Ana SayfaYazarlarArif AltanGerçeküstü anımsamalar – Arif Altan

Gerçeküstü anımsamalar – Arif Altan


Arif Altan 


Düşsüz bir düş içinde, uykusuz koştum. Düştüm, üşüdüm. Kar nefesime kaçtı. Upuzun bir rüya, bembeyaz bir kabus. Yüzüm yüzüme, nefesim nefesime, bakışlarım bakışlarıma, korkum tenime kaçtı. Ağaçların, çalıların tepesinde ürkütücü bir rüzgar. Belki tipi, belki dizginsiz bir korku. Titriyorum. Ayaklarıma bakıyorum. Ayakkabımın teki yok. Bir ayağım mosmor, öteki lastik siyahı. Titriyorum, ama yalan! Üşümek değil bu. Üşümek bir sıcaklık, hoş bir ürperti. Kanın hafif tebessümü.

Donan hayal gücü. Donduran, dehşetin garip uğultusu. Gözlerimi kapasam her şey bitecek, gözlerimi kapasam bu cehennem ayazı, serin bir Haziran akşamı. Ama bakıyorum, gözlerimi kırpmadan bakıyorum. Dehşet böyle bir şey, vahşete tanıklık böyle bir tıkanmışlık. Sırtımda kavurucu bir sıcaklık. Tandır duvarı, kül ve yanan ekmek kokusu. Sahipsiz kalan ekmek kavrulup gidiyor. Ben titriyorum. Sığınabileceğim tek yer burası. Bunu benden iyi bilen yok. Belki başım ağrıyor, bir mide kasılması belki. Sağlık bozulunca yükselen ateş, donma ve yanma evrelerini de birlikte getirir. Yalanı yok, donan yanar, yanan donar. Soğukluk da öyledir, sıcaklığı yüksektir, yanan bir nesne gibi acıtır.

Serpiştirilmiş kömür tanecikleri andırıyor aşağıdaki evlerin çatılarında, köy yolunun bitişiğindeki dut ağacının altında. Haki haki yayılan, ölüm ölüm kavrayan kesik kesik gülüşler. Kırılan kapılardan yaka paça dışarı sürüklenen köylüler. Bıyıkları yeni yağlanmış bir korucu geçiyor az ötemden. İyice siniyorum ateş sıcağı duvarına tandırın. Tavana kayıyor bakışlarım. İs ve dumandan simsiyah. Garip bir düşünce geçiyor: Hince bir buluş. Herkesten saklı suçlu ve kurnaz bir tebessüm. Başımı kaldırıyorum. Bakışlarımın karanlığında yiterek, bakıyorum kapkara tavana. “Simsiyah bir leke gibi asılı kalırsan o tavanda, görünmez olursun, kimseye de yakalanmazsın.” Tavanın kömürden dudaklarıyla siliyorum kendimi, bembeyaz bir zamanın retinasında. Bir yok olup gitme isteği. Hayata delice bir tutunma dileği.

Ölümcül bir şey olması gerekirdi. Ama hayret! Bastıran açlık bu, içimden burnuma doğru yükselen. Yanan ekmek kokusu. Utanıyorum, terliyorum, öfke bastırıyor. Kızgınlık bir anda korkuyu yakıyor. Sırtım ateş küresi. Duvar kor ateş. İncecik gömleğiyle sırtından dipçiklenen Hüseyin yüz üstü karlara batıyor. Sırtındaki incecik gömleği kızıl bir günbatımı. Zihnimde pembe bir hale, sımsıcak, Kevser suyunda henüz yedi kez yıkanmamış ham ateş damlacıkları. Beynimin kıvrımları arasında buz ötesi bir sıcaklık. Donmuş parmaklarımı açıyorum. Kırılan bir kaburga çatırtısı. Yıllar sonra kurşunlanmış paramparça yüzünün üstüne eğildiğimde ilk bu sesi mi duyacaktım?

Herkes orada. Tek sıra halinde dizilmiş. Parmaklarıyla tek tek hepsine nişan alan bir rütbeli. Bir şeyler söylüyor. Sesi dilime, sözü tenime, hiddeti içime ecnebi. Bakışları dumanlı, jilet keskinliği dudaklarında donmuş bir tutam zehir. İçimi, küfrün içerdiğinden. Kafam, taşıyamayacağım bir ağırlık. Zonkluyor. Bir ceset gibi karlara gömülü Hüseyin’in iniltilerinden başka bir şey duyduğum yok. Göz göze geliyoruz. Güvenli sığınağımı süzüyor. Onay beklediğim bir işaret mi, yüzüne eksilmeyen eski alaycı ifadelerden biri mi? Kırışmış bir şeyler. Gözleri, göllerin üstünde tüten bir ilkbahar sabahı buğusu. İçim havalanıyor. Ağzının dikişlerinden sızan kanlı bir tebessüm. Gözlerimi yumuyorum. Açtığımda, kanlı tebessümün yerinde potinli bir ayak. Çığ altında bir çığlığa dönüşüyor her şey.

Gecenin son kalıntıları. Eriyip gidiyor. Ağaran karlı bir sabahın içinde. Uykudan uyanıp da karabasanın sürdüğü bir önceki sabaha karışıyor. Dağınık yüzler, kesik başlar, kırpılmış kollar, toprak içinde kıpırdayan bir parmak, yarım bir ağız, kesik bir kulak, yanan bir ev, yanık yanık tüten paramparça gövdeler. Gerçeküstü bir tablodan indirilmiş şu kanlı figürler… Önceki gün yitip gidiyor hemen. Bir kar kuşu. Üşümüş. Ayakları kıpkırmızı. Siper diye gömüldüğüm kuru çırpıların içine dalıyor. Ya tandır ateşine, ya beyaz ölüme, ya bana sığınacak. Tüyleri ıslak, tüyleri bir garip yumuşak. Ve o ürkütücü ses. “Hainler, sağ komam tekinizi!”

Siper edindiğim çalıyı hafifçe aralıyorum. Annem çılgınca etrafına bakıyor. Kımıldayamıyor da. Yanık ekmek kokusunu bir duysa! Çağırdı çağıracak. “Sus, ne olursun sus anne!” Susuyor. Potinli ayak. Hüseyin şimdi ayakta. Yüzü kar ve kan içinde. Hayret! İlk dikkatimi çeken, en son gördüğüm. Herkes yalınayak. Çıplak ayaklı, çizgili pijamasıyla babam. “Allahtan korkun” diyor. Allah mı? Demin gördüm, gülümseyemedi bile. Aha şuracıktaydı! Demincek… “Her şeyi yakın, Allah benim” diyor jilet ağızlı.

Ve bir kama sesi. Boydan boya yırtılan bir çadır. Mantar evli Şirinler… Boydan boya aşağıda uzanan göçer çadırları. Karşıki yamaca dağılan, kaçışan koyunlar. Yeni doğan donmuş kuzusunu yalayan koyun. Karışıyor her şey. Ateş topu kıl çadırlar. Çocukların çığlığını duyuyorum. Apansız inen bir darbenin sesi. Acıdan, soluksuz kalan mosmor bir çığlık. Bu dışarı akıtılmayan, bu iki büklüm hırıltı da kimin yüzü! Bir şey gördüğüm yok. İnip kalkan dipçikler. Daha ötede, Gargamel’in kovaladığı Şirinler. Olmayan yerlerinden, olmayan bir yerlere göçecek göçerler. Yurtsuzların, yurtsuzluğa göçü. Donmuşların yangın telaşı…

Yangın yangın, alev alev, kor kor, soğuk soğuk, ölüm ölüm bakıyor iki çift göz. Fena oluyorum. Yakalandım! Dumanlı, isli tavana bakıyorum. Kaybolabilirim, silinebilirim, kimsenin erişemeyeceği bir yokluğa karışabilir, oradan izleyebilirim. Korkunun olanca şiddetine büzülüyor, azalıyor, yutup beni içine alıyor. Bir an, sadece bir an, hiçbir gözün göremeyeceği simsiyah bir leke bütün bir dünya. İri iri bakıyorum. Haki haki gülüşen yüzler. Utanıyorum, korkuyorum, kızıyorum. Saklandığım yer yok artık. Çıkıyorum. Bir soğuk ürperti, bir boğuk sıkıntı, bir ölü nefes. Ama tuhaf, kimse aldırmıyor. Kimsenin aldırmamasına aldırıyorum. Yok sayılmanın öfkesi, hiç olmamış olmanın gizil sevinci. Kar tanecikleri uçuşuyor, yüzüme çarpıp kırılmıyor, saplanıp kalıyor. Yumuşacık bir şeydi, böyle katı değildi çok eskiden, hatta dün bile. Acıtmaz, usul usul yağar, sarıp sarmalar, ılık bir şeyler, taşkın bir şeyler yükselir, büyür büyürdü. Siyah siyah bakıyorum şimdi, leke leke. Bütün evler çökmüş sanki, daha bir küçülmüş, daha bir ufalmış. Kıl çadırların olduğu yerde kızıl alevler, alevlerin kovaladığı büyümüş gözler. Göç başlamış. Telef olmuş sürüler, yıkılmış yüzler. Herkes göçecek! “Bir yere gitmem” diyen babam. Yalınayak, titreyen, anıları solmamış eski bir yiğitliği, kesik kesik üşüyen dualara değişmeyen.

Körlüğüm geçmiş, bembeyaz karlar üstünde yakut kızılı kan damlaları. Bütün evren kıpkızıl kesiliyor. Yıl bin dokuz yüz… Sonraki her yılı da bir kaburga çatırtısı ve gök yakut kızılı kan damlalarına sayın. Evler darmadağın. Karaya vurmuş batık gemiden arta kalanlar. Yeni doğan donmuş kuzusunu yalayan koyun. Gözleri mercan beyazı. Ağlamak istiyorum. Bir el saçlarımda. Annemin kokusu. Sıcak sıcak donuyor. Oracıkta, tam oracıkta, içimin en göçmüş bir yerlerinde. “Geçti” diyor. Geçti, ama göçmüş gibi de bu “geçti”. Yaslanıyorum. Şimdi eskisi gibi, usul usul kar yağıyor. Asırlık dut ağacının altında iri hamamböceği karaltısı araçlar. İçinde, götürülecek ve belki de bir daha dönemeyecek olanlar. Seyrelmiş, azalmış, kimsesiz bir köy. Her şey, hiçbir şeyin örtünemediği bembeyaz bir ıssızlık altında. Usul usul kar yağıyor. Ateşe verilmiş evler, kül olmuş çadırlar bembeyaz karlar altında. Bir utancın izleri gibi bir an önce gözlerden yitip gitmek, geri getirmeyen bir şeylerle örtünmek ister gibi. Her yer bembeyaz bir ses; ”Üç güne kalmaz göçecek! Herkes!” İçimde bir göçebe ateşi…

İteklenerek en son o bindiriliyor. Koşuyorum. Önümden geçen ölüm renkli araçtan dosdoğru bana bakıyor. Keskinliğine duru gözler, asil ve kendine yunmuş bakışlar. Omuzlarında dün beni değil, bütün bir gökyüzünü taşıyan. Yer ve göğün, zaman ve evrenin, ışıl ışıl yanan alnında büzüşüp küçüldüğü saf cesaret. Gözlerinde korkuyu göremediğim ilk ve son insan. İçim bir hoş. Bu bakışlarla değişiyor bakışlarım. Yıl bin dokuz yüz… Sonraki her yılı bir kaburga çatırtısına sayın. Cehennem ayazı bir resimden. Solmuş, yıpranmış eski bir fotoğrafın gizlediklerinden. Saçlarımda hala aynı el. “Geçti”.

Geçti mi sahiden! Her yer, donmuş kuzuların mercan gözleri. Elleri açık, göğe çevrili başı. “Öyle bakıp durma, ölü sisler içinde arama baba!” Kızmadı, ürperdi. “Tövbe” dedi. Kimsenin görmediğini gördüğümü, kimsecikler göremedi. İnanmadı kimse. Ne o gün, ne sonraki gün, ne de daha sonraki gün. Ama gördüm. Hem öyle hayal meyal da değil, kanlı canlı. Allah öldü! Bunu kimse bilemedi. Öldürüldü. Demincek. Şuracıkta. Çırılçıplak korku ve acının gövdesiydi. Çırpınıyordu. Şu gözlerle gördüm. Önce lime lime döküldü, ardından son nefesini verdi. Bir jilet ağızlının inceliğine körelmemiş şu kanlı dudaklarının tam üstünde. Yıl bin dokuz yüz…


Yazarın notu: Çocuklar için uydurulmuş eski masallardan…



Önceki Haber
Fotoğraflarla Rakka’da son durum: DSG’liler 100. günde kentin tam merkezinde
Sonraki Haber
OHAL Komisyonu'ndan KHK ile kapatılan TV10'nun başvurusuna ret