Ana SayfaGüncelOktay Etiman’ın kendi anlatımıyla Adana yılları, cezaevi zamanları

Oktay Etiman’ın kendi anlatımıyla Adana yılları, cezaevi zamanları

HABER MERKEZİ – THKP-C içinde Mahir Çayan ve mücadele arkadaşları ile eylemlere katılan, 12 Mart Muhtırası sonrası hakkında idam cezası talep edilen ancak af yasası ile cezası 30 yıla düşürülen, infaz hükümleri ile ömrünün 14 yılını cezaevinde geçirmiş, yazar ve çevirmen Oktay Etiman, 70 yaşında hayatını kaybetti. Aşağıda, Etiman’ın 2013 yılında verdiği bir röportajdan seçilmiş pasajlar yer alıyor. Bu pasajlarda Etiman’ın ailesinin Adana’ya gidişini, orada ‘belleğinde iz bırakan sahneleri’, “Teori dışı edindiğim, beni çok etkileyen ilk izlenimlerim” dediği anılarını ve cezaevi yıllarına dair aktarımlarını okuyabilirsiniz.


(…)

Ailem 1938 yılında İstanbul’a trenle giderken Adana’ya yaklaşıldığında annem beşinci çocuğuna hamileyken annemin sancısı tutuyor; iniyorlar. Beşinci kardeşim doğuyor ve Adana’ya yerleşiyorlar. Babam orada istida yazmaya başlıyor. Babam öldüğü zaman 1961 yılında Yeni Adana Gazetesinde, “Adana’nın en eski istidacısı öldü” diye yazmıştı. 1938 yılında istida yazan daha sonra dava vekilliği de yapmış böyle bir insandı babam. Ama hiçbir zaman mülk sahibi olamamıştır. Birlikte çalıştığı arkadaşının birden fazla evi olmuştur ama nedense babam böyle bir şey yapamamıştır. Biz hep kirada oturduk.

(…)

Adana’da lise yıllarında da iki anım var. Bir tanesi okuduğum lisenin bitişiğindeki tütün fabrikasının işçileri, onların tütün rengi tek tip elbiseleri… Kadınlar da pantolon giyerlerdi. Gelişlerinde ve mesai bitişlerinde bazen rastlardım. Onların o sıhhatsiz yapıları, kitle halinde giriş çıkışları -belki otomasyon yoktu o zamanlar ama-, sanki başka bir dünyaya gidiyor gibiydiler. O zaman kent hayatı ne kadarsa işte insanlar kitle halinde bir yere gidiyorlar, yine kitle halinde çıkıp gidiyorlar. Belki de benim gördüğüm ilk fabrikaydı. Dolayısıyla fabrikada çalışan işçilere dair ilk izlenimlerimi oradan almış oluyorum demek ki. Benim belleğimde iz bırakan sahnelerden biridir.

Bir diğeri ise bir nüfus sayımı sırasında sayım görevlisi olarak Seyhan Nehrinin karşı tarafına gitmiştim. Biz oraya Karşıyaka deriz. Birçok yerde Karşıyaka vardır. Bizim Karşıyakamız da yoksulların yaşadığı, gecekonduların olduğu, doğu ve güneydoğudan Adana’ya gelenlerin yaşadığı bir yerdi. İç göç merkeziydi o zaman Çukurova ve Adana. Karşıyaka’da yerleşirlerdi genellikle. Gecekondular vardı, böyle topraktan yapılmıştı. Onlara gidip sayım yapmaya çalışmıştım. Sokakları güç bela buluyorduk. Bazı evlerde elektrik yoktu. Sefalet, yoksulluk içinde yaşıyordu insanlar. Yıkadıkları çamaşırları astıkları iplerde gördüğüm zaman, bunlar da içinde bulundukları yoksulluğun derecesi hakkında bir şey söylüyordu bana. Yamalı elbiseler, pantolonlar vs. Sayım görevini bitirip evden çıktıktan sonra evin içindeki o yoksulluk, sefalet, bakımsızlık, ihmal edilmiş insanlar belleğimde iz bıraktığı için ben nasıl bir yerden uzaklaşıyorum diye döndüm baktım. Evde anne, baba, küçük çocuklar, bir de genç bir kız vardı. Bir lise öğrencisi olarak elimde sayım defteri işimi yaptım uzaklaşıyorum son bir kez dönüp baktığımda o genç kız evin kapısında uzaktan bana bakıyordu. Hiç unutmadım onu. Çok da hoş bir kızdı. Bir daha hiç görmedim ama ben daha sonraki devrimci mücadele içinde o genç kızı yoksulluktan sefaletten belki de simge olarak onu kurtarmak istedim. Tabii ki sınıflar var, emekçi sınıf, elbette ki devrimci mücadelenin sınıfsal bir perspektifi var, bütün bir sınıfın içinde bulunduğu koşulların değiştirilmesi söz konusu ama bu da belki de bir yan motif olarak kalmış olabilir. Kentin benim yaşadığım kesimlerinin dışında ne tür bir yoksulluğun nasıl bir sefaletin yaşanmakta olduğunu gördüğüm ve ona dair bilgilendiğim anlarımdan bir tanesidir.

Tabii Çukurova’nın bir de meşhur pamuk tarlaları vardır. Gerçi günümüzde o pamuk tarlalarının bir kısmı fabrika haline getirildi. Pamuk tarlalarında mevsimlik işçiler çalışırdı. Bu mevsimlik işçiler İç Anadolu’dan ya da Güneydoğu’dan gelen bireylerden oluşuyordu ve sabahları o zaman Adana’nın merkezi olan Küçük Saat’te bu mevsimlik işçiler, ırgatlar toplanırlar, işçi dayıları diye tabir edilen adalar alıp onları tarlaya götürmek için seçerdi. Ben ilkokula giderken çok tanık olmuşumdur. Sen sen sen diye işaret eder, onları alır traktöre bindirir götürür, bir kısmı da seçilmemiştir o gün, onlar biraz mahzun kalırlar. Diğerleri traktöre atlar giderler, tabii bunların bir kısmı traktörlerle götürülürken traktör devrilir, kaza olur, ölürler o da ayrı bir gerçekliktir. Sarı sıcakta pamuk tarlalarında çalışan ırgatların da görüntüleri hiç gözümün önünden gitmemiştir. Bunlar da beni çok etkileyen figürlerdi. Sigortaları yoktur. Sivrisinekten dolayı sıtma olur, sıtmayla mücadele gelişmemiştir. Bazıları ölüyor koşullardan ötürü.

Bunlar benim ampirik kitap dışı, teori dışı edindiğim ilk izlenimlerim. Bunlardan ben çok etkilendim. Bu yıllarımda sefaletle safahatın aşırı yoksullukla aşırı zenginliğin iç içe var olduğu Adana’da edindiğim bu izlenimlerden sonra “ben bir taraf tutmak zorundayım, ahlaki bir tercihte bulunmak zorundayım” diye hissettiğimin şimdi farkına varıyorum. O zamanlar lise yıllarında lise 2-3 öğrencisi olarak ben yoksullardan yana olmalıyım gibi bir tercih içine girdim. Ama elbette ki sosyalizm fikirleri henüz geniş bir şekilde ayrıntılı olarak Çukurova’ya ulaşmamıştı. O zamanlar belki sosyal adalet filan deniyordu. Sosyal adalet kavramını telaffuz edenlere de o zamanlar da komünist damgası rahatlıkla vuruluyordu. 15-20 yıl geçtikten sonra faşist partilerin bile programlarına girmiş bir kavramdır. Ne yazık ki Türkiye’nin demokratik sürecinin oldukça yavaş işlemiş olmasından dolayı o yıllarda sosyal demokrasi kavramı bile aşırı uçta bir ideolojinin tezahürü olarak algılanıyordu.

(…)

Hapishanede 14 yıl kaldım. Aslında bana verilmiş olan ceza idam. Yargıtay da onaylamıştı. 74 yılında çıkan af yasası idam cezalarını otuz yıla indirdi. Benim aldığım cezanın da onaylanması 78 yılına kadar sürdü. Dolayısıyla infaz yasası ile birlikte 14 yıl yattıktan sonra dışarıya çıktım.

Ben üç defa ciddi işkence gördüm. Bir tanesi 12 Mart darbesinden önce Demirel’in başbakanlığı döneminde. O zaman öğrencilere kaba dayağın dışında elektrik filan böyle şeyler yapılmazdı. İlk kez bu 70 yılında yapmaya başladılar. Demirel zamanında bugünkü Konya yolundaki Emniyet’in binasında 8. Katta siyasi şubede elektrik de dahil olmak üzere aklınıza gelebilecek her türlü şekilde işkenceye maruz kaldım. Darbeden sonra tutukladığımda yine işkenceden geçtim. Cezaevindeki 13. yılımda Malatya Cezaevinde -12 Eylül’den sonra kurulmuştu orası- hapishanedeki tavrımdan dolayı olsa gerek böyle bir denk düşürüp beni koğuştan alıp işkence bölümüne götürdüler. Falaka da dahil olmak üzere sigara söndürmeye kadar böyle bir şey yaptılar. Hoş değil tabii. 38 yaşındasın, cezanı yatıyorsun. Hapishanedesin zaten. Ne yapabilirsin ki? Dışarıya baş kaldırdı, isyan etti, silah çekti derler. Hepsi palavradır. Bu bir hınçtır, kindir, öfkedir. Bu öfke cezaevindeki 13. yılını tamamlamakta olan bir insana karşı bile yönelebilmektedir. Cezaevindeki var oluş tarzım, kurallar karşısındaki tutumum demek ki bir yere yazıldı, yazıldı, birikti ve bir gün denk düşürüp aldılar götürdüler. Geçen yıl ameliyat olduğumda anestezist sordu bu sırtınızdaki izler nedir diye. Söyledim sigarayla yakıldığını. İki tane iz hala duruyor. Bunlar normal. Bir devrimcinin fikirlerinden dünyaya bakışından hapishanede taviz vermediği takdirde uğrayacağı, maruz kalacağı davranışlardır. Bir devrimci olarak  ben de yaşadım. Zaten bunları göze alarak devrimci mücadele içinde bulundum. Çok da şaşırtıcı gelmedi bana.


“Yaşayan devrim yaşayan devrimci: Oktay Etiman” başlıklı röportajdan seçilmiş pasajlar. Röportajın alındığı bloga ve röportajın tamamına BURADAN bakabilirsiniz.