Ana SayfaYazarlarArif Altan‘Kayıp Şehir’, sessiz arya – ARİF ALTAN

‘Kayıp Şehir’, sessiz arya – ARİF ALTAN


ARİF ALTAN


Sütunsuz ve ayaksız kubbeler artık bir şey taşımıyor. Gök, mabetlerin zeminlerini yeniden fethedecek gücünü yitireli uzun zaman oluyor. Güneş mahzen ve lahitlere düşmeden göçüp gidiyor. Evler, yıkık dökük taş duvarlardan ibaret. Eskiden ışığın ürkek hayatlar ve renkli düşlerle birlikte doldurduğu mağaralara şimdi yağmur bile düşmeye üşeniyor. Eski, çok eski bir anımsama vurup geri dönüyor. İşte hiçbir şey dokunulmamış gibi yerli yerinde. Çocuk, ozanın yanı başında beliriyor, yaşlı adam, puslu bir düş içinde çözülüp gidiyor.

Otuz saniye sonra öldürüleceğini bilen bir çocuğun gözlerinin içine bakarak, “hayat upuzun bir yolculuk” diye başlayan ve sonu gelmez bir şiiri okumaya girişiyor, dünyanın öbür ucundan zamanın başlangıcına düşen ozan. “Tam da bu anda şiirin anlamsızlığı üzerine çok şey söylenebilir” diye kısık bir sesle söyleniyor yaşlı adam. Eksik kaldığı bir hayata sığdıramadıklarını otuz saniyeye sığdırmaya hiç de hevesli olmayan çocuk, akıntıya dönüşen ve her yandan yağan tüm o hırçın seslerden, anlamlı bir sessizliğe eşlik edecek tek kelimenin çıkmadığını seziyor.

Çağların ve binyılların izleri, sesleri, renkleriyle yontulmuş mağaralardan seyreldikçe sisli bir tebessüm biçimini alan Hasankeyf, nedense otuz saniye sonra öldürülecek o çocuğun yüzüyle birlikte bağdaş kuruyor zihnimize. Ama hiç kurgulanmamış bir düş bu nihayetinde. Don Quijote de La Mancha, Rosinante, Dulcinea, bir Kızılderili ateşi, dumanlı bakışlarıyla sizi efsunlayan, gece meleği gözleri ile mabedin duvarında hayat ve ölümün kendisi gibi görünen çok güzel bir kadının, ışıktan yontulmuş karanlıklar içindeki silueti. Kendi sesinden kanlı diline asılan bir şairin, taşın dilsizliğine tutkulu yaslanışı.

Hiç kurcalanmamış bir düş kuruyoruz nihayetinde. Gece ve çığlık çığlığa bir sessizlik zamanı şimdi. “Sesin hala ikimizinken, içine dön ey ıssızlığım” diyen iğde kokulu bir yakarış. Kırmızı, kana vurgun; neylersin ki, yeşilin hükmü de reddedilmiş bir sevda. Yanık baharat kıvamında bir dans, buhur kokulu bir vuruluş coşkusu. Otuz saniye sonra öldürüleceğini bilen bir kentin hayatının en mutlu hatırasını bir sonrasız zamana bağlayacağı ümidini veren o harika düş mü? Yüz binler, çocuklarına sarılıyor zulmün mor çöllere dönüştüğü hudut boylarında. “Kendi rengine bürün, çığlığına sakatlanmış ıssızlığım” diyen içe kıvrılmış bir inleyiş… Hiç mayın diye gömer mi yüreğine bir anne öz çocuğunu?

Bakır çalığı şarkılar, yangın mavisi aryalar tutuşuyor. Gece, bir damla ışık gibi titreşiyor Dicle’nin dudaklarında. Taşıl katmanlarında bir mırıltı, biz ayılıyoruz ve başı, uykulu bir çocuk gibi düşüyor dizlerimize Heskif’in. Yenik düşler kurduğumuz cehennemden düşen iki gölge arasındaki çatlaklıkta, o büyük dönüşün izleri duruyor. Yüzleşmekten ölesiye korktuğumuz ürkütücü bir cürüm gibi geçip gidiyorsun yıkıntılarımızla kayıp çağların ezgileri arasından. Bir tür çağrışımcı büyü, fısıltılarla örülmüş bir tür esrik dokunuş. Sonsuz bir huzursuzluğun özlemine dönüşüyor içimizde dirilen her şey. Yutuluyoruz dilsizliğimize, dönüşüyor yüreğine bozdurulmuş asırlar. Saçlarından asılı kalıyoruz, zamandan hiçbir şey beklemeden akıp giden suların sayıklamalarına.

Otuz saniye sonra öldürüleceğini bilen bir çocuğun gözleriyle tartıyoruz, mağaraların karanlık oyuklardan masumiyet çağlarının sırlarını fısıldayan ışığın kaynağını. Kozmik bir zaman döngüsü içinde, titreyen sessizliğin yüksek çağrışımlarıyla bezeli iki çıplak sözcüğe sığdırıyoruz dünyanın bütün dillerini: Aşk umut etmektir! Umudun umutsuzluk olduğunu ne bilsin ateşle yoğrulmuş yürek. Bütün çizgilerin beliriyor, geçmişine kayıp suların suretinde. Otuz saniyede cismani varlığı salt manaya eriten şiddetli tutkunun titreşimlerini duyuyoruz. Kendi müziğine sağırlaştırılmış imgelere bürünerek ritimsiz ve uyaksız ama ezgili, ruhun lirik devinimlerine, düşün kıvrım kıvrım dalgalarına, bilincin sıçrayışlarına uyum sağlayabilecek kadar yumuşak ve aynı zamanda karşıtlıkları içeren hafif ve derin bir soluk gibi şöyle bir dokunup geçiyorsun. Yutulduğumuz sonsuzluk gibi, içinden çıktığımız yokluğu de görme gücünden yoksun öylece bakakalıyoruz ardından.

Ağırbaşlılıkla şaşırtıcılığın, ölçüyle şiddetin beynimizde yarattığı yepyeni titreşim. Haksızlık, kendini beğenmişlikle yoksunluğu birbirine bağlıyor. Ve bir çocuk düğümlerin her birini sabırla çözerken birbiri ardına, usulca sesleniyor parçalanmış cesetler içinden:

Bir ses ver! Tut ki mahşer günüdür, ortalığa düşmüş, on binlerin uğultusu içinde seni arıyorum…

Otuz saniye içinde öldürüleceğini bilen bir çocuk gibi bakıyoruz ardından. Titreyen ruh, o bulanık hasta ruh! Bilincin hep aynı sıçramaları, iç çöküntüler, felsefe, düş, hep aynı sessiz ayrıntılar. Yüzün lirik bir kafiye şimdiden, ölüm kokulu tüm şiirlere.

İnce kırılgan cümleler gibi geçip gidiyorlar. Onlarca kültürün izini taşıyan yüzleri, kayaları nakış nakış işleyen hattatların bilgeliğini taşıyan bakışları, dokunup geçiveriyor. Yüzümüzü parça parça aydınlatıyor yüzleri. Şimdi “yalnızca onlardır konuşan ve hatırlayan”. Yitik bellek, kayıp şehir, ahşap süs, yanık baharat, sihirli kilim, yağmalanmış taşıl kervansaray… Ölü dil çözülüyor, Dicle’nin saçlarına dolanıp akıyor, akıp gidiyor çağlar kendi suretine.

Akşamüstüne tutunan gölgelerle dokuyor zamanı, yorgun bir günün sonunda dönülecek bir evi olmayan çocukların aldırışsızlığıyla koşuşturuyor Hasankeyf’in tarih bilicileri. Eskitmeden yıprattığımız bir dost gülüşü, üstümüzden yağan. Gelecekte sandığımızı, geçmişte boğduk. Belleğin tükettiği bir sevgili yüzü, asılmış bir düşün gölgesi gibi düşmüş bir kilimin masmavi ucuna. Bir rüyadan arta kalan yapayalnız bir adamın hüznü hareleniyor eprimiş yüzlerin kıyısında. Gece ya da gündüz, fark eder mi? Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz, yalnızca düş içinde bir düş.

Beyninde uğuldayan Keltli bir kadının şarkısıyla otuz kültürü, onlarca uygarlığı dolaşan bir atlı geçiyor esrarlı bir rüyanın içinden. Tarihi boncuklara işleyen, zamanı sözcüklere resmeden, düşleri bir kilime dokuyan Hasankeyfli çocukların yüz çizgilerinde nal seslerinin yankılarıyla birlikte akıyor şarkının sözleri:

Sürmek atını, durmadan sürmek/ gecenin içinden geçerek durmadan sürmek./ Düşler var, anılar var,/ nal seslerinin yankıları izleri var./ Bin güvercinin, bin kumrunun sesleri, izleri var./  Zamanın sınırları nerede şimdi,/ ormanlar içinde kayıp katedraller, kelimeler içinde kayıp diller,/ soruları sormak, cevapları bulmak,/ ağacın kadim bir kökünü bulmak,/ ay ve deniz buluşuncaya/ dans edeceğim ve şarkı söyleyeceğim.

Teninde serin ve gizemli ay ışığı. İlk dişi ve son düşü kayıp, eskiden yıkandığı sularda. Nemli, baygın tütsüler yayan dingin zirvenin tepesinde, bir Kelt şarkısının ezgileriyle her düş usulca evrensel vadiye kanatlanıyor. “Son kez bakın” diyor küçük tarih bilici:

Göğsüne sarıp gecenin sisini, çekiliyor sonsuz uykuya. Lethe olmasın Dicle! Bakınız, nehri bile uyku tutmuyor yatağında. Ya uyursa! Hayal edin ve bir daha hiç uyanmayacakmış gibi otuz kültürün, onlarca uygarlığın yazgılarıyla yattığı yerde uyuduğunu Dicle’nin, tüm güzelliklerin üstünde…

Bir Kürt deseni, bir Artuklu hikayesi, bir Eyyübi arması, bir Acem türküsü, bir Moğol hançeri… Bir eşarp, bir poşu, bir baharat kokusu, ahşap bir süs, kayıp zamanlara belleğini tazeleyen bir çocuk… Keltli kadının sesi duyuluyor sisler ardındaki denizler ülkesinden; “Zamanın sınırları nerede şimdi?” Taşıl katmanlar içinde rüyalar, kelimeler içinde kayıp diller. Bin yıl sonra bir atlı geçecek buradan, aynı şarkının aynı ezgileri içinden. Kayıp şehir nerede diye soracak: “Sür atını aydaki dağların üzerinden. Aşağıya gölgeler vadisine, korkmadan sür atını” diye yanıtlayacak bir gölge, “El Dorado’yu değil de arıyorsan eğer ilk aşklar kentini, o yitik ilk kayalar ve mağaralar ülkesini…”