Ana SayfaManşet‘AKP’nin telaşı sebepsiz değil’: Türkiye neden Katar’ın yanında?

‘AKP’nin telaşı sebepsiz değil’: Türkiye neden Katar’ın yanında?

HABER MERKEZİ – Ankara gündemini yakından takip eden gazeteci Kenan Kırkaya, Katar ile başlayan Körfez krizinin Ankara’daki yankılarını Gazete Karınca’ya değerlendirdi. Kırkaya’ya göre ‘mevcut durum, güçler açısından Katar’ın suçlanmasını gerekli kılıyorken, yarın Türkiye suçlanacak’. Hükümetin bu tehlikeyi gördüğünü belirten Kırkaya, “Katar’ın yanında yer almalarının bir sebebi de bu aslında. Katar üzerinden gelen saldırının doğrudan kendilerine yöneldiğinin farkındalar ve bu nedenle cepheyi sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. AKP’nin telaşı bu nedenle sebepsiz bir telaş değil” diyor.


Röportaj: Altan Sancar


Ankara’yı yakından takip eden gazeteci Kenan Kırkaya, başkentin gündemini Gazete Karınca’ya değerlendirdi.

Kıdem tazminatı ile zeytinlik alanlarının işletmelere açılması konusunun Meclis’in temel gündem maddelerinden olduğunu söyleyen dihaber’in Ankara Temsilci Kırkaya, Körfez’deki kriz karşısında Ankara’nın aldığı tutuma, Mesud Barzani yönetiminin ‘bağımsızlık referandumu’ kararının başkentteki yankılarına ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğündeki CHP heyetinin HDP’yi ziyaretine dair  konuştu.

İşte gazeteci Kırkaya’nın başkent siyasetinin nabzına ilişkin izlenimleri:

AKP, kıdem tazminatı ve zeytinlik konusunda geri adım atmış gibi yapıyor

TBMM’nin tatile girmeye yaklaştığı bir dönemdeyiz ancak Ankara gündemi oldukça yoğun? Son süreçte Ankara’da öne çıkan gündem maddeleri nelerdir?

Ankara’da birden fazla sıcak gündem başlıkları mevcut. Bunlardan bazıları Katar krizi, Kürdistan’ın bağımsızlık referandumu, OHAL ile birlikte hak ve özgürlüklerin askıya alınması, Meclis’in ffilen askıya alınmış olması gibi birçok konu başlığı var. Ramazan Bayramı’na kısa bir süre kala Meclis tatile girecek, ancak Meclis bir yandan da referandum ile birlikte önemini yitirmiş durumda. AKP ise bir taraftan mecali kalmamış meclisi kendi ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç olarak kullanmaya devam ediyor.

Mevcut gündemler arasından iki önemli gündem dikkatimizi çekiyor. İlki emekçileri ilgilendiren kıdem tazminatı konusu bir diğeri ise zeytinlik alanların işletmelere açılması konusu. Her ikisinde de AKP geri adım atmış izlenimi yaratsa da AKP geri adım atmak yerine,komisyona çektiği yasaları daha fazla kendi ihtiyaçları ekseninde forma kavuşturarak gündeme getiriyor. Kıdem tazminatı ve zeytinliklerin tartışılması konuları daha fazla bu eksende geçecek gibi görünüyor.

Meclis’in tatile hazırlandığı bu süreçte en kritik konu ise devam eden savaş, çatışma ve ölümler. Türkiye kamuoyu bir kez daha çatışmaları Ramazan ayı boyunca yaşadı ve Aybüke öğretmen hayatını kaybetti. AKP medyası için Aybüke öğretmen konusunda bir kıyamet kopmuş durumda. Aybüke öğretmenin hayatını kaybetmesi elbette ki üzücü bir durum, ama kimse ‘Aybüke öğretmenin hayatını kaybetmesinin sebebi nedir?’ sorusunu kendine sormuyor veya ‘Aybüke öğretmenin hayatına son veren çatışma sürecine neden geldik?, çözüm süreci neden rafa kaldırıldı?’ sorularının cevabı hala yok. Havanda su döver gibi günah keçisi yaratarak veya insan hayatına değer veriyormuş gibi bir algı yaratak ikiyüzlü bir yaklaşım sergileniyor.

Katar krizinde yarın Türkiye suçlanacaktır, AKP’nin telaşı sebepsiz değil

Katar ile başlayan Körfez krizi Ankara’da ciddi bir gündem maddesi olarak yerini koruyor. Kriz patladığı andan itibaren Ankara’nın tutumunu ve krizi nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Katar meselesi oldukça ciddi bir mesele. Uzun süredir kullanılan bir deyime göre Türkiye Ortadoğu bataklığına saplandı, Suriye konusunda gırtlapına kadar bu işe girmiş durumda ve oradaki silahlı grupları destekliyor. Oysa Türkiye geçmişte bunu Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte yapıyordu ve Sünni bir blok olarak hareket ediyorlardı. Katar krizi bir yerde sürpriz olmadı, çünkü bu işin eninde sonunda sahiplerini bulacağı belliydi. Çünkü Ortadoğu’ya daha fazla çatışma ve ölüm vaad etmek Suriye’ye de Ortadoğu’ya da bir çözüm getirmedi. Bilakis bölgedeki durum daha da ağırlaşmaya başladı. Katar konusu her ne kadar Şii eksenine yönelik bir hamle olarak görünse de bir taraftan da gittikçe statüko kalıpları içine hapseden Sünni bloğun ABD müdahalesi ile parçalandığını da gösterdi. Geldiğimiz süreçte Suudi Arabistan ile Katar karşı karşıya geldi, Türkiye pozisyon almaya zorlanıyor.

Burada Katar’a yönelik suçlamalar oldukça dikkat çekici, çünkü suçlamaların başında teröre destek konusu geliyor. Terörden kastedilen ise Suriye’deki silahlı gruplar ve bunun başında da El Nusra gibi örgütler geliyor. Bir adım ötesinde ise IŞİD’e destek verdiği konusu gündeme gelebilir ki bu da büyük bir sürpriz olmayacaktır. Ancak bugün Katar’ı destek vermekle suçlayan Suudi Arabistan da bu işin bir parçası, yine Türkiye en başından beri bu işin bir parçası ve bugün pozisyonunu korumaya da devam ediyor.

İkinci önemli bir mesele ise Katar’ın İhvan’a destek vermesi konusu. İhvan, Mısır’da iktidara gelmiş ve Arap Baharı döneminde alevlenmiş bir hareket. AKP, bugüne kadar İhvan’a olan yakınlığını hiçbir zaman saklamadı ve ideolojik, siyasi yakınlığını ifade etti, ekonomik olarak destek verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan neredeyse İhvan’ın sözcüsü gibi hareket etti. Şimdi Katar’a yönelik böylesi bir suçlama varken, yarın birgün bu suçlamanın AKP’ye yönelik olarak da yürütülmemesi mantığa aykırı. Mevcut durum, güçler açısından Katar’ın suçlanmasını gerekli kılıyorken, yarın Türkiye suçlanacaktır. Türkiye yönetimi bu tehlikeyi gördü ve Katar’ın yanında yer almalarının bir sebebi de bu aslında. Katar üzerinden gelen saldırının doğrudan kendilerine yöneldiğinin farkındalar ve bu nedenle cepheyi sağlamlaştırmaya çalışıyorlar.

AKP’nin telaşı bu nedenle sebepsiz bir telaş değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu görüyor ve okuyor ve buna göre bir pozisyon alıyor. Katar’a asker gönderme konusu da bu noktadaki pozisyonlardan bir tanesi olarak önümüde duruyor. Deyim yerindeyse, 3. Körfez Krizi dediğimiz bu soğuk savaşta Türkiye Katar’dan yana pozisyon aldı ve bu durum Türkiye’yi eski müttefiki ile de karşı karşıya getirdi. İlerleyen yıllarda yaşanacak dönüşümün ilk adımlarını görüyorlar ve ona göre pozisyon alıyorlar. AKP medyasına yakın isimler de Katar konusunun Türkiye’ye yönelik boyutlarının olduğunu kendi açılarından dillendirmeye başladılar. Öyle ya da böyle görünen o ki birileri bu işin hesabını bir biçimde Türkiye ile görecek, ancak olacak olan Türkiye halklarına olacak. Çünkü yürütülen tüm bu politikaların cezasını Türkiye halkları çekiyor.

Türkiye kendi etrafında yeni bir Sünni blok oluşturmaya çabalıyor

Türkiye’nin blok dışında kaldığı ve yalnızlaştığı söylemleri sıklık kazanmış durumda. Türkiye gerçekten yalnızlaştı mı?

Sormamız gereken esas soru, ‘Türkiye Sünni blok içinde yer almak zorunda mıydı?’ sorusu olmalı. Aslında bu durum Türkiye yönetiminin bir tercihiydi ve bu tercih yanlış bir tercihti. Böylesi mezhep savaşlarının yaşandığı bir noktada Türkiye daha barışçıl bir çerçeveden konuya yaklaşabilirdi. Ancak Türkiye Sünni blokta yer aldı hatta bu bloğun liderliğine oynmaya başladı. Bunu İhvan meselesinde, Mısır, Suriye, Filistin meselesinde bunu görüyoruz. Davutoğlu’nun bir dönem çizdiği ve AKP’de alıcı bulan teori çerçevesinde ‘Biz Ortadoğu ve Sünnilerin lideri olacağız’ dediler, ancak sahada işler pek de öyle olmadı. Siz Türkiye’de Kürtlere kabadayılık yapabilirsiniz, Alevilerin haklarını gasp edebilirsiniz ancak uluslararası düzeyde işler pek de öyle yürümüyor. Uluslararası siyaset, Türkiye’de yapılan oldu bittilere benzemez.

Türkiye’nin bugünkü çabası ise Sünni bloğun dışına çıkmak değil, kendi etrafında yeni bir Sünni blok oluşturma çabasıdır. Türkiye’nin pozisyonu yanlıştan vazgeçme pozisyonu değil, yanlışı devam ettirme çabası. Zira Türkiye bu mezhep çatışmasının içinden çıkınca yalnızlaşmış olmayacak, aksine daha doğru bir noktaya gelecek. Ancak Türkiye bunu yapmak yerine parçalanan Sünni blok içerisinde de çelişkiyi derinleştirecek bir konumda yer alıyor.

Türkiye’nin Rojava’ya yönelik karşıtlığı bir sistem karşıtlığı

Ortadoğu’da yaşanan büyük kriz ve savaş ortamında Rojava’yı nasıl konumlandırmak gerekiyor ve bu kriz Rojava’nın geleceğini nasıl etkileyecek?

Ortadoğu’da yaşanan krizleri değerlendirirken, ‘Bu durumdan nasıl çıkılır?’ sorusunu sormak önemli bir yerde duruyor. Mevcut durumdan nasıl çıkılacağının en hayat bulmuş örneği ise Rojava örneğidir. Çünkü Rojava’da tüm farklılıklar bir arada yaşamaya dayanan bir model şekillendirdiler. Şekillendirilen bu modele ise Kuzey Suriye Federasyonu adını veriyorlar ve kendilerini ileride Sruiye Federasyonu’nun bir parçası olarak değerlendiriyorlar. Burada yaşayan halklar tüm farklılıklarına rağmen bir arada yaşamı sürdürüyorlar. Ancak diğer yandan baktığımızda ise aynnı etnik kimlikten, aynı inanç ve düşünceden gelmiş olmalarına rağmen çatışma yaşandığını görüyoruz. Son dönemde dillere dolanan ‘Tek vatan, tek millet, tek dil’ ve sorunların çözümü olarak sunulan formülün, sorunların çözümü olmadığını Katar konusunda bir kez daha görmüş olduk.

Türkiye ya da Ortadoğu içine girdiği durumdan kurtulmak istiyor ise ortada bir model var ve bu model Rojava örneğidir. Rojava,  PKK lideri Öcalan’ın daha önce önerdiği Ortadoğu Konfederasyonu’nun tek çözüm noktası olduğunu da gösteren bir nokta. Dünya ve Ortadoğu ülkeleri ya bu modeli hayata geçirecekler ya da çatışmalar derinleşecek. Ancak hayata geçmesi zor bir durum, çünkü sistemdeki politikalar daha çok iktidar ve çıkar eksenlidir ve kimse bunlardan vazgeçmek istememektedir.

Bahsettiğimiz noktadan bakınca ise ortaya konulan modelin saldırılara maruz kalması durumunu görüyoruz. Türkiye bu modele yönelik saldırılarda şu an itibari ile başı çekiyor, ancak Türkiye’nin saldırılarını salt Türkiye saldırısı olarak görmek mümkün değildir. Türkiye’nin Rojava’ya yönelik karşıtlığı bir sistem karşıtlığıdır, ‘sen benim oyunumu bozuyorsun’ saldırısıdır. Dolayısıyla Rojava bir açıdan umut vaat ederken, bir yandan da saldırılara gebe olma durumu var. Ancak bu saldırılara karşı oluşturulan birlik ruhu korundukça bertaraf edilebilecektir.

KDP ve AKP’nin oldukça yakın ilişkileri var

Kriz ortamında bir de KDP’nin aldığı Kürdistan’ın bağımsızlık referandumu gündemi oldukça tartışılır bir konu haline geldi. Ankara’dan da konuya farklı tepkiler yükseldi.

Kürdistan Bölgesi’nin aldığı bağımsızlık referandumu kararı Ortadoğu’da yaşanan krizin içinde önemli bir yer tutuyor. Karar, Türkiye’de de Ankara’nın önemli gündem başlıklarından biri ve yakın takip ediliyor. Elbette ki her halkın kendi kaderini tayin etme hakkı var ve Kürtler de nasıl yaşamak istediklerini referandum sonucunda karar verecekler. Komşu ülkelerin ise yalnızca buna saygı duyması beklenebilir. Geçmişte ‘Kürt kardeşlerim’ diyenlerin ‘Siz kendi başınıza karar veremezsiniz’ demeleri başta Türkiye olmak üzere iki yüzlülüklerini göstermektedir. Bunun altında bir de yıllarca sürdürülen Kürt karşıtı politikalar yatmaktadır.

Tepkilerin bir noktada da suni olma ihtimali de var, çünkü KDP ve AKP’nin oldukça yakın ilişkileri var. Kürtler bir karar vereceklerse kendi aralarında birlik sağlamaları gerek. 40 milyonluk bir Kürt nüfusundan bahsediliyor ve 5 milyonluk Federal Kürdistan’ın verdiği karar Kürtlerin kaderini bağlamayacaktır, diğer Kürtlerin de ne düşündüğü önemlidir. Burada yapılması gereken esas şey, Kürt birliğini sağlamak ve Kürt Konferansı’nı gerçekleştirmekti.

AKP’nin de bağımsızlık referandumuna karşıtlığı bir yerde de suni olarak gündemde tuttuğunu düşünüyorum. Çünkü, bu durum bir yerde de KDP’nin yeniden ivme kazanmasına yol açıyor. AKP içinden Ensarioğlu gibi isimler çıkıp, ‘Karara saygı gösterin’ gibi ifadeleri AKP’ye rağmen kullanıyorlar. Oysa ne Ensarioğlu’nun ne de herhangi bir milletvekilinin Kürt sorunu da dahil olmak üzere AKP’ye ve Erdoğan’a rağmen bir söz söyleme durumları söz konusu değildir. Ortada danışıklı bir dövüş var ve birileri Ensarioğlu’nu böyle konuştururken, bir taraftan da milliyetçilere karşı ikili yaklaşım sergiliyorlar. AKP’nin Kürt sorununda ikili yaklaşımı başından bu yana sürekli devam etti. Kürtlere  gidip ‘Siz bizim kardeşimizsiniz, biz sizin sorununuzu çözeceğiz’ dediler, Batı’ya geldiklerinde ise ‘Onlar terörist ve biz haklarından geliyoruz’ dediler. Kentleri de tam da bu nedenle yakıp yıktılar. Ensarioğlu ve onun gibiler bir parça da olsa Kürtlüğu savunuyor ise, bu yıkımlara itiraz etmeleri gerekirdi. Buna itiraz etmemiş bir ismin Kürtlerin hak ve hukukunu gözetiyor gibi bir pozisyon alması ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.

Kürt sorununa yaklaşımda Ankara’da değişiklik yok, kötüye gidiş var

Bağımsızlık konusunda AKP’nin tavrına değinmişken, Kürt sorununda Ankara’da değişen bir şey var mı? Siyasi partilerin Kürt sorunu konusunda durdukları noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürt sorununa yaklaşımda Ankara’da ne yazık ki bir değişiklik söz konusu değil, aksine kötüye gidiş söz konusu. Çatışma ve savaş konsepti yeniden devrede. AKP geçmişte çözüm sürecine ikna olurken ’40 yıl boyunca savaş yürüttük, ancak sonuç vermiyor’ derken bugün yeniden savaşı devreye sokmuş durumda. Ne oldu da AKP yeniden savaş ile sonuç almaya çalışıyor? Belli ki mesele Kürt sorununda savaş ile sonuç almak değil, Türkiye’de yaşanan geçiş aşamasında insanların dikkatini başka yere çekmek. Ankara’nın savaşı sürdürme ısrarının altında yatan en temel neden, ‘Biz kendi sistemimizi hayata geçireceğiz’ demesidir. Bu sistemin ne olduğunu ise OHAL ve KHK’ler ile, hukukun askıya alınması ile yaşıyoruz. Türkiye adeta ‘damatlar cumhuriyeti’ne dönmüş durumda ve damatlar hukuku hayata geçirilmiş durumda. Tüm bunlar yaşanırken ise insanların dikkati yaşanan savaşa çevriliyor, çünkü cenazeler kaldırılıyor. Baktığımızda, hayatını kaybeden insanların tamamı sıradan insanlar aslında.

Türkiye’nin daha doğrusu AKP’nin bu savaştan ve politikadan sonuç alma ihtimali de söz konusu değildir. AKP de bu savaştan sonuç almayacağının farkında ve tam da bu nedenle savaşı yürütmeye devam ediyor. Mevcut hareketi bitirseler bile Kürtlerin kendi hak ve özgürlüklerinden 200 yıldır vazgeçmediği ortada ve vazgeçmeyecekler.

CHP Kürt sorunu konusunda oldukça ürkek. CHP olan biteni farkediyor, ama ne yapacağını bilmiyor. Aslında CHP’nin de AKP’den geri kalmayan bir Kürt karşıtlığı var, çünkü o damardan besleniyor. Müesses nizam denilen ve ulusalcı, milliyetçi ve Kemalist herkesi aynı torbada birleştiren bu damardan besleniyor.

HDP’nin ise kolu kanadı kırılmış durumda ve kuşatma altında. Aslına baktığımızda ise HDP fiilen kapatılmış durumda. Milletvekilleri, eş başkanları, belediye başkanları ve yöneticileri cezevinde olan HDP’ninkongresini yaptığı günün ertesinde bile seçilen yöneticileri gözaltına alınıyor. Damatlar, sabit ikamet sahibi oldukları için tutuklandıklarının ertesi günü serbest bırakılabiliyor. Kaldı ki tüm bu isimler darbeden tutuklanıyor ve OHAL de darbeciler ile hesaplaşmak için ilan edildi deniyor. Darbeden alınan insanlar birilerinin damadı olduğu için serbest bırakılırken, TBMM’de 6 milyon oy almış bir partinin eş başkanları tutuklu bulunuyor.

Hedef, 2019’a gidilirken HDP’nin yeniden 7 Haziran ruhunu yaratmasını ve dönüşümün önüne geçmesini engellemek, barış sürecinin ve Türkiyelileşmeyi kalıcı hale getirmesinin önüne geçmek. Esas amaç, ne yazık ki 2019’a gelinceye kadar HDP’yi tasfiye etmek ve tüm milletvekillerini saf dışı bırakmak.

Kılıçdaroğlu, kendi iradesi ile HDP’ye gitmedi; tabandan gelen bir birlik talebi var

Bu noktada Kılıçdaroğlu’nun HDP’ye ziyaretini nasıl okumalı?

Kılıçdaroğlu’nun HDP’yi ziyareti ve demokratik ittifak çabaları aslında Kılıçdaroğlu’nu da zorlayan bir mesele. Çünkü Kılıçdaroğlu, kendi iradesi ile HDP’ye gitmedi, tabandan gelen bir birlik talebi var. İnsanlar bu durumu siyasetçilerden iyi görüyor ve CHP tabanı da bunu son dönemde görür noktaya geldi. CHP tabanı, ‘Biz Kürtler ile düşmanlık yaptık, ama sistem elden gidiyor’ kaygısını oldukça yoğun yaşıyor. Dolayısıyla tabanın zorlaması ile HDP ziyaretini gerçekleştirdi.

Kılıçdaroğlu’nun ziyareti, aynı zamanda mahçup bir ziyaret, çünkü HDP’lilerin tutuklu olmasında CHP’nin oldukça büyük bir payı var. Savaşın sürdürülmesinde, AKP’nin tüm politikalarını hayata geçirmesinde de CHP’nin büyük bir payı var. Tüm bunlardan dolayıdır ki kerhen gerçekleştirilmiş bir ziyaretten bahsedebiliriz. CHP tabanı biraz daha zorlar is eCHP’yi belli bir noktaya getirebilecektir. Ancak taban CHP’yi kendi haline bırakır ise CHP bir noktaya ulaşamaz ve 2019 yılından sonra insanlar bambaşka bir tablo ile karşılaşmış olurlar.

Siyasi partilerin referandum sonrası ortaya çıkan ‘meşruiyet tartışmalarını’ bir kenara bırakıp 2019’a odaklandığını söyleyebilir miyiz?

Maalesef hayat devam ediyor ve süre işliyor. 16 Nisan’daki bütün tartışmalara rağmen, referandum sonuçları bir biçimde hayata geçirildi. Fiilen yaratılan sistemi zorla resmiyete uydurdular ve şimdi de gereklerini yerine getirmeye çalışıyorlar. AKP açısından yapılan tüm hesaplar, 2019’da Erdoğan’ın mutlak iktidarını sağlamlaştırmaya yönelik.

16 Nisan’da gerçekleştirilen referandumda toplumun ciddi bir kesimi kaygılarını dile getirdi ve hatta gayriresmi sonuçlara göre yüzde 55 bandına yakın oranda insanlar bu sonuçlara itiraz etti. Tüm bu itirazların, yaşanan bölünmelere rağmen toplumda yarattığı bir ittifak arayışı var. Ancak bu arayışın ne yazık ki ciddi bir öncülük sorunu var. HDP’nin bu noktada ciddi bir rolü vardı, ancak yaşanan saldırılar ile HDP mecalden düşürüldü. CHP ise duruma zihniyet olarak yanıt  verecek durumda değil. Tüm bu güçleri yeniden bir araya getirecek bir hareket mümkün mü değil mi önümüzdeki günler gösterecek. Umutlu ve umutsuz olmak için birçok gerekçe şu an için önümüzde durmakta.

Devlet Nuriye ve Semih’e “Bizi rahatsız etmeden ölün” dedi

Gülmen ve Özakça’nın devam eden açlık grevlerini ve taleplere yönelik tutumları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açlık grevleri konusu gerçekten vicdani bir mesele ve Nuriye ve Semih meselesi olmaktan çıkmış durumda. Elbette ki Nuriye ve Semih bu uğurda ciddi bir mücadele verdi, veriyor ancak açlık grevi oldukça vicdani bir melese ve buna yaklaşımda hangi güç ne yapmak istiyor sorusunun sorulabileceği bir mesele değil. İnsanlar haklı bir talep etrafında hayatını ortaya koydular ve bunu KHK’lerin kararttığı ülkede bir ışık yaktılar. Ancak bu durum hem kurulmak istenen sistemi zorlamaya başladı hem de toplum bu durum etrafında yeterince birleşemedi.

Nuriye ve Semih’in tutuklanmasını tartışacak değiliz, çünkü bu durumun hukuki bir boyutu olmadığını çok iyi biliyoruz. Söylerken güçlük çekiyorum, ancak devlet Nuriye ve Semih’e ‘Bizi rahatsız etmeden ölün’ dedi ve iki eğitimci ölüme mahkum edildi. Arka planda bilinçlerini kaybettiklerinde müdahale etme planı olabilir, ancak iş o noktaya geldiği anda zaten iş işten geçmiş olacak. Bu aşamadan itibaren insanları yaşatsalar da yaşamış olmayacaklar.

Kızılay’ın göbeğinde devam eden eylemde iki insanın dirhem dirhem erimesi, toplumsal açıdan cevap olmayanları da rahatsız ediyordu. Ve tutuklanmaları ile bu cevap olamayanlar da rahatlamış oldular, çünkü Semih ve Nuriye’nin gün gün erimesine tanıklık etmeyerek vicdan muhasebesini derin yaşamıyorlar. Ne yazık ki her iki yandan da bu konu hakkında büyük bir ikiyüzlülük söz konusu.