Ana SayfaEkolojiSUR’UN İKİ YAKASI (II) | ‘Kalkan’ın kuyruğu: Kalanların hikayesi

SUR’UN İKİ YAKASI (II) | ‘Kalkan’ın kuyruğu: Kalanların hikayesi

DİYARBAKIR -Surların çevrelediği bölgeye yani Suriçi’nin kuşbakışı çekilmiş fotoğraflarına bakıldığında, tam tamına bir kalkan balığı şekli görülür. Dün bu ‘kalkan balığı’nın ağzına denk gelen İçkale’deki duruma ilişkin izlenimlerini kaleme alan Nurhak Yılmaz, bugün ise ‘kalkan balığının kuyruk kısmı’ olan Alipaşa ve Lalebey mahallelerinde kalanlara dair izlenimlerini yazdı.


Nurhak Yılmaz


Diyarbakır’ın Sur ilçesinde “dönüşüm” adına durmadan çalışan iş makinalarının ortaya çıkardığı “nihai eseri” yazının dünkü bölümünde anlatmaya çalışmıştık.

Bugünün konusu ise, Sur’un tam öteki ucunda bulunan Alipaşa ve Lalebey mahallelerinden yükselen “gitmiyoruz, istemiyoruz” sesleri olacak.

Peki bu seslerin sahipleri tam olarak ne istiyor? İtirazcılar gerçekten mahalleli mi, yoksa “onları yönlendirmeye çalışan teröristler mi?” Bu kötü niyetli kişiler kendileri şehrin güzel yerlerinde “apartmanlarda yaşarken”, Alipaşa ve Lalebey’dekilerin sefaletten, yoksulluktan, pislikten kurtulmalarını istemiyorlar da ondan mı bir türlü boşalmıyor bu mahalleler? Ya da Sur’da herkes hesaplarına yatırılan paraları alıp topukluyor mu? Aslında basına yansıdığı gibi bir itiraz yok mu? Surlular çoktan “her şeyin güzel olduğu” o yeni evlere taşındı mı? Orada hayat güzel, çocuklar gülüyor mu?

En baştan şunu söyleyelim; kimin ne istediği, ne söylediği bir yana, bu berbat hikâyenin tek bir mağduru var o da Surlulardır deyip, “kimin gidip kimin kaldığıyla” devam edelim. Alipaşa ve Lalebey’deki evini bırakıp çıkan da, burada halen yaşamak için ısrar eden de çok. Ancak ne giden suçlu, ne de kalan…

İnsanlar gitse de hikâyesi bitmez Sur’un

“Gidenden” başlayalım. Giden, bilmem hangi tarihte yakılan bir köyden babasının kendisini sırtlayıp çıkardığı gibi, kendisi de bilmem kaçıncı göç dalgası olarak tarihe geçecek bir katara katılıyor. Bu kez çocukları, döşeği ve birkaç naylon eşyayı sırtlayan kendisi. Anne ve babası ise çoktan yakınlardaki bir mezarlıkta. Belki 30, ya da 80 yıldır yaşadığı evin bedeli olarak “hesabına” yatırılan parayla en fazla yürüme mesafesi kadar uzaklaşabiliyor. Gittiği yerde “apartman gideri”, “yakıt parası” ile tanışıyor. Bir kez daha, kendi iradesiyle tercih etmediği bir “zorla öğrenme sürecine” giriyor. Gittiği yerden eski mahallesine selam gönderiyor, bir de eski günlere olan hasretini…

Asıl meselemizle yani kalanlarla devam edelim. Ya da “zorunlu gitme adaylarıyla.” Kalanı sadece insanlar olarak düşünmeyin. Sur’u bilen bilir, burası binlerce yıldır yaşayan bir mekândır. İnsanların tümü de gitse, hikâyesi bitmeyecektir… İnsan gitse geriye milattan önce kaçıncı yılda bir çocuğun ayak bastığı taştaki yankı kalacaktır. Taş duvarlara dokunulmuş el izleri peşinden bakacaktır… Yaşanmışlık, tarih, hikâyeler diyorum, hepimizin ortak mirası geriden bakacaktır. Ama en sonunda o da yıkılacaktır, yani “gidecektir.” İçkale’de gözümüzle gördüğümüz, 2 yıldır yasaklı olan 6 mahalleden yükselen kepçe seslerinden anladığımız budur…

Bu sebeple “kalanlar”, en azından şimdilik gitmemek için ayak direyenlerin durumu daha trajiktir. Halleri, “Ölen öldü, geride kalan için daha zor” sözünü hatırlatır gibidir. Arafta bir yerde durmuş, geçmişin taş taş, kürek kürek, demir demir aşağı inişini izlemektedir. Kendi kişisel tarihi yetmezmiş gibi, “buradan daha önce gelip geçmişlerin” anılarını da sırtına almak zorunda kalmaktadır. Bir deprem olmamıştır, gök taşı düşmemiş, sel kalkmamıştır ama sağı solu, yan komşusunun evi yıkılmıştır. Evine giderken daha dün capcanlı duran komşunun evinin molozuna basmak zorunda kalmaktadır. Kendisi gitmek istemediği için evi, molozların ortasında kalakalmaktadır. Bu sorumluluğun büyüklüğünden olsa gerek, kepçeler, resmi kararlar, “acele kamulaştırma”, “kentsel dönüşüm”, “istimlak” gibi büyük büyük laflara karşı eteğini toplayıp, tülbentini başına örtüp kapısının eşiğinde dimdik durmaktadır. Gitmemektedir, yılmamaktadır, “na-çımmmm” diye bastıra bastıra “gitmiyorum” demektedir.

“Kimse gelip gitmiyor”

Alipaşa’nın yıkılan evlerinden geriye kalan geniş meydana ilk girdiğimde düşünüyorum bunları. Mahallenin hemen girişinde iki katlı “Alipaşa Halkevi ve Yas Evi” tabelasının asılı olduğu bina karşılıyor bizi. Birçok eksilmiş parçası olan bir lego gibi mahalle. Bazı evler çok önceden yıkıldığı için molozları kaldırılmış, yeri dümdüz. Bazı evler yeni yıkılmış, dört duvarı duruyor. Bazılarının dört duvarı da yıkılmış ama moloz yığını halinde duruyor. Ve bu manzaranın ortasında bir sürü ev ve bir sürü insan yaşıyor. Ahşap pencerelere asılı dantelli perdeler, pencere önlerine dizilmiş çiçekler, mavisi kırmızısı ile süslü kapılar ve tabi ki insanlar olmasa, inanmazsınız buna… Yıkılan kadar, ayakta olan ve yaşamın sürdüğü evler bunlar…

Hava çok sıcak, insanlar çok ciddi. Yetişkinleri geçin, çocuklar da ciddi… Üzgün veya kederli demiyorum, bildiğiniz olgun olgun bakıyorlar insana. Evlerin serin taş avlularına uzanmış kediler de, bir çocuğun bir moloz yığınından çıkardığı demirleri yüklediği eşek de bu ciddiyete eşlik ediyor.

Duvarlara daha önce yazılmış yazıların üstü beyaz boyalarla kapatılmış, birkaç haftaya yıkılacaksa bu evler niye bunun için emek harcanır ki diye düşündürüyor. Demek ki duvarı boyayan da pek emin değil bundan.

Tek katlı bir evin yanından geçerken Artı TV muhabiri Fatime Tekin, “Bu evin sahibi gitmeden önce kendisi yıktı burayı” diyor ve devam ediyor: “Çünkü evini başkasının yıkmasını istemedi.” Evin içindeki tüm duvarlar yıkılmış, sadece dış dört duvarı duruyor. Avlusunda devasa bir dut ağacı. Çok kalın gövdeli, kim bilir kaç yıllık. Yerde küçük bir parça ayna…

Bir esnaf giderken kepengini kapatmış, kapısına kocaman bir anahtar takmış. “Bir yere kadar gittim gelecem” der gibi gitmiş…

Ve kadınlar… Sırtını sokağa, yüzünü evine dönmüş anneler… Eşiğe öyle oturmuş ve bir bacağını içeri doğru öyle uzatmış ki, bin yıl geçte ne o kapıdan girmeye cesaret edecek biri çıkar, ne de o sokağa “bozuk niyetlinin biri” girer diye düşünürsünüz… Bir evin avlusundan giriyoruz, bizi neşeli bir kadın karşılıyor. “Bugün avukata gittim” diyor. “Çıkmayacam” diyor. Uzun uzun resmi yetkililerle diyaloglarını anlatıyor. Bol bol gülüyor. Arada, 90’lı yıllarda faili meçhul cinayet sonucu öldürülmüş babasını anlatıyor. Daha önce gelip giden gazetecileri soruyor, “Dedim acaba korktunuz? Kimse gelip gitmiyor” diyor.

Çıkarken bizi sokağa kadar uğurluyor. Kapıda sağı solu kontrol ediyor bakışlarıyla. Ben de daha dikkatli bakıyorum etrafa. Meğer çevremiz 360 derece boyunca mobese yerleştirilmiş metal kulelerle sarılıymış. Mahallenin her noktası izleniyor…

“Ticarethaneye dönüştürmeye çalışıyorlar”

Surun Yıkımına Hayır Platformu Eşsözcüsü Talat Çetinkaya, Sur için kentsel dönüşüm kararının Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından yıllar önce alındığını söylüyor:

Dicle Vadisi ve Sur, yıllardır hem yerel sermayenin hem de iktidarın hedefindeydi. OHAL ile birlikte ilk fırsatta bu 10 yıllık projeyi uygulamak istiyorlar. Orayı boşaltıp bir ticarethaneye dönüştürmeye çalışıyorlar. Bundan sonra Hevsel’in gelmesi kaçınılmaz.

Çetinkaya bir öğretmen. 9 yıllık öğretmenlik yaşamı ihraçla sona ermiş. Yıllardır, Mezopotamya Ekoloji Hareketi bünyesinde Sur için mücadele yürütüyor. Çetinkaya’nın eşsözcüsü olduğu Surun Yıkımına Hayır Platformu, geride kalan Ramazan ayı boyunca Alipaşa ve Lalebey’de “Yeryüzü Sofrası” adı altında iftar yemekleri verdi. OHAL ve sokağa çıkma yasakları ardından Diyarbakır ve özellikle Sur’da en geniş kitlesel katılımlı bir sivil itaatsizlik eylemine dönüştü “Yeryüzü Sofraları.”

Önemli bir kısmında sokağa çıkma yasağının devam ettiği, yüksek güvenlik önlemlerinin alındığı ve her yanı zırhlı araçlarla çevrilmiş Sur’da yapılan bu eyleme yoğun katılımın sebebini Çetinkaya, şöyle anlatıyor:

Sur, Diyarbakır’ın bam telidir. Eylemler gerçekten Sur’un kendine özgü değerinden kaynaklı. Sur’un şehir için ifade ettiklerinden kaynaklı olarak insanlar belki geldi eyleme. Güncel siyaset veya sürecin dışında bir şey, Sur bu… Bu kentin kimliği. Tek bir anlama sıkıştırılamaz. İnsanların sevdiği, gidip serinlediği kendisini iyi hissettiği bir yer. Sur duvarlarına bakın ‘Sur aşktır’ yazar. Gerçekten öyledir. Sur, kentin huzurudur aslında. Burası yıkılırsa, kentin huzursuzluğu kronik bir hal alacak. İnsanlar bunu hissettikleri için geldiler Yeryüzü Sofralarına.

“Sur onlar için her yerden daha güvenli”

Ancak eylemin öncülüğünü yapan sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ile mahalleli öyle “hemen ısınamamış” birbirine. Daha doğrusu uzun süredir çatışmalar ve yıkımla baş etmeye çalışan, kendisini “yalnız bırakılmış” hisseden mahalleli “gelenlere mesafeli davranmış ilk günlerde.” Sonrası ise şöyle:

Yabancılık bir süre kırılmadı. STK’lar, platformun üyeleri, yani Sur dışında yaşayanlar olarak bizlerde bir suçluluk vardı. Sur’un bu hale gelmesinde kentin tümünün payı var çünkü. Ne olursa olsun şehrin bu hale gelmemesi gerekiyordu. Sur’da yaşayanlar bu sebeple kırgındı. ‘Boşuna geldiniz. Şimdi mi gelinir? Bizim yemeğe ihtiyacımız yok. O kadar şey olurken neredeydiniz’ diyorlardı. Biz de haklısınız diyorduk. Ama bundan sonra daha kötü olmaması için ne yapılabilir diye soruyorduk. İlk günlerde ‘nasılsın, iyi misin’ deyip yemeğini yiyip herkes ayrılıyordu. Ama sonra bu hava kırıldı. Bizleri kendilerinden görmeye başladılar. Herhalde, ‘evet bunları affedebiliriz’ dediler bence. Bunlar bizim için bir şey yapabilirler fikri oluştu.

Hatta öyle güçlü bağlar kurmuşlar ki, bazı aktivistleri 2-3 gün görmediklerinde, “Biz dedik bunlar polisi gördüler kaçtılar” diyenler olmuş.

İki aydır yıkımın ve itirazların sürdüğü bu iki mahalledeki insanların yanında olan Talat Çetinkaya’ya, bir spekülasyon konusu haline gelen “Bu insanlar gerçekten çıkmak istemiyorlar mı?” sorusunu yöneltiyorum. Benim açımdan sorunun yanıtı ve nokta niteliğindeki yanıt şöyle:

Ben bunu merak ettim ve gerçekten biz bu insanlara bir şey mi dayatıyoruz diye sordum. Hatta oradaki kadınlara şahsen dedim ki, ‘Bize terörist diyorlar ve sizi burada kalmaya zorladığımızı söylüyorlar. Eğer boşaltmak istiyorsanız araba çağırayım eşyaları birlikte yükleyelim. Ama boşaltmak istemiyorsanız birlikte mücadele edelim.’ Gördüm ki hiçbir şekilde oradan çıkmak istemiyorlar. Çünkü düşünülenin aksine Sur onlar için her yerden daha güvenli. Ne olursa olsun aç kalmayacakları bir yer.


SUR’UN İKİ YAKASI başlıklı yazı dizisinin ilk bölümüne aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
  SUR'UN İKİ YAKASI (I) | Cinayet mahallinden
Previous post
1 haftadır ifadeleri alınmadı: Hak savunucularının gözaltı süreleri bir kez daha uzatıldı
Next post
CNN, Körfez'deki krizi 'aydınlatacak' gizli anlaşmalara ulaştı