Ana SayfaÇeviriKatalan ve Kürt bağımsızlık açmazları: Demokratik konfederalizm nasıl devrimci bir alternatif sunabilir?

Katalan ve Kürt bağımsızlık açmazları: Demokratik konfederalizm nasıl devrimci bir alternatif sunabilir?

HABER MERKEZİ – Sosyolog Thomas Jeffrey Miles, Irak Kürdistan Bölgesi ve Katalonya’da düzenlenen tek taraflı bağımsızlık referandumunu değerlendirdiği yazısında, “kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinin eleştirel bir dille yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor. Miles, siyasi elitlerin entrikalarının her iki olayda da “halkın iradesi” ile karıştırıldığını belirterek, radikal demokrasiyi, çok kültürelliğin ve çok dinliliğin biraradalığını ve sosyal ekolojiyi tek potada eriten başka bir modele işaret ediyor ve şu soruyu yöneltiyor: “Öcalan’ın demokratik konfederalizmi, Katalan ve Kürt bağımsızlık referandumlarının açmazda kalan sonuçlarına devrimci bir alternatif sunabilir mi?”


Thomas Jeffrey Miles*

Çeviri: Tolga Er


Barselona’da barışçıl eylemcilere uygulanan polis şiddeti. Kerkük’te Irak ordu güçleri tarafından yürütülen askeri işgal. Katalonya’dan Kürdistan’a, özerklik ve özyönetim kurumları şiddetli bir biçimde baltalandı. Görüntüler şok edici, devlet baskısı ise tiksindiriciydi. Peki nasıl oldu da milliyetçi sorunlar bu kadar kutuplaştı? Bu kadar sert devlet tepkilerini tetikleyen neydi? Süregelen bu sorunlar nasıl gelişecek? Son olarak; her bir vakanın, hakları genişleten ve özgürleştirici ‘çözüm’ünün gelecekteki olumlu sonuçları neler olabilir?

Rosa Luxemburg’un, güç ilişkilerinin yerel ve küresel gruplarına yaptığı somut etki açısından soyut ve ütopik ilkelerin her birinin –kendi kaderini tayin  hakkı ilkesi gibi- eleştirel bir dille değerlendirilmesine ihtiyaç duyulduğunu haklı bir şekilde belirtmesinin üzerinden neredeyse bir asır geçti. Buna rağmen Luxemburg’un öngörülü uyarıları, Marksizm-Leninizm zaferi ve bu zaferin birçok sömürgecilik karşıtı mücadelenin kendisine ve ufkuna tesir etmesiyle bastırılalı çok oldu.

Devlet komünizminin sonunun gelmesinin üzerinden bir nesil, sömürgecilikten neo-sömürgeciliğe geçişin üzerinden 60 yıl geçti. Ve şimdi, enternasyonalist devrimci ideallere yönelik can alıcı bir noktaya dokunmak için Kızıl Rosa’nın bilgece tavsiyesine kulak vermenin tam zamanı. İnsanlığı çevrelediği gibi kendi geleceğini de tehdit eden acil problemlerin küresel kapsamı, direnişin küresel bir şekilde koordine edilmiş biçimlerine ihtiyaç duyuyor. Kökleşmiş egemenlik sistemlerinin -sınıf, ırk veya cinsiyete göre- “kesişen” ve adaletsiz hiyerarşilerinin küresel kapsamı, tek bir ülkedeki sosyalizmin nihai formülünün her zamankinden daha az yeterli olduğu anlamına geliyor.

Yine de ‘enternasyonalist sol’un aklı karışık kalmaya devam ediyor. Sosyal dünyanın çoğu zaman maddeleştirilmiş, özcü ve ulusalcı görüşleri ve bölünmeleriyle anlaşılması güçleştirilen kendi kaderini tayyin hakkı ilkesi hakkındaki içi boş dogmalara bağlı kalınıyor. Var olan belli güç mücadelelerinde -bilhasssa “halkçılık projeler”inde- yaşanan hareket ve hareket karşıtı (mobilization ve counter mobilization) dinamiklerde olduğu kadar; belli projelerin ve güç mücadelelerinin daha kapsamlı küresel eğilimlerle olan ilişkisinin aklı başında ve “acımasız derecede eleştirisel” analizlerini sunmakta umulandan daha yetersiz kalıyor.

Bunun için haftalarca manşetlerden inmeyen Katalonya ve Kürdistan’da yaşananlardan öteye bakmamıza gerek yok. Her iki yerde de düzenlenen ve karşı çıkılan tek taraflı “kendi kaderini tayin hakkı” referandumu, kutuplaşmanın ve baskının halihazırda sarmallaşan dinamiğini yansıttığı gibi kızıştırdı da. Bu sorunların sol çevrelerce tartışılması -belki de özellikle İngilizce dilinde- yeterli olmaktan çok uzaktı.

Her iki olayda da, en eleştirel analistler bile o kutsal “kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinin önünde eğilmeye meyilli olduğu kadar, güç ilişkilerinin yerel ve küresel gruplaşmalarına etkilerinden dolayı ayrılıkçı taktikleri “acımasızca eleştirel” bir şekilde değerlendirmekten kaçınma eğiliminde. Siyasi elitlerin entrikaları, her iki olayda da “halkın iradesi” ile karıştırıldı ve onunla birleştirildi. Her iki olayda da “Katalanlar” ve “Kürtler”den üniter aktörlermişçesine söz edildi. Her iki olayda da içerideki ciddi farklılıklar, bölümler ve belki de kenarda kalan şeyleştirilmiş “milli topluluklar” ile birlikte “kendi kaderini tayin hakkı”nın birbiriyle yarışan tasarıları sistematik olarak görmezden gelindi -şeyleştirilmiş “milli” rakiplerinin içinde yer alan ciddi farklılıklar ve bölümler de keza öyle-. Milliyetçi şeyleştirmenin sinsi yollarıydı bunlar.

Katalonya’daki ihtilaf

Katalonya’ya bakıldığında; açıkça anti-kapitalist olan Candidaturas d’Unitat Popular’ın (CUP) taktiği ve stratejisine oldukça ilgi gösterildi. CUP’un feminizm, sosyal ekoloji ve doğrudan demokrasi vurgusuna dayanan programı gerçekten de övgüye değer. Partinin ayrılıkçı saflar içindeki nispi gücü olduğundan fazla görüldüğü gibi, tek taraflı kopuşa duydukları kararlılık ve kapitalizmden kopuş haritası olarak “ulusal bağımsızlık” formülüne gösterdikleri dogmatik inanç, eleştirel bir şekilde sorgulanmalı.

Tahmin edildiği üzere bu dogmatik formül; CUP’un 1515’e 1515 oy çıktığı mucizevi meclis oylamasıyla yasallaşan kleptokrat ve ayrılıkçı burjuva güçleriyle koalisyona girmesine yol açtı. Hatta CUP bu bağlamda 2015 yılında, “bölgesel” kemer sıkma bütçesi lehine oy kullanma konusunda kararlıydı. CUP’un tek taraflı ayrılık yönündeki ısrarı, tahmin edildiği üzere bu eski endüstri bölgesinde destek toplama konusunda çok az başarı elde etti.

Gerçekten de Katalonya’daki ayrılıkçı projenin çekiciliğinin sınırları ve İspanya genelinde yaşanan siyasi çekişme üzerine etkisi hakkında oldukça az şey söylendi. İlk olarak; Antonia Santamaria’nın haklı olarak vurguladığı üzere, çeşitli belediyelerdeki katılım oranına bakıldığı zaman, Katalonya’daki işçi sınıfı içinde ayrılıkçılığa duyulan ilginin kesin sınırlarının kesin tanımı kanıtlanmış oluyor. Örneğin; endüstri sembolü Santa Coloma de Gramenet kentinde referanduma katılım oranı yüzde 18’in altındayken, zenginlik sembolü Sant Cugat del Vallès kentinde seçime katılım oranı yüzde 54’ün üzerindeydi.

İşleri daha kötü hale getiren ise “milli soru”nun etrafında şekillenen kutuplaşmanın kemer sıkma önlemlerini meşrulaştırması ve Ebro nehrinin her iki tarafında demagoji yapan yolsuz politikacıların hesap vermeden yerinde kalmasıydı. Aynı zamanda bu durum, gündeme indignados tarafından zorla sokulan tartışmaların başka bir yöne kaymasına yol açtı. Indignados, düşmanlığın esasını, bölgeler arasındaki -ulusların mücadelesi- bir sorun yerine, sınıfsal açıdan -sahip olanlar ve olmayanların mücadelesi- belirlemişti. İber yarımadasındaki sosyal ilişkilerin somut grupları göz önüne alındığında, işçi sınıfının ele geçirilmesi ve bölünmesinin oldu bittiye getirilmesinden kaçınmak için, bir mücadeleyi her şeyden önce “milli” anlamda çerçevelendirmek baya zor. Bu sadece Katalonya için değil, belki de İspanya’nın geri kalanı için de öyle.

Yasal ve kaba kuvvetin dengesi düşünüldüğünde, Katalonya’nın tek taraflı bağımsızlığı boş bir hayalden fazlası değil. Ayrılığın başarıyla sonuçlanması için Madrid iktidarındaki siyasi güçlerle yürütülen bir tür müzakereye her zaman ihtiyaç var. Ve tabii ki, ayrılıkçıların müzakere etmesi gereken İspanya genelindeki baskın blokun ideolojik yönelimi de önem teşkil ediyor. O yüzden sadece kişisel çıkardan ötürü bile, ayrılıkçı blokun, İspanyol solunun sesinin artması ve ümidini güçlendirmesi için çalışması beklenilebilirdi. Ancak bunun yerine, tek taraflı ayrılıkçı taktikleri, İspanyol sağının ekmeğine yağ sürdü.

Yaygın İspanyol solu da masum değil bu konuda. “Parlamentodaki kürar hali”, Podemos’un fırsatçılığı ve daha az mertebede de olsa bazı belediye platformları -yeni üye seçme, zorla elinden ve kısmi olarak da olsa tabanın taleplerini bastırma ve indignado hareketinin doğrudan demokrasi mantığı-, egemenlik karşıtı yeni-yeni-sol projesinin potansiyelini ve cazibesini tartışılmaz bir şekilde kısıtladı. Bu da böylelikle sınıf sorunun yerine milli sorunun konmasına çıkan yolu açmış oldu. Istıraplı kemer sıkma politikarına için veya ona karşı değil; ‘procés’ için veya ona karşı kutuplaşıldı.

Pablo Iglesias ve özellikle Ada Colau –Barcelona Belediye Başkanı ve Comunes lideri-, tek taraflı ayrılık ve giderek artan devlet baskısı arasında “üçüncü bir yol” umudunu ayakta tutabilmek için hesaplanmış bir duruş sergilemek için elinden gelenin en iyisini yaptı. Ancak bu tür çabalar, İspanyol ve Katalan milliyetçiliklerinin kutuplaştırıcı bir şekilde karşı karşıya gelişlerinin yarattığı ardı arkası kesilmeyen dalgaları altında bastırılmakla tehdit ediliyor.

Aynı zamanda, Partido Socialista Obrero Español’un iflas eden neoliberal “sosyal demokratları” da İspanyol mercilerin izlediği baskı taktikleri ve otoriter kızışmanın izinden gitti. PSOE’nun kendisi geçtiğimiz sene içerisinde ayrışırken; şimdiki liderleri Pedro Sánchez görevden alınıp tekrardan göreve geldi. Ve PSOE, İspanyol sağının El País sayfalarındaki Katalan ‘darbe’si hakkında kullandığı kavgacı dilini taklit eden ve devlet baskısı ile polis şiddetini meşrulaştırmak için elinden geleni yapan ve alkışlayan (karşı çıkılmadı hiçbir zaman) parti içi düşmanlarına göre milli soruda uzlaşmak ve anlaşmaya varmak için daha yatkın.

Mücadele eden güçlerin dengesi

Eğer Luxemburg güç ilişkilerinin somut gruplaşmalarına etkisi açısından “kendi kaderini tayin hakkı”nın soyut taleplerinin eleştirel bir şekilde değerlendirilmesinin önemini vurgulamakta haklıysa, Lenin de böylesine değerlendirmeler yapılırken “büyük ulus” şovenizminin barındırdığı tehlikelerin azımsanmaması gerektiğine yönelik sertçe çıkıştığında bir o kadar haklıydı. Hakikaten de İspanyol büyük ulus şovenizmi son aylarda oldukça sık görünür halde. İspanyol yetkililerin ve mercilerin her türlü saldırganlığı, sosyal medyada ve ana akım İspanyol medyasında kutlandı. Ne kadar şiddetli ve baskıcıysa, o kadar iyi olarak görüldü.

İspanyol ulusalcılığının ataerkil özü, intikam ile beraber böylelikle yeniden ortaya çıkıyor. İstismar eden bir koca gibi, ayrılmak isteyen eşine yönelik şiddet aynı bahanelerle meşrulaştırılmak isteniyor. Güç yoluyla beraberlik; çünkü biliyorsun, hepimiz onu çok seviyoruz. Hem de bu aynı zamanda çocukların iyiliği için.

İspanyol sağı, karşı toplu sokağa çıkışlar konusunda rahatsız edici kabiliyetini bile kanıtladı. Karşı çıkılan referandumdan sonraki hafta sonunda yaklaşık bir milyon insan Barselona sokaklarını doldurdu, halihazırda zaten kanla sırılsıklam olmuş İspanyol bayrağıyla toplandı, alayvari bir şekilde bunu anayasanın, hukukun egemenliğini ve hatta sivil haklarını korumakla meşrulaştırdı. Aşırı sağ unsurlar bile fark edilmeyecek bir şekilde, aynı bir balığın su içinde olduğu gibi doğal ortamındaymışçasına kalabalık içine karıştı. Karşı toplu sokağa çıkışlar, resmi olarak “sivil toplum” tarafından liderlik edilirken, aynı zamanda İspanyol devletini kontrolü altında bulunduran İspanyol sağının siyasi güçleriyle organik olarak bağlıydı.

İspanyol ulusalcı repertuarında yer alan sokağa çıkma unsuru en azından Katalonya’da yeni sayılabilir. Aynı zamanda bu, yönetimin içinde sıkıştığı kutuplaştıran sarmalın da bir yansıması. Diğerine göre daha yeni, ancak rakipleri Katalan otoriteler tarafından uygulanan taktikleri yansıtıyor ve onu taklit ediyor.

Hataya düşmeyin; yaşanmakta olan ihtilafın, İspanyol “devleti”ni Katalan “halk”ıyla karşı karşıya getirildiği görüntüsü, en iyi ihtimalle olayın basitleştirilmesi olur. Katalan “bölgesel” otoriteler ve “bölgesel” kitle medyasının öne sürdüğü procés ve Katalan hükümeti ile bölgesel yönetim aygıtı arasındaki Assemblea Nacional de Catalunya ve Òmnium Cultural -örgütlerin liderleri bu hafta içerisinde kefaletsiz bir şekilde haksız yere hapsedildi- gibi “sivil toplum” örgütleriyle kurulan organik bağların oynadığı kritik rol çoğu zaman görmezden geliniyor.

Aynı zamanda Katalan “bölgesel” polisinin Faslı-Katalan genç terör süphelilerininin peşine düşmesini, “etkileyici” ve “profesyonel” olduğu için yaltaklanılması ve çoğu ayrılıkçı çevrelerce bu kişilerin ölçüsüz bir önyargıyla yargısız infazının yapılması alkışlanması unutulamaz. Bu zaten Katalanlar’ın kendi devletlerine sahip olmaya ne kadar yakın olduklarını gösteriyor. Yine de tekrarlamak durumundayız; “bağımsız” devlet aygıtlarının arttırılması, devleti paramparça etmek ile aynı şey değildir.

İspanya ve Katalonya arasındaki ihtilaf; ilk olarak kutuplaştırıcı ve ütopyacı demagojiden yarar sağlayan merkezi ve “bölgesel” devlet aygıtlarının arasındaki bir ihtilaf. Yine de her iki tarafın aldığı gerçek halk desteği reddedilemez. Bu, özellikle ayrılıkçı halk güçleri arasında göze çarpıyor; bu gücün merkezinde ise Katalanca konuşan ve kemer sıkma önlemleri tarafından köşeye sıkışan orta sınıf yer alıyor. Hal böyle olsa da mücadele içerisindeki güçlerin dengesinin gerçekçi bir değerlendirmesinin yapılabilmesi için, ihtilafın her iki tarafında yer alan ve devlet aygıtlarının kontrolünü elinde bulunduran siyasi elitleri tarafsız bir şekilde tanımamız gerekiyor.

Ancak yine de kafa karışıklığın önüne geçelim. Devam etmekte olan bu ihtilaf, temel olarak kaydadeğer derecede ‘halk’ desteğini sokağa çıkarabilme yetisine sahip ve buna istekli merkezi ve bölgesel siyasi elitlerin ve devlet aygıtlarının arasındaki bir açmaz. Yasal ve zora başvurma hususundaki güç dengesi İspanyol devletinden yana ololduğu gibi, ekonomik güç dengesi de onlardan yana.

Katalan ekonomisinin hakim tepeleri, doğal olarak daha geniş mali özerkliği vurgulayarak, kördüğümün çözümü için müzakereyi tercih ettiklerini çokça kez dile getirdi. Katalan mercilerin tek taraflı bağımsızlık ilanına açıkça karşı tutumda oluşları, sorunun akıbetini belirleyen anahtar faktör olabilir. Çünkü Katalan otoriteler, ayrılığın ütopik projesini düşük maliyetli olarak sundu ve Madrid’in gölgesinden çıkmanın tüm Katalanlar için bolluk anlamına geleceğini defalarca kez tekrar ederek söz verdi. Tartışmalı referandumun üzerinden geçen haftalar içersinde birçok Katalan’ın bu illüzyondan sıyrılmış olması kuvvetle muhtemel.

Katalonya’nın Avrupa Birliği’nin zorla dışında bırakılması, -Avrupa otoritelerinin birçok kez belirttiği üzere- başarıyla sonuçlanan tek taraflı bağımsızlık ilanı durumunda gerçeğe dönüşmeye yakın bir olasılıktı. Bunun üzerine Katalonya’daki iş alemi, özellikle de kaybedecek çok fazlası olan büyük işletmeler hemen reaksiyon gösterdi. Katalan iş çevreleri, sıra sıra kalkan şirket uçaklarıyla harekete geçti ve ayrılıkçı yol haritasına yıkıcı ve belki de belirleyici darbeyi vurdu. En az 45 büyük ve orta ölçekli işletmenin genel merkezi İspanya’nın diğer bölgelerine kaydırıldı. Bu şirketler arasında en çok likiditeye sahip 35 İspanyol şirketinin yer aldığı İspanyol Ibex indeksinde listelenen en büyük 7 işletmenin 6 işletmesi de yer alıyordu.

Katalan ekonomisine hakim tepelerden gelen bu çabuk darbe belirleyici olabilir veya olmayabilir, ancak şu da bir gerçek; bu durum, Katalanları dize getirmek konusunda Katalan özerkliğini askıya almak, siyasileri tutuklamak ve oy kullanmaya çalışan büyükanneleri dövmekten kesinlikle daha etkili. Yine de bu ekonomik darbe, devlet baskısının kaba kuvvet formlarından daha fazlasını iştahla bekleyen İspanyol milliyetçileri için tatmin edici olmayabilir. Ancak kaba kuvvet eğilimi kısa vade ters tepebilir ve yakın bir gelecekte öylece unutulmuş olmaz. Ayrılıkçı hayalcileri ve inançlıları motive edecek ve onların içine işleyecek tasa hissini pekiştirir.

Aynı zamanda Avrupa Birliği şüphecisi birçok kişi -özellikle de Britanya’da- milliyetçi ihtilaf ve çalkantı ikliminden hangi somut sosyal gücün yarar sağlayacağını gerçekçi bir şekilde değerlendirmeden ayrılıkçı hareketi destekliyor görünüyor. Bu çevreler, herhangibir uçurumdan atlamasını teşvik ediyor, “zıtlıkları kızıştıran” ve Avrupa Birliği projesine dengesizlik getirmeyi vaat eden her şeyi alkışlıyor. Adeta devrimci cesaret kılığına girmiş bir piromani bu. Halbuki ayrılıkçıların büyük bir çoğunluğu, hala küçük bir azınlık olan CUP’un resmi durumuna rağmen AB’ye yönelik derin bağını ve hatta kemer sıkma önlemlerine bağlılığını birçok kez tekrarladı.

Hatta Avrupa şüphecisi solun, İspanya konusunda görmezden geldiği başka bir şey daha var. Sağcıların zafer ve otoritenin geri tepme olasılığının gerçeğe dönüşmesi oldukça muhtemel iken, ayrılıkçıların sol ve bağımsız bir Katalan Cumhuriyeti kurma hayali ütopik bir fantezi olarak kalmaya mahkum. Bu mahkumiyet de Barselona Büyükşehir Bölgesi’nde yaşayan işçi sınıfını destekleyecek bir yol bulmakta başarısız olduğu sürece değişmeyecek.İspanya’nın güneyinden gerçekleşen iç göç tarihi düşünüldüğü takdirde, işçi sınıfı, “ulus”a gittikçe artan bir şekilde bağlılık ve sadakat talep eden tarafların çapraz ateşinde kaldı, pek çok kez ikiye ayrıldı ve her iki taraftan yabancılaştı.

Irak-Kürdistan ihtilafı

Hazır piromaniden bahsetmişken; şimdi de iki savaş suçlusu piroman Bush ve Blair’in yaklaşık on beş yıl önce -iyi dostları, parmağında oynattıkları ve korkunç boyutta istikrar bozucu “Gönüllüler Koalisyonu”nun küçük ortağı José María Aznar’ın da yardımıyla- ateşe verdiği bir başka bölgeye dikkatimizi çevirelim. Irak Kürdistan Bölgesi’nde de merkezi ve “bölgesel” otoritelerinin karşı karşıya gelmesine neden olan ve sorunu kızıştıran yine bir tartışmalı referandum gerçekleşti. Bu olaydaki hikayenin başrolünde köşeye sıkışmış başka bir bölgesel başkan, Mesud Barzani var. Belki de kendisi, yolsuzluğa tutulmuş yöneten Katalan elit kesimden daha kuşatılmış durumda.

Anayasal dönem süresi sınırından neredeyse iki buçuk yıl daha uzun süre bölgesel başkan olarak görev yapan Barzani, anayasaya aykırı olarak iktidarı korur durumda. Bölgesel yönetim ve zorlayıcı aygıtlar daha geçenlerde vefat eden eski Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, rakibi PUK ve KDP’ye sadık olanlar olarak bölünmüş durumda. Merkezi otoriterlerden yapılan ödemeler ise petrol kaynaklarının dağıtımına ilişkin devam eden tartışmalardan ötürü 2014 yılının Ocak ayından beri dondurulmuş durumda. Bu duruma petrol fiyatlarının düşmesi de eklenince, bölgesel otoriteler ciddi ekonomik zorluklar yaşıyor.

Huzursuzluktaki öngörülebilir yükselişi dengelemeye çalışan Barzani, bölgesel meclis içindeki muhalif güçler üzerinde de olmak üzere siyasi baskıyı yoğunlaştırarak karşılık verdi. Ancak rıza sadece zor kullanarak alınabilen bir şey değil. Barzani de bunu gücünün hakimiyetini arttırmak, kesinleştirmek, sıkılaştırmak anlamına gelen demogojik ve ütopik manevra ile birleştirmeye karar verdi. Popülist bir hareketle plebisiteye, “kendi kaderini tayin hakkı” üzerine yapılan tek taraflı referanduma başvurdu. Barzani, tek taraflı ayrılık girişiminin ateşleyeceği karşıt akımı küçümseyerek, -Katalonya’daki mevkidaşı gibi- elindeki kartları gereğinden fazla oynamış olabilir.

25 Ekim’de düzenlenen referandum, oldukça etkileyici bir şekilde yüzde 73 katılım ile neredeyse yüzde 93 oranında evet oyu aldı. Kürt bağımsızlığından yana nitelikli çoğunluğun olduğunun kesin kanıtı bu. Yaşadıkları soykırımsal şiddet düşünüldüğünde belki de şaşırtıcı değil bu sonuç. Ancak Talabani’nin PUK’u yine de referanduma karşı uyarıda bulunmuştu. Barzani’nin Amerikalı destekçileri de keza öyle. Onu vazgeçmeye ikna edemediğinde de “kendi kaderini tayin eden” petrol gelirine bağlı kleptokrat müşterisini korumaya meyilli değildi.

Barzani’nin eski destekçileri Türk otoriteler ise beklenildiği üzere daha kızgındı. Barzani’nin düzenlediği referandum, tahmin edileceği üzere Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu an için bel bağladığı aşırı sağın paranoyalarını harekete geçirdi. Şu da unutulmamalı ki; Türk otoritelerle girilen suç ortaklığı -PKK’ye karşı süren savaşta yapılan işbirliği ve koordinasyon-, en başından beri Barzani’nin projesi için önem taşıyordu. Türk otoriteler, referandumun peşinden petrol ihracatını engellemek ve hatta sınırları kapamakla tehdit etti. Bu tehditler gerçekleştiği takdirde, Barzani rejimi kesinlikle diz çöktürecektir.

Barzani’nin Bağdat’taki rakipleri ise KBY otoritelerinin havaalanı kontrolünü devretmelerini talep etmenin yanında Erbil ve Süleymaniye’ye inen ve oradan kalkan uluslararası uçuşları anında durdurdu. Irak ve İran silahlı güçleri, daha hafta dolmadan İran’ın KBY ile olan sınırında ortak tatbikat yaptı. IŞİD’in 2014 yazından itibaren ilerleyişinin ardından petrol bölgelerini elinde bulunduran PUK güçleri ile muhtemelen bir anlaşma imzalanmasından sonra, Irak ordusu 15 Ekim’de Kerkük’ü savaşmadan aldı. PUK’un Kerkük’ten çekilmesi de Barzani’nin referandum sırasında KBY’nin kurucu unsuru olarak tanıttığı eskiden alınmış tartışmalı toprakların yüzde 40’ından fazlasında çekilmeyi tetikledi. Eline fazla güvenmenin bir sonucu; baş döndürücü bir geri dönüş. Aynı zamanda kendi içinde bir insan hakları felaketi. Savaştan kaçınılmasına rağmen Kerkük’te evlerinden kaçan yüz binden fazla insan olduğu söylendi.

Demokratik Konfederalizm alternatifi

Kürdistan Bölgesi’nde yaşananlara ilişkin batıdaki sol çevrelerin tartışmaları biraz daha bölünmüş durumda. Bunun sebebi ise “Kürtleri” Amerika’ya ve hatta bazı olaylarda İsrail’e bağlayan jeopolitik ittifaklar hakkındaki hakim şüphe. Yine de Katalonya’ya kıyasla buradaki tartışma daha da basitleştirilmiş ve yanıltıcı.

İlk olarak; referandumun arkasındaki güçler çoğu zaman “Kürtler” olarak gösteriliyor. Böylelikle KRG içerisindeki derin ayrılıklar ve KBY ile Kürdistan’ın diğer bölgeleri arasındaki daha az göze çarpan farklılıklar gözardı ediliyor. Belki de en büyük problem; Barzani’nin milliyetçi “kendi kaderini tayin hakkı” projesi ve hapsedilmiş liderleri Abdullah Öcalan ve onun demokratik konfederalizm modelinden ilham alan Kürt Özgürlük Hareketi’nin (hareketin içinde PKK ve Kuzey Suriye’de yer alan Rojava’da kontrolü elinde bulundurulan devrimci güçler de bulunuyor) taktikleri ve stratejisi arasındaki devasa farklılığın görmezden gelinmesi.

Demokratik konfederalizm, yurttaş meclislerine dayalı ve yurttaş milisleri tarafından savunulan radikal demokratik bir proje. Devlet karşıtı doğrudan demokrasi bağlamında tanımlanan “kendi kaderini tayin hakkı”nın, yeniden radikal bir şekilde kavramsallaştırılmasıyla oluşturan bir program ve model. Bağımsız ulus devleti hedefiyle yola çıkılan ulusal bağımsızlık mücadelesi denklemini bölücü ve ütopik bulan “kendi kaderini tayin hakkı”nın yeniden kavramsallaştırılması, çoğunluk diktası tehlikesinin üstesinden “devrimci-ortaklaşmacılık” ile gelmeyi hedefliyor. Ortaklaşmacı rejimi; siyasi temsil için kota uygulayarak (somut olarak Rojava’da Araplar ve Hristiyan Süryaniler için uygulanıyor), farklı kurucu grupların oluşturduğu doğrudan meclisler yoluyla, yine bu gruplardan oluşan öz savunmaya yönelik milisler çıkararak; çok etniklilik, çok dillilik ve çok dinliliğin yer etmesini güvence altına alan “sosyal sözleşme”ye sahip ortaklaşmacı bir rejim.

Öte yandan demokratik konfederalizm, cinsiyet özgürleştirilmesinin önemine vurgunun yapıldığı, eşbaşkanlık modelinin yürürlülüğe konduğu ve siyasi temcilciliğin her türünde cinsiyet eşitliği için hareket edildiği radikal demokratik bir proje. Projede bu hedefler de kadın meclisleri ile akademileri kurulması ve öz savunma için kadınların kendi milislerini oluşturması yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Son olarak demokratik konfederalizm; topraktan petrolün aktığı bir yerde “sosyal ekoloji”nin ve çevresel sürdürülebilirliğin önemine vurgu yapan radikal demokratik bir proje.

Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin “demokratik konfederal” projesi, Barzani’nin “kendi kaderini tayin hakkı” projesinin tersine, bölgeyi yutan kaos ve tiranlığın negatif dialektiğine olan tek alternatifi oluşturuyor. Onların projesi radikal demokrasiyi, öz savunmayı, çok kültürelliğin ve çok dinliliğin biraradalığını, cinsiyet özgürleştiriciliği ve sosyal ekolojiyi birleştiriyor. Ortadoğu’da ve ötesinde barış için gerçek bir yol haritası onlarınki. Hatta belki de Katalonya ve İspanya için de öyle. CUP, Comunes ve İspanyol solu; Kürt Özgürlük Hareketi içerisindeki erkek ve kız kardeşlerinin cesaret örneğinden birkaç şey öğrenebilir.

Bağımsız ulus devlet hedefinden feragat etme nedenlerine açıklık getirmeye çalışan Abdullah Öcalan’ın öz eleştiri anında güçlü bir şekilde ortaya koyduğu üzere:

Bir konuda suçluysam, o da güç ve savaş kültürünü kabul etmiş olmamdan ötürüdür. Özgür olmak için bir devlete ihtiyacımız olduğu ve bu yüzden de savaşmamız gerektiğine dindarca inandığımdan beri onun parçası oldum. Özgürlük ve ezilenler için savaşanların sadece birkaçı kendini bu hastalıktan kurtarabilir. Yani sadece egemen sistemin gözünde değil, uğruna sahip olduğum her şeyi verdiğim özgürlük mücadelesi nezdinde de suçlu olmuştum.


*Thomas Jeffrey Miley – Cambridge Üniversitesi’nin Sosyoloji Fakültesi’nde Siyaset Sosyolojisi alanında okutman. Araştırmaları karşılaştırmalı milliyetçilik ve demokratik teori üzerine olan Miley, şu an için 20’nci yüzyıl içerisinde kendi kaderini tayin hakkı için verilen mücadeleleri konu alan bir projede çalışıyor.

Kaynak: ROAR Magazine


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Bahçeli’den İyi Parti açıklaması: Sonu siyasi mezarlıktır
Sonraki Haber
Hapishanelerde ücretsiz ped verilmesini talep eden kadınlar yarın Meclis'e gidiyor