Ana SayfaÇeviriSoykırım nasıl fotoğraflanmamalı?

Soykırım nasıl fotoğraflanmamalı?

HABER MERKEZİ – Myanmar’da Müslümanların çoğunlukta olduğu Arakan’daki çatışmaların yeniden başlaması üzerine, Rohingyaların kaçmak zorunda kalarak Bangladeş sınırından geçmeye başladığı gün 25 Ağustos’tu. Aradan geçen neredeyse iki aylık sürede sınırı geçmek zorunda bırakılan Rohingyaların sayısı 600 bine yaklaşırken; uygulanan soykırımı ‘belgeleme’ye çalışanlar sadece insan hakları örgütleri, uluslararası kurumlar ve Birleşmiş Milletler ile sınırlı kalmadı. Gazeteciler ve fotoğrafçılar da ‘anı’ yakalamak için oradaydı. Ancak gazetelerde ortaya konan görüntülerde dikkat çeken; gösterilen anın kendisinden çok yaşananların ‘servis’ ediliş şekliydi.

Gazete Karınca olarak sizlere çevirdiğimiz bu yazıda da yazar, yaşananların yansıtıldığı The Guardian gazetesindeki siyah beyaz ve işlenmiş fotoğraflardan yola çıkarak, insan gerçekliği üzerine düşünmeye yabancı ve indirgeyici bir anlatı şekline tutuklu kalındığını söylüyor ve şu soruya açıklık getirmeye çalışıyor: ‘Soykırım nasıl fotoğraflanmamalı?’


Çeviri – Derleme: Tolga Er


Daha bir kaç gün önce Britanya’nın önde gelen gazetelerinden The Guardian, “Fotoğraflarla: Rohingya mülteci krizini belgelemek” başlıklı bir fotoğraf hikayesi yayınladı. Yayınlanan hikayede özellikle de estetik olarak görsellerle ilgili o kadar çok yanlış var ki. Kullanılan görüntüler geçmişte yaşananları çağrıştırırken, bugünü veya bugünün politikalarının aciliyetini akıllara getirmiyor ve Salgado’nun insan göçü üzerine yaptığı proje ile yadsınamaz bir benzerlik taşıyor. Ülke dışı emperyalist uygulamaların yol açtığı soykırımların, katliamların ve soğuk savaşta yaşanan temsili savaşların fotoğraflarının çıkmasının üzerinden 30 yıl geçtiği bugünümüzde, hikayeyi anlatmak için hala insanların göğüs gerdiği suçlara ve soykırıma yabancı olan görsel dile güveniyoruz.

Görüntülerde göze ilk çarpan; görsellerin işlenmiş doğasının, yapay pürüzünün ve insan acısının yüksek çözünürlükte yakalandığı ve birleştirilmiş olduğu. Acı, tüm açıklığıyla öyle bir fotoğraflanıyor ki hassasiyet açısından adeta ucuzlaşmış oluyor. Buradaki estetik ise Rohingyaları toplu göçe maruz bırakan politikaları tamamiyle ‘büyüleyici’ bir tiyatroya indirgiyor.

Hatta, hikayede isim bile yok. Herkes, acının siyah beyaz karikatürüne dönüştürülmüş.

Bir ay önce, yazar Maaza Mengiste, buna ilişkin endişelerini “Şeylerin Duyulmayanı – Şiddetin kelime bilgileri” başlıklı konuşmasında dile getirmişti. Konuşmada savaş, kıtlık, yoksulluk ve şiddet mağduru kahverengi ve siyah insanların yüzlerinin ve bedenlerinin ‘posterleştirme’ ve ‘işlenme’ fenomenini tartışmıştık.

Videonun 40’ıncı dakikasının 28. saniyesinde Maaza Mengiste, görüntülerin dokusu hakkında konuşuyor ve onları “çekim sonrasında sömürü” olarak nitelendiriyor.

Konuşmanının ilgili bölümü şöyle:

Aynı zamanda şunu düşünüyorum; eğer burada Photoshop ile çalışan dijital fotoğrafçılar varsa, belki de bana bir süredir gördüklerimin ne olduğunu anlamama yardımcı olabilir. Bunu Instagram’da da gördüm haberlerde de. Ancak en çok; savaşın alt üst ettiği ülkelerdeki yoksul insanların, mültecilerin, siyahların, Afrikalıların, ABD’deki siyahların ve kıtadaki Afrikalıların çekilen görüntüleri, çekim sonrası yapılan işlemle beraber bu insanların derilerini neredeyse kirli gösteren bir görünüme dönüştürüyor. Görüntü kumlu görünüyor; buna ne isim verdiğinizi bilmiyorum. Posterleştirmekti sanırım.

Ne olduğunu bilmiyorum; ancak deriye ne etki yaptığını ve yoksul, evsiz, siyah insanların derisinin kirli bir dokuya dönüştürüldüğünü görüyorum. Göz akını gerçek dışı bir şekilde beyaza dönüştürüyorlar ve bu olayı her yerde sürekli görüyorum.

Konuşmada bir kadın araya girerek, şöyle diyor:

Ne demek istediğini biliyorum. Posterleştiriliyorlar, filtreyle düzenliyorlar. Deride oynamalar yapıyor. Eğer görüntüdeki evsiz veya yaşlı bir insan ise genelde yakın çekim yapılmış oluyor, deri pürüzlü oluyor, kırışıklıklar derin bir şekilde görülüyor. Her şey abartılıyor.

Yazar, konuşmasının devamında şöyle diyor:

Bu görüntü sonucu bir insanda görmemiz gereken nedir? Bu işlem ile beraber ne vurgulanmış oluyor? Belli insan gruplarında yapılan bu işlem beni gerçekten rahatsız ediyor ve niye bir fotoğrafçı böyle bir şey yapıyor? Bunun nedeni; bir fotoğrafçının ‘yoksullaştırma’ ihtiyacı hissetmesi ve belli mahalle ve topluluklara gitmesiyle aynı nedenden ötürü. Bu insan gruplarının fotoğraflarına sahip olmaları onlara meşruluk veriyor. Çekim sonrası aşamada da gerçekleştirilen bu tarz bir sömürü.

Yine de çekim sonrası görüntülerin işlenmesi bu olayın sadece bir yanı. Ne tür bir görüntünün gerektiği ve yayınlanacağı düşüncesi, görüntü işlenmeden çok daha önce yürürlülük halinde.

Yorgun ve dinlenmekte olan bir ailenin “Naf nehrini geçtikten sonra yorgun düşen bir aile” isimli bir fotoğrafı var. Görüntü, aşağı bakar şekilde yukarıdan çekilmiş. İki çocuğun anne ve babasının üstünde yarı çıplak bir şekilde uyuduğu mahrem bir an. Görüntü ise araya giriyor. Düşünüyorum da; eğer her şeyi geride bırakmış olsam, gelecekte beni neyin beklediğinden emin olamasam ve haftalar boyunca korku için yolda olsam, bu şekilde fotoğrafımın çekilmesine izin verir miydim acaba? Fotoğraf çekilirken izin alınmış mıydı mesela? Bu fotoğraflar bana hali hazırda bilmediğim ne söylüyor? The Guardian’ın sayfalarında yer bulan bu korunmasız özel bir anın görüntüsüyle ben şimdi ne yapmalıyım? Buradan nereye doğru gidiyoruz ve bu görüntünün politik olasılıkları ne?

Auberach’ın kitabının önsözünde Edward Said, – burayı vurgulamak istiyorum – her neslin gerçekliği sunabilmesi için ‘doğru gözü’ bulması gerektiğini yazmıştı. Basit, ancak karşılanması neredeyse imkansız bir talep bu. Önümüzde yaşanan gerçekliği temsil etmek ne anlama geliyor? Özellikle de eğer bu gerçeklik şiddetten ötürü ortaya çıkmışsa? Hikayeyi anlatmak için görsel kullanacaksak eğer, klişelere indirgemeden veya 10, 25 veya 50 yıl önce çekilen fotoğrafların diline, dil bilgisine ve dizimine geri döndürmeden insanların yaşanmış hikayesine nasıl hakkaniyetli davranabiliriz?

Eğer bu fotoğraf hikayesinden görüntüleri çıkarmış olsam, bana bu hikaye ne demiş olurdu? Herkesin bunu en azından bir kere denemesini tavsiye ediyorum. Fotoğrafları çıkardığınız takdirde, şu yazılarla baş başa kalıyorsunuz:

Mülteciler, yanında az sayıda eşya getiriyor.

Umutsuz kalabalığa yardım edilirken, tehlikeli ezilmeler yaşanabiliyor.

Eğer görüntü olmadığında kelimeler betimleyici bayağılığın ötesine gidemiyorsa, o zaman görsellerin de daha iyi olmasını beklemeyin. Çünkü görseller -özellikle de bu türde olanlar-, siyaset olmadan veya şiddetin içindeki imparatorluktan söz edilmeden var olamaz. Dolayısıyla sorgulayan ve siyasete ait olanı dahil etmeyen kelimelerden yoksun bir şekilde ayakta kalamaz.

Çoğu zaman insanların şöyle dediğini duydum: “Bana söyleme, bana gösterme”. İşte bu berbat sözlerden daha fazla yazım ve yaratıcılık sürecine zarar vermiş başka bir şey yok. Bir editör bunu dediğinde ya Columbia gazetecilik okulu onun içine işlemiştir ya da insan gerçekliği üzerine düşünmeye ve yazmaya yabancı ve indirgeyici bir anlatı şekline tutuklu kalmıştır. Bazen gösteremezsiniz, sadece söyleyebilirsiniz. Bazen çığlık atmanız gerekir. Kelimeler her zaman önümüzdeki gerçekliğin resmini çizemez.

Görsel yazmak ve yaratmak basmakalıplaştı; çünkü bu süreç, argüman üretme mücadelesinden yoksunlaştırılarak standartlaştırıldı ve profesyonelleştirildi. Fotoğrafçıların ekipmanlarını tartıştığı veya iyi görüntünün ne olarak görüldüğü üzerine yaptıkları konuşmalara tanık oldum, ancak hiçbir zaman argümanın veya hikayenin ne tür bir şekil veya süreç alması gerektiğini tartıştıklarına rastlamadım.

Ne olduğu ve olmadığı üzerine dönen savaşa gittikçe daha da yenik düşmekte olan gerçekliğimize anlam yükleyebilmemiz gerekliyse şu an tam anlamıyla mücadele etmemiz, sürtüşmemiz ve çığlık atmamız gereken bir andayız. Fakat hala kendimizi o bilindik, tanıdık, kabul edilir, “yorulmuş ve test edilmişe” ve neyin “büyüleyici” olarak görüldüğüne geri dönerken buluyoruz.

İlk yazım sonrası bana, yaşanan toplu göçün fotoğrafını benim nasıl çekeceğim soruldu. Bazılarıysa “Bu gerçekliktir ve gösterilmesi gerekir” dedi. Cevabım şu; bir yeri nasıl kavrayacağımı, hakkında nasıl yazacağımı veya fotoğraflayacağımı bilmiyorum. Ürettiğim her argüman eninde sonunda onun şeklini buluyor. Ancak soykırımdan ve insanlık suçlarından kaçan insanların ve bir yerin fotoğrafının nasıl çekilmemesine ilişkin başka cevaplar da var. Mesela “Kriz, muson yağmurlarıyla aynı zamana denk geldi” gibi saçmalıkları yazmamakla başlayabilirsiniz.


Kaynak: Suchitrav

 




Önceki Haber
Kentler düşerken - Arif Altan
Sonraki Haber
'Türkiye'de 25 milyon silahın sadece 750 bin tanesi ruhsatlı'