvasını mahvettiğine dair giderek artan bir kavrayış söz konusudur. Sosyalistler de, ekolojik meseleleri yeterince ciddiye almak noktasında çoğunlukla başarısız olmuşlardı. Gene de bu yalnızca sosyalistlerin hatası değildi; hatta hatanın tümünü liberal geleneğin üstlenmesi daha doğru olur.

Fakat 20. yüzyıl sosyalizmi hakkında ne söylemeyi seçersek seçelim; gezegen ölçeğinde yaşanan ekolojik krizin tüm zararını kabul etmeyi başaramayan hiç kimsenin bugün ne doğru bir sosyalist, ne de gerçekten Marksist olabileceğinin altını çizmek gerekir. Ya insan iskanının yurdu olarak dünyanın korunması mücadelesinin ön cephesindeyiz ya da sistemin dünya sisteminin yıkımının tarafındayız.

Bu bakış açısıyla Naomi Klein’ın adını özel olarak belirtmekte haklısınız; ne de olsa bu konuda bilimsel topluluk dışında tek başına kendisi, herhangi bir kişiden daha fazla alarm zillerini çaldırmıştır. Benim görüşüme göre kendisi ABD ve Kanada’daki radikal iklim hareketinin önde gelen entelektüel eylemcisidir. Billy McKibben gibi bir figüre karşıt şekilde, meselenin nedenlerini ve sonuçlarını açıkça dile getirmekten ve herkesin gözüne sokmaktan da sakınmamıştır. İşte Bu Herşeyi Değiştirir adlı kitabının altbaşlığı bu açıdan sarihtir: İklime Karşı Kapitalizm.

Kendisi, sosyalist ve ekolojik düşünce ile doğa hareketi içindeki en önemli yeni gelişme olan eko-sosyalizmle aynı hizada durmaktadır. Bunun iyi bir örneği de Ian Angus’un geçtiğimiz yıl basılan kitabı İnsan Çağı ile Yüzleşmek: Fosil Yakıt Kapitalizmi ve Dünya Sisteminin Krizi’dir.

Bu soruna ilişkin benim özgün katkılarıma gelince konuya ilişkin Kırılgan Gezegen, Kapitalizme Karşı Ekoloji ile Brett Clark ve Richard York ile birlikte hazırladığımız Ekolojik Çatlak gibi bir dizi çalışmam var. Mesele son derece açıktır. Kapitalizm, sınırsız sermaye birikimi ve dolayısıyla katlanarak büyüyen ekonomik büyüme için hazırlanmış bir sistemdir. Bu nedenle ölçeği düzenli olarak büyümektedir. % 3 büyüme ile ekonomi bir yüzyılda 16 kat, iki yüzyılda 250 kat, üç yüzyılda ise 4000 kat genişlemektedir. Gezegenin kapasitesini musluk; kaynağı musluğun bataryası ve lavaboyu ise bütün pis suyun gittiği yer olarak farz edersek; musluğun bataryası aslında aynı kalmaya devam etmektedir. Bu bağlamda ekolojik sınırlamaların gerçekliği ve ekonominin de bunun üzerindeki olumsuz basıncı inkar edilemez.

Elbette ki sorun yukarıda bahsedildiğinden çok daha ciddidir. Daha da önemlisi, kapitalizm; gezegenin biyo-jeo-kimyasal döngüleri ya da dünyanın metabolizmasını önemsemeden, doğa üzerinde kendi hareket yasalarını empoze etmektedir; dolayısıyla dünya sisteminin biyo-jeo-kimyasal döngülerinde çatlak ve kırılmalar meydana getirmekte, ekonomik büyümenin etkileriyle ekosistem ilişkilerini dağıtmaktadır. Bu bizim karşılaştığımız en derin meydan okuma olan metabolik çatlak sorununu beraberinde getirmektedir. Medeniyet ve yaşamın kendisine karşı sürekli şekilde hızlanan bir tehdit olarak “sürdürülebilirlik”; giderek artan düzeyde daha çok ve daha da çok tehlikeli bir hal almaktadır.

Marx’ın metabolik çatlak teorisi ya da “toplumsal metabolizmanın birbirine bağlı sürecinde onarılamaz çatlak” yaklaşımı sistem kaynaklı ekolojik krize yönelik; hem toplumun, hem doğanın; hem de onların diyalektik karşılıklı ilişkilerini kapsayan ve bunu üretimle bağlantılandıran; doğru, geniş kapsamlı sosyal bilimler bakışının çerçevesinin ilk analizidir. Gerçekten de bunlar, o kadar güçlü öngörülerdir ki bugünkü dünya sistemi krizini nasıl görmemiz gerektiğine dair hayati önemdedir. Bu Scientific Reports’un 2017 Mart sayısında açık bir şekilde Marx’ın konseptini ele alan ve doğrudan Marx’ın Kapital‘ine atıfta bulunan bir makaleden de belli olmaktadır.

Bugün bilimsel bir bakış açısıyla İnsan Çağı’ndan bahsettiğimizde o zaman 1945’ten beri dünya sisteminde insanlık eliyle yapılmış bir çatlak yaratan gezegendeki insan etkisinin bu büyük ivmesini de açık şekilde tanımlamış oluruz ki; bu hem jeolojik, hem de insan tarihinin önceki evreleriyle içinde bulunduğumuz güncel evreyi ekolojik olarak ayrıştırmaktadır. Gezegen ve insan ilişkisindeki bu çatlak halihazırda felaket noktasındadır ve yakında -eğer küresel ortalama ısıyı 2°C arttırırsak- geri dönüş olmayacak noktaya da ulaşacak; daha büyük felaketlere yol açacak ve bizzat insanlığı da tehdit edecektir.

İklim değişikliğine bağlı felaketler

Eğer bir tahminde bulunacak olsan; sence insanlık bu kirletme çılgınlığına çok geç olmadan önce son vermeyi başarabilecek mi? Ya da su kıtlığı, zehirli gazların yayılımı ve kavuran havalardan ibaret bir distopik geleceği öngörmek daha mı kolaydır?

Şimdiden iklim değişikliğine bağlı büyüyen çeşitli felaketlerle yüzleşiyoruz. Hızla yükselen ısı, su kıtlığı, aşırı hava olaylarından sakınmak için artık çok geç. Gemi pek çok rotadan yüzmeye başladı bile. Dünya, gelecekte insanlara karşı daha az misafirperver olacak. Bu noktada artık sakınmamız gereken şey daha başkadır: James Hansen’in daha önce söylediği ve benim de “Trump ve İklim Değişikliği” adlı makalemde aynen alıntıladığım üzere: “(insan) kontrolü dışında dinamik bir durum”, bizi; insan medeniyetinin ve sayısız insanın varlığını doğrudan tehdit edecek şekilde 4° C ve hatta daha fazlası küresel ısı artışına doğru yönlendirmektedir.

Daha da kötüsü türlerimizin neslinin tükenmesi olasılığına da işaret etmektedir. Bu açıdan distopik bakış açıları; aslında en büyük distopik romanımızın öngördüğünden bile daha büyük olan bu tehdidin acımasızlığını kavramaktan uzaktır; ne de olsa herhangi bir distopik roman, geçici de olsa hayatta kalmış en az bir insanı esas almaktadır. Dünya üzerinde büyük bir sönmeye yüz tutma halinin yaşanacağını hayal etmeliyiz- bilim insanları yalnızca bu yüzyıl içinde altıncı nesil tükenişinde yaşayan türlerin yarısını kaybedeceğimizi söylemektedir- ve eğer bunu geleceğe doğru yansıtacak olursak olasılıkla insanlardan mahrum kalmış bir dünyayla- ki tam da bu Hansen’in “Venüs Sendromu” olarak adlandırdığı şeydir.

Fakat daha öncesinde yüz milyonlarca, hatta belki milyarlarca insanın afetler aracılığıyla etkilendiğini göreceğiz. Bilimin bize söylediği şey budur. Bir insan iskanı yuvası olan gezegeni yok etmek için tek yapmanız gereken halihazırda yaptığımız üzere kapitalist işe devam etmektir; bu kesinlikle yeterli olacaktır.

Bunu önlemek ya da en felaket etkilerini en azından kısmen engellemek de mümkündür örneğin belki deniz suyu yükselmesini metreler şeklinde değil ama on santimler seklinde yükselmesini sağlamak, Amazon’un ölümünü önlemek, okyanus yaşamının en önemli kısmının ölümünü önlemek vb.. Fakat bunlar bile örneğin insanlar ve dünya arasındaki metabolizma gibi üretim sisteminde devrimci ekolojik değişiklik gerektirmektedir

Hansen’in bizlere anlattığına göre gezegen ölçeğinde karbon emisyonlarını her yıl % 5 oranında düşürmek zorundayız ki bu yalnızca ilk bir kaç yıl için ancak başlangıç düzeyi olacaktır; zengin ülkeler karbon emisyonlarını çift haneli rakamlarda düşürmek zorundadır.

Eğer küresel ortalama ısıyı hala 1.5° C derecede tutmak istiyorsak; en tepesinde de yaklaşık 150 gigaton gibi devasa miktarlardaki karbonu – dolayısıyla olumsuz emisyonlar sorununu- atmosferden ortadan kaldırmanın bir yolunu bulmak zorundayız. Sadece 2° C derecelik bir artışın parmaklıklardan aşmasını önlemek için yıllık karbon emisyonlarında % 3’lük bir düşme sağlanmak zorundadır.

Bu; alternatif enerjiler, toplumsal yapının değişimi ve koruma dahil erişebildiğimiz tüm müsait vasıtalarla halledilebilir; fakat aynı zamanda bu, insanlığın uçsuz bucaksız hareketinin yalnız fosil yakıt ekonomisine değil; kapitalizmin mantığına da karşı durmasını gerektirmektedir. Tam da bu noktadan hareketle İngiltere’deki Tyndall İklim Değişikliği Enstitüsü’nden Kevin Anderson bize “politik-ekonomik hegemonya”ya karşı durmamızı salık vermektedir.

Bu tür durumlarda ne iyimserlik, ne de kötümserlik son nokta değildir. Baş edilemez gibi görünen ihtimallerle yüzleşirken ihtiyacımız olan asıl şey cesaret ve azimdir. Eğer gerçekten uygulamamız gereken doğrudan ekolojik önlemlere bakarsak, yapmamız gereken şey çok da zor değildir. Bu sorunu baş edilemez bir sorun gibi gösteren şey aslında küresel kapitalist toplum denen hilkat garibesidir.

Trump’la birlikte neo-faşizm Beyaz Saray’a girdi

Bugün artık Beyaz Saray’ın da, ABD Çevre Koruma Ajansı’nın da başında iklim değişikliği inkarcıları bulunuyor; peki sen iklim değişikliğini önlemek için kapitalizme karşı mücadele etmek gerektiğini açıklamanın yeterli olduğunu düşünüyor musun? Gezegen için verilen mücadeleyi coğaltacak beklentiler nelerdir?

Trump’la birlikte neo-faşizm Beyaz Saray’a girmiştir; amacı kapitalist ekonominin başka bir yoldan idare edilmesidir. Günümüzün derin krizinin işareti olarak bir yandan neo-liberalizmde bir kırılma, diğer yandan da onun daha sağ bir halefinin ortaya çıkmasıdır. Trump yönetimi yalnızca kendisinin iklim inkarcılığını değil ama aynı zamanda çevrecileri halkın düşmanları olarak gördüğünü de ilan etmiştir; ki zaten liberal demokrasinin kuyusunu kazmakta, ırksal olarak ezilenlere, göçmenlere kadınlara, LGBTlere, çevrecilere ve işçilere saldırmaktadır. Direniş hareketi bu yüzden o derece tüm açılarıyla insanlığı koruma mücadelesi vermelidir.

Eğer insan iskânının yuvası olarak dünyayı kurtarma mücadelesiyle; Harvey’in bahsettiği toplumsal yeniden üretimin ihtiyaçları ve sürdürülebilir insan gelişimine yönelik tertiplenmiş o yardımcı devrimci hareket içinde birleştirebilirsek; işte o zaman gerçekten bir yerlere varabiliriz. Fakat bu devasa bir hareket olmalıdır; dünyanın tüm işçileriyle birleşmeli, emperyalizm ve savaşa karşı çıkmalıdır. Aciliyet sıralamasına göre iklim hareketi elbette merkezi olacaktır ancak eğer tüm cephelerde mücadele edersek veya bir büyük cephe oluşturmayı başarırsak o bir yerlere varabiliriz.

Naomi Klein’ın deyimiyle bu model olasılıkla “Blockadia” olarak günümüzün barikatlarında, dünya çapında bir doğa adaleti hareketi olarak durmalıdır. Doğa için yürüttüğümüz maddi mücadelelerin; gerçekten de içinde yaşadığımız, nefes aldığımız, çalıştığımız aynı doğa için olduğu anlaşıldığı takdirde (tıpkı bugün küresel güneyde görülebildiği üzere) bir doğa proletaryasının oluşumuna bağlı olduğuna inanıyorum.

Düşmanın kim olduğunu tanımak zorundayız. Dünyadaki sekiz büyük ölçekli fosil yakıt şirketi, toplam dünya karbon dioksit salınımının % 15’ini; yani ABD’den bile fazlasını gerçekleştirmektedir. Sermayeye ve şirketlere odaklanmalıyız.

Dakota direnişi ve önemi

Dakota boru hattına karşı yürütülen mücadele ülkenin dört bir yanından, hatta ABD dışındaki yerli halklardan da geniş bir halk desteği sağladı. Gene de söz konusu ihtilaf hala sürüyor ve Trump yönetimi, Aralık ayında kazanılan büyük zafere rağmen bir kez daha saldırmaya hazırlanıyor. Standing Rock’ı koruma mücadelesinden neler öğrenebiliriz?

Standing Rock’ta verilen mücadele günümüz doğa mücadelesinin silinmez bir hatırası olarak hafizalara nakşedilmiştir. Trump’ın seçiminden bile daha büyük bir amaç uğruna yürütüldüğünden büyük bir zaferdi. Yerli halklar geçtiğimiz yıllarda tekrar ve tekrar ortaya koydukları üzere bir kez daha doğa koruma mücadelesinin liderliğini omuzladıklarını gösterdiler. Su koruma eylemcileri sıfırın altında donduran soğukta tazyikli suya, plastik mermilere, gaz bombalarına ve hatta üstlerine saldıran polis köpeklerine maruz kalmalarına rağmen pes etmediler.

Tüm dünyanın nefesi kesilmişti. Ayrımcı ve ırkçı güney eyaletlerindeki sivil haklar mücadelesini anımsamamak çok zordu. Muharebe öncelikle altında döşenecek bir boru hattı ile tehdit edilen Missouri nehri suyunu korumayı hedefliyordu. Fakat bunun tüm dünya için verilen bir mücadele olduğunu -sadece çevreciler değil fakat özellikle de onlara katılan yerli halklar- herkes anlamıştı.

Bana göre en heyecanlı nokta; su koruma eylemcileri için insan kalkanı oluşturmak isteyen binlerce ABD savaş gazisini içinde yer aldığı, kilometrelerce uzunluktaki araç konvoyu dumanı rüzgara katarak hep beraber Standing Rock’a yaklaştıkları sona yakın bu anlardı. Yerli halklarla birlikte durduklarını duyurdular ve hatta diz çökerek ABD’nin yerli Amerikalılara karşı davranışları için kendi adlarına özür bile dilediler. Hükümetin bu olaydan bir kaç gün sonra geri adım atması tesadüf değildir.

Bu çatışma tahmin edilemeyecek kadar muazzam sayıda insanı doğa direnişine çekmekle sonuçlanacaktı ki, bu da mevcut güçlerinin tam ölçekli felaketine yol açacağı için bu noktadan geri adım atmayı seçtiler.

Fakat bunu daha da önemli kılan şey; aslında bizleri tarihsel olarak bölen tüm sınırları aşan bir dayanışma eylemini temsil etmesidir. Bu ihtiyaç duyduğumuz saatte bu yolla kazanabileceğimizi bize söyleyen insan dayanışmasının ortaya çıkışıdır.


Ara başlıklar Karınca tarafından söyleşiye eklenmiştir.
Kaynak: Climate & Capitalism