Ana SayfaKültür-SanatTutunduklarımız bir bir yitip giderken – Onur Aytaç

Tutunduklarımız bir bir yitip giderken – Onur Aytaç


Onur Aytaç


Bir nebze umut…

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.

Her şey üst üste geliyor. Hep böyle olmaz mı zaten? Bir musibet başladı mı domino taşı gibi diğer pek çok şeyi de etkileyerek karanlık bulutları çökertir üstüne insanın. Önce kanun hükmünde kararnamelerle arkadaşlarımızı, dostlarımızı aldılar aramızdan. Şimdi de bin bir meşakkatle çekilen bağımsız filmleri izleyebildiğimiz sinemamız elimizden kayıp gidiyor: Beyoğlu Sineması’nı kaybediyoruz!

İstiklal Caddesi’nde yürürken hafifçe kafamızı Halep Pasajı’nın önünde kaldırıp panosundan seçtiğimiz bir filme gidip ufkumuzu açan Beyoğlu Sineması, 30 Haziran’da maddi nedenlerle kapanacağını duyurdu. Bu durumu bir filmi izler gibi izleyecek miyiz? Bunun sadece bir sinemanın kapanması olduğunu mu –ki öyle olsa bile çok önemli- sanıyoruz?

Nasıl ki akademisyenlerin üniversitelerinden ihraç edilmesi yalnızca o akademisyenleri ilgilendiren bir problem değil, bütün bir akademiyi ve toplumun geleceğini yok edecek düzeyde yaratılan bir nitelik kaybı ise Beyoğlu Sineması’nın kapanması da sadece oralarda filmlerini gösterenlerle ilintili bir sorun değil bütün bir kültürel hayatı baltalayabilecek bir gelişmedir. Böyle kuru laflarla meselelerin ciddiyetinin yeterince anlatılabildiği kanaatinde değilim. Bu sebeple her iki durumunda hayata temas eden somut noktalarını gösterebilmek için kişisel hikayemi paylaşacağım. Bu öyküleri birbirine nasıl bağlayacaksın derseniz valla hiç de zor olmayacak, zira bir çaba göstermeme gerek kalmadan hayat kendiliğinden onları birleştirdi.

Bir hukuk fakültesi öğrencisiyken aylaklık esnasında Beyoğlu Sineması’na denk geldim. Etkilendim Halep Pasajı’nın içindeki bu sinemadan ve kendimi salonda buluverdim. Merdivenlerden inip karanlık salonda perdeye gözlerimi diktiğimde etkilendim bu yeni dünyadan. Oluşturulan bu bambaşka atmosferin tüm yaşantımı değiştireceğini o zamanlar bilmiyordum. Nasıl mı değiştirdi, ta kökünden! Yapacağım işe kadar farklılaştı ki bambaşka bir hayat yaşıyorum şu anda. Bir yandan hukuk devam ederken sinema ile ilgili atölyelere katılmaya başladım. Bu ilgi beni yavaş yavaş sarıp sarmalıyordu. Öyle bir zehir zerk edilmişti ki artık atölyeler bile yetmiyordu ve bu alanda ayrı bir lisans eğitimi aldım. Şu anda sinema alanında akademik çalışmalar yürütmeye çabalıyorum. Demem o ki Beyoğlu Sineması, benim açımdan da Murat Sevinç hoca için olduğu gibi[1] işte böyle hayati bir yerde duruyor.

Bu konudan bahsetmeye beni yönelten yazının sahibi ihraçlar kervanının saygıdeğer üyelerinden biri olması bile ironik bir bağlantı iken kişisel hikayem üzerinden KHK meselesiyle, atılan akademisyenlerle bu meseleyi nasıl bağlayacağımı hala merak ediyor musunuz? O da bu akademik çalışmaları nerede yürütmeye çalıştığımla ilgili. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktayım. Tabi ki KHK’lar ile pek çok üniversiteden ve fakülteden akademisyenler ihraç edilirken bizim fakülteden arkadaşlarımız da nasibini aldı. Beyoğlu Sineması’nın beni alıp getirdiği yerde pek çok hocamız, arkadaşımız, meslektaşımız üniversitedeki kürsülerinden koparıldı. Biz onların ardından üniversitelerde, fakültelerde kalanlar olarak bir yandan onları bekleme nöbeti içinde olup emanetlerine sahip çıkmaya çabalarken bir yandan da onların olmadığı dört duvara ne kadar akademi denilebileceğini sorgularken herhangi bir şey üretme şevkimizi kaybediyoruz. Böyle bir sarkaç içerisinde salınmakla beraber geri dönmeleri için elimizden geldiğince mücadele etmekten, sesimizi duyurmaktan da geri durmuyoruz.

Uzun zamandır yeni bir şeyler katmaktansa bazı durumları böyle geri döndürmeye yani önceki haline getirmeye uğraştığımızı ama Beyoğlu Sineması ile ilgili ona bile gayret etmediğimizi, Emek Sineması mücadelesi seyirciyi gerçekten özgürleştirdiyse böyle olmaması gerekmez mi diye düşünürken 16 Haziran’da Beyoğlu Sineması’na yolumu düşürerek Kaygı filmini izledim. Film ayrı bir incelemenin konusu olmakla birlikte yazının girişinde alıntıladığım insanın unutma hastalığına, hakikati hatırlama gereğine dikkat çekiyor. Bizler de etrafımızda olup biten bu kuşatma ile ilgili olarak kaygılanmalı ve filmdeki ana karakterin adında olduğu gibi hayatımızdaki güzel şeylere hasret kalmamak için unutmamalı, hafızamızı diri tutarak dayanışmalıyız. KHK’lar yoluyla akademi üzerine gerçekleştirilen operasyona izleyici kalmıyor ve dayanışma akademileri ile umutlanıyoruz. Sevgili meslektaşım Ezel Ünal’ın “üniversitede kalan olmak” ile ilgili hissiyatı güzel bir şekilde anlattığı yazısında belirttiği gibi[2] belki de bugünlerde akademiye dair bizi heyecanlandıran en önemli gelişmeler kurulan ve faaliyet gösteren dayanışma akademileridir.[3]

Yastığa başımı rahat koyamadığımı, vicdanımın kanadığını fark ettiğimde bir şey yapmak istedim. Elimden bu yazıyı yazmak gelebildi, susup kabuğuma çekilemezdim. Cezaevinde tutuklu bulunan Nuriye Gülmen’den son ulaşan mektupta çizdiği koğuşun bazı yerlerinde “Burada umut var” yazarken umutsuzluğa hapsolup sinmek yakışmaz kimseye. Yüz gündür açlığa yatan bu insanları görmezden gelmeye, seslerini duymamaya çalışanlara vicdan diye bir şeyin olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Unutulmaması için inatla o umuttan bir nebze de bizlerin payına düşebilmesi dileğiyle…


[1] Murat Sevinç – İlk göz ağrısı, Beyoğlu Sineması, kapanmasa keşke… – 14.06.2017 / http://www.diken.com.tr/ilk-goz-agrisi-beyoglu-sinemasi-kapanmasa-keske/
[2] M. Ezel Ünal – Üniversitede Kalmak – 07.06.2017 / https://bianet.org/bianet/insan-haklari/187179-universitede-kalmak
[3] İstanbul Dayanışma Akademisi bugün 14.30’da Beşiktaş’taki Dünya Barış Parkı’nda gerçekleşecek etkinlikle açıldığını ilan ediyor!