Ana SayfaÇeviriSyriza, statükoya ayak uydurmak ve Sol’a bazı dersler

Syriza, statükoya ayak uydurmak ve Sol’a bazı dersler

Yunanistan’da halkın yıllardır yüzleştiği krizlere ve yönetimsel sıkıntılara çare olmak sözüyle iktidara gelen ‘sol parti’ Syriza, ana muhalefet partisi olmaktan çıkıp hükümet olduktan sonra yaptıkları ile enternasyonal ve dahili arenada eleştirilerin odağı oldu. Partinin ‘başarısız’ olduğu bu süreçte, “Syriza’nın sadece ‘gerçek bir değişikliğe’ gitme sözünün değil, uluslararası ölçekte bütün Sol’un güvenilirliğinin de zedelendiğini” belirten George Souvlis ve Leandros Fischer, “Syriza nasıl endişelenmeyi bırakıp statükoyu sevmeyi öğrendi?” isimli makalelerinde ekonomik ve toplumsal tüm süreci ele alıyor. Yazarlara göre Syriza, “Dünyada derinleşen kapitalist krizlerden çıkmaya çalışırken solcuların neye mal olursa olsun yapmaktan kaçınması gerekenlere dair bir örnek”.


George Souvlis & Leandros Fischer

Çeviri: Ezgi Gül


Syriza ve sağ kanat Bağımsız Yunanlar Partisi’nden (ANEL) oluşan Yunan hükümeti, referandumda halkın büyük çoğunluğu Avrupa tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarını reddetmesine rağmen, Avrupalı ‘kurumların’ baskısına boyun eğeli iki yıl oldu.

O zamandan bu yana geçen süre, Ocak ve Temmuz 2015 arasındaki fırtınalı dönemde Yunanlıların yaşadığı deneyimleri, aynı zamanda referandumu ve Yunan hükümetinin göreve geldiğinden bu yana yaptıklarını düşünmek için yeterli bir süreydi. Bugünden bakılınca, sadece Syriza’nın gerçek bir değişikliğe gitme girişimi yok olmadı, aynı zamanda bu durum uluslararası ölçekte Sol’un güvenilirliğine de ağır bir darbe indirdi.

Syriza’nın 2015 yazından bu yana görevde olduğu süreyi değerlendirmeden önce, birkaç gerçeği de aktarmak gerekir. Başka bir deyişle, tarihsel gerçeklik ve toplumsal söylem arasındaki sağlamayı klasik Marksist yöntem ile yapmak. Bu şekilde Syriza’nın gerilemesine sebep olan stratejik faktörleri gözden geçirmek istiyoruz.

Syriza’nın liderliğine ahlakçı bir “ihanet” suçlaması yapmak yerine, Alexis Tsipras’in göreve gelmesinden önceki ve sonraki yıllarda da partinin tabanının, partinin genel stratejisi üzerinden geldiği noktayı tartışacağız. Kreditörlere kapitülasyonlar verilmeden önceki son dakikaya kadar alternatif bir yol var mıydı yok muydu bunu sorgulayacağız.

Hükümetin ilk dönemleri

2012 seçimlerinde PASOK’un (Panhelenik Sosyalist Hareket) nerdeyse tamamen yıkılması üzerine ülkenin en büyük ana muhalefet partisi olan Syriza, 2015’te iktidara geldi. Göreve geldikleri süreyi takip eden zamanı “müzakereler periyodu”ydu. Bu aylar boyunca Syriza, – Maliye Bakanı Yiannis Varoufakis müzakere heyetinin başındayken- Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’ndan oluşan Troyka ile ‘adilvari’ bir anlaşma yapmaya çalıştı. Bu girişimin arkasındaki mantık, “kurumların” öbür türlü bütün Avrupa yapısının çökmesini tetiklemeyi riske atmış olacakları gerekçesiyle Yunanların önerilerini kabul edeceği yönündeydi. Bu ilüzyon, Tsipras’ın yakın çevresinde, daha önceki müzakere tavrı tarafların Yeni Demokrasi ile ulaşılan uygulanması mümkün olmayan anlaşmaları tanıyarak ‘rasyonel’ davranacağına inanmak olan Varoufakis de dahil desteklendi.

Henüz Şubat’ta Yunan hükümeti 240 bin euroluk borcunu kapatabilmek için bir anlaşmaya vararak taviz verdi. Bu Syriza’nın yaptığı taktiksel bir hamleydi, aynı zamanda önceki hükümetler tarafından imzalandığı gibi feci bir anlaşma yapmak yerine başka bir anlaşma yapıp Avrupa Birliği’nde (AB) kalmak istediklerine işaretti. Bu hamledeki sanık açıkça Yianis Varoufakis’ti, Maliye Bakanı olarak anlaşmayı olumlu bir anlaşmaya doğru atılan bir adım olarak gördü.

Aylar geçtikçe, bu stratejinin gerçekçi bir kazanım şansı olmadığı ortaya çıkmaya başladı. Bununla beraber Syriza, AB ile çatışmaya kalkışmayı veya bu çatışmanın sonunda kaçınılmaz olacak bir alternatif ekonomik modelin geliştirilmesini istemediğini vurguladı. Nisan’da Tsipras Varoufakis’i şu anki Maliye Bakanı Euclid Tsakalotos ile değiştirerek müzakere heyetinin başına geçirdiğinde, bu yaklaşımın imkansızlığı anlaşılmıştı. “Avrupalıları ikna etme” stratejisi bu noktada bitti. Tsipras bundan sonra kreditörlerle anlaşmaya karar verdi. Takip eden referandumu Tsipras, olası anlaşmanın işçi sınıfının çıkarına olmayacağını bilmesine rağmen planladı. Tsipras yine de referanduma giderek, oradaki bir yenilginin “diplomatik anlaşmaları yırtıp atma” sözünü daha kolay geri plana düşüreceğini ve Syriza’nın ülkenin siyasi iktidarı olmaktan istifa etmesine izin vereceğini düşündü. Tsipras, referandumu kazanmak için planlamadı. Bu beklentiye karşılık Yunan halkı, “OXI” (hayır) dedi. “Kurumların” şantajı ile yüzleşen Syriza önderliğindeki hükümet, süratle teslim oldu. Olayların bu gidişatı ‘kaçınılmaz’ olarak sunuldu. Fakat tarihsel süreç birçok olasılık, konjonktürel değişme noktaları barındırıyordu.

2015 yazında olanlar başka bir şekilde gerçekleşse ne olurdu? Bizce bir şeyler değişebilirdi. Esas ve açık olan gerçeğe odaklanalım: Syriza politik bir proje olarak ciddi ve ayrıntılı bir B Planı çerçevesinde evrilebilirdi. Bu birkaç ayda olabilir miydi? Muhtemelen evet, en mükemmel sonuçları vermese de. Unutmayalım ki 2012’ye kadar Syriza muhalefet partisiydi ve içerisindeki neredeyse hiç kimse ülkeyi yönetebileceklerine dair bir inanca sahip değildi. A Planı çökerse (Euro Bölgesi’nde kalırken anlaşmaları yeniden düzenlemek) yerine koyacakları alternatif bir plan hazırlamak yerine, Syriza’daki etkili politik aktörlerin birçoğu enerjilerini kendilerini parti, yani olası hükümet içerisinde güçlü konuma getirecek hizipçi mücadelelere harcadı.

Bu miskin hizipçiliğin sonucu olarak parti içi tartışmalar yapılamadı, yerel organizasyonlar ve Yunan halkı ile buluşularak, mükemmel olmasa da alternatif ve efektif bir B planı oluşturulamadı. Grexit’i (Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden çıkması) savunan Sol Platform da birebir olmasa da bu tembellikten sorumluydu. Üyeleri tarafından üretilen bazı fikirler asla daha geniş bir çerçeveye yayılıp halka açılamadı.

Latin Amerika’da yakın dönemde yaşanan deneyimler aslında düşünce gelişimi konusunda bir ilham alınabilecekken ciddiye alınıp tartışılmadı, Güney’deki ilerici hareketler ve hükümetler ile bir dayanışma geliştirme çabası gösterilmedi. Burada dayanışma fonlamalar da olabilir, o ülkelerin maliye bakanları ile görüşmeler olabilir, sembolik dayanışma hareketleri de olabilir. Onun yerine Sol Platform’un liderleri Ocak-Haziran döneminde (hatta daha önceki yıllarda) tüm dikkatini ‘alavere dalavere’ye verdi, kendilerini parti aracı içerisinde daha iyi bir yerde konumlandırmaya çalıştı, Tsipras’ın rotasına karşı mücadelelerini programatik bir şekilde yürüttü.

Küçük bir grup tarafından desteklenen Grexit’i bir yana bırakırsak, soru şu, Syriza muhalif olduğu dönem boyunca hiç kurumsal reformlar için alternatif bir plan hazırlamış mıydı? Kesinlikle hayır. Yunanistan’daki bazı kamu kurumlarıyla ilgili spesifik sorunlarla ilgili düşünülmüşse de, ilerici bir yönde reform yapmak için belirli bir plan ya da girişim yoktu.

Syriza’nın yaptığı başka bir hata da, küçülme önlemlerini uygulayan hükümetlere karşı yıllarca protesto gösterileri düzenlense de, toplumsal hareketlerden kayıp seçim politikası mantığına odaklanmanın getirdiği stratejik bir değişimdi. Bu, hareketin aktörleri muhalefet olarak parlamentoda resmi görevlere başladıklarında ve Ocak 2015’ten sonra hükümete geldiklerinde oldu. Burada öne çıkan varsayım ise, Syriza’nın hükümete yaklaştıkça bu boyutta bir değişime ihtiyaç duyduğu.

Parti ana muhalefet olduğu 2012’den bu yana, kemer sıkma politikalarını değiştirmek için sistematik bir çaba gösterilmedi. Alttan örgütlenen her çabaya ise partinin 2015’ten sonraki cevabı, “olması gerektiği gibi işleyen” hükümet gemisini taşlamaktan kaçınmak oldu. Bu sürecin doruk noktası 2013’ten sonra iktidar Yeni Demokrasi’nin devlet kanalı ERT’yi kemer sıkma politikaları dolayısıyla kapatmasıydı. Personel hükümetin kararına binayı işgal ederek ve ERT’yi fonsuz devam ettirerek cevap verdi. Yayını sürdürdüler ve işçilerin üretim sürecini kontrol etmesini sağladılar. Peki Syriza önderliğindeki hükümet ile birlikte ERT’de yayının yeniden oluşturulması sözüne ne oldu? Helena Sheehan, Syriza üzerine son yazdıklarında konuya şöyle değiniyor: “Hükümet halk mücadelesinin elde ettiğini destekleyeceğine, eleştirel ve yaratıcı, işçilerin kendisini yönettiği yeni bir kamu yayını anlayışını gözardı etti. Onun yerine eski düzeni, hiyerarşik yönetimi getirdiler. ERT halk yayını yerine daha önce de olduğu gibi daha çok bir hükümet yayını haline geldi, tabii bu sefer yeni hükümet olan Syriza’yı ayrıcalıklı kılarak”. İktidara gelmek Syriza için Yunan halkının yıllar boyu yaşadığı kriz için tek çözümdü. Doğal olarak bu mantık Syriza’nın 2015’te seçimi kazanmasından sonraki yaklaşımını etkiledi.

Bütün müzakere süreci Yunan konusunu çözebileceğini düşünen ve kendisine ‘uzman’ diyen küçük bir grubun elindeydi ve onlar bu süreci saydam bir şekilde yürütmedi. En başından itibaren Varoufakis’in yürüttüğü müzakereler sırasında kreditörlerin teklifleri tartışmaya yanaşmadığı açıkça belliydi. Bu koşulların altında bir referandum –daha Yunan devleti Temmuz’da tamamen iflas etmeden önce- denecek yöntem olabilirdi, böylece daha iyi koşullar için tartışma zemini yaratılmış olurdu, 20 Şubat’taki “taktiksel çekilme”nin yükü olmadan halk tartışmalar için harekete geçmiş olurdu. Onun yerine referandum manevra gücü kalmadığında, devlet tamamen felç olduğunda gerçekleştirildi.

Bu gelişmeler Syriza’daki bakanların ve müzakerecilerin deneyim eksikliği ile açıklanabilir mi? Cevap açıkça hayır. Referandumdan sonra ortaya çıkan olaylar kazara olmamıştı, fakat zayıflık ile bağlantılıydı ve bu durum Syriza’da ikili yapısal bir özellik ortaya çıkardı: Parti içerisindeki demokrasinin eksikliği ile Yunan işçi sınıfının içerisinde kökleşmemiş oluşu birleşti. 2012 seçiminden ve Syriza’nın seçimlerdeki ani yükselişinden sonra, parti hiyerarşisinin üst tabakalarında ciddi bir güç toplanması gözlemlendi, parti içerisindeki demokratik mekanizmalar da felce uğradı. Bu demokrasi dejenerasyonunun sebebi, Alexis Tsipras ve çevresindeki küçük bir insan grubunun bütün ülkenin sorunlarını çözebileceği düşüncesiydi.

Bu dejenerasyon, Tsipras’ın partinin merkez komitesi tarafından 15 Temmuz’da yaptığı açıklamayı da önemsememesine yol açtı. O açıklamada 201 üyenin 109’unun Yunan hükümetine ve Avrupalı kreditörlere karşı durduğu, anlaşmayı “zahmetli ve küçük düşürücü yeni bir söz” olarak nitelendirdiği belirtildi. Bu açıklama, Tsipras’ın Avrupalı otoritelerin ultimatom verdiği son kemer sıkma politikalarını görüşmek üzere parlamentoyu baskılamasından sonra geldi. 109 Merkez Komite üyesi hükümete “Kreditörlerin insafsız ultimatomlarına yenilme” dedi ve “anlaşmanın Sol’un fikirleri ve prensipleri içerisinde yeri olmadığı” konusunda hükümeti uyardı. Açıklamada ayrıca Merkez Komite’nin acil olarak toplanması ve Avrupa Birliği toplantısından dönen Tsipras’ın getirdiği anlaşmayı incelemesi talebi yer aldı. Tsipras daha önce bir anlaşmayı mecliste oylamaya sunmadan önce Merkez Komite’de tartışacağına söz vermişti. Oy birliği ile yapılmasına karar verilen Merkez Komite toplantısı hiçbir zaman yapılmadı. Bunların üstüne Tsipras bir parti konferansı yapıp yeniden seçim yapma sözünü de tutmadı, belki bu şekilde Syriza parti konferansında verilen kararlar ile ilerleyebilirdi, sadece anlaşmayı yapan küçük bir grubun verdiği kararlar ile değil.

Ayrıca Syriza’nın partinin yüksek mertebelerine yeni üyeler getirmek için sistematik bir çabası da yoktu, seçim sürecindeki destekle kıyaslandığında 2012 ve 2015 arasındaki toplam parti üyesi sayısındaki durağanlıkta gözle görülür bir fark vardı. Parti üyeleri ve uzman personel eksikliği, işlerin sonrasında nasıl geliştiğiyle ilişikli çok önemli bir faktördü. Bu partiyi iki ateş arasında bıraktı. Bir tarafta, az sayıda uzmanlaşmış üyeler değerlendirilmeliydi, çünkü diğer türlü bakanlıklar ve ulusal kurumlar daha önceki neoliberal yönetimlerin geleneği altında kalacaktı. Diğer tarafta ise bu üyelerin kullanılması partinin kaçınılmaz olarak devlet aygıtının içinde kaybolması anlamı gelecekti.

Bu Syriza’nın halkın gözündeki meşruluğunu yitirdiği şeklinde okunmamalı. Aksine hükümetin meşruluğu geniş kesimlerce kabul ediliyordu –nerdeyse yarım milyon- 3 Temmuz’da Syntagma Meydanı’ndaki “OXI” yürüyüşüne katılmıştı.(Spontan olarak gelişip Syriza tarafından ya da başka bir sol örgüt tarafından organize edilmemiş olsa da) Syriza gücünü krizler baş gösterdiğinden beri meydanlara çıkan halk ve hareketlerden alıyordu. Fakat bu kişileri stabilize etme ve bu diyalektiği çalışma alanları ve civar mahallelere taşımak adına ciddi bir girişim yapılmadı. Yapılsa, AB ile olası bir çatışma için yerel direniş örgütlenmiş olabilirdi. Başka bir deyişle, 2012’den sonra odak, toplum tabanındaki gücü genişletmeye değil meclisteki kontrol gücünü arttırmaya kaydırıldı.

Referandum

5 Temmuz’da, -bütün tersi tahminlere rağmen- Yunan halki neoliberal Avrupa’ya karşı oy verdi. Siyeset bilimci William Sewell’e göre bu kolayca “dönüştürücü bir hamle” olarak yorumlanabilirdi. Konjonktür, tarihsel ivmeyi hızlandırdı ve tarihe halkın kontrolü altında ilerleme olasılığı sundu. Ayrıca katılımcıları için göreceli olarak belirleyici oldukları bir deneyimdi. Ana akım medyanın ve Avrupa’nın baskısına, OXI oyu vermenin ülkenin kıyametine yol açacağını söylemelerine, Avrupa Merkez Bankası’nın Yunan Bankası’na likit akıtmama kararına, birçok Yunan’ın yaşadığı yoksulluğa (hala yaşıyorlar) rağmen, Yunan halkı Avrupa’nın kemer sıkma politikalarını reddetti. Modern Yunan tarihindeki bu gelişme, bir olasılıklar zincirinin kapısını araladı. Bu tarihsel bir sürecin doruğu, kitleleri politize eden mücadelelerin sonucuydu.

Syriza’ya ters olarak, Yunan halkı AB ile sonucu ne olursa olsun çatışmaya hazırdı. Bankalar kapatıldı ve yöneten sınıfı korku tellallığı yaptı, buna rağmen binlerce insan Yunan tarihindeki en büyük halk protestolarından biri olan OXI için toplandı. Birkaç gün önce ”NAI” (evet) için toplananlar ise çok azdı. Alexis Tsipras’ın aldığı kişisel sorumluluk tam olarak bu noktada başladı; kapütilasyonlar içeren anlaşmayı tek gerçekçi yol olarak göstererek imzaladı. Sonuç her şeyin mümkün olduğu düşüncesinden, kapitalist-realist prensip olarak bilinen restorasyona doğru keskin bir kayma oldu: Thatcher’in “Alternatif Yok”u gibi. Bu u dönüşü bütün siyasi iklimi değiştirdi, Yunan halkına tarihin sona erdiğini gösterdi. SSCB’nin çöküşü sorasında Fukuyuma’nın tarihin bitişi olarak kutladığı gibi, Tsipras kalıcı bir kemer sıkmanın kirli döngüsünü meşrulaştırdı ve kurumsallaştırdı. Siyaset bir kez daha insanların gündelik hayatları ile alakasız göründü. Devlet, yakın gelecekte efektif sosyal değişiklikler için oluşması beklenebilecek mücadeleleri, hareketleri engellemiş oldu. Bu etki sadece Yunanistan’la da sınırlı kalmadı. İspanya’da geçtiğimiz yıl yapılan seçimlerin sonuçları, Yunanistan’daki gelişmelerin ardçısıydı. Halk Partisi’nin tüm seçim kampanyası, Yunanistan’ı bir sebep olarak göstererek, “İspanya da aynı şekilde olmasın Podemos’a oy vermeyin” demekti.

Tsipras başka şekilde davranabilir miydi? Cevap evet. Son dakikada dahi. Bu konumda yapılacak en radikal şey likit sorununa karşı Varoufakis’in acil para planını devreye sokmaktı. Diğer seçenek ise anlaşmayı imzalamak, Ocak 2015’ten bu yana işletilen stratejinin çöktüğünü deklare etmek ve planlanan parti konferansını düzenleyip olası bir Grexit’i konuşmak olurdu. Böyle bir adım parti bütünlüğünü korur, aynı zamanda da Syriza onurlu davranmış olurdu. Ayrıca Syriza ülke içi ve dışında siyasi bir güç olarak tamamen meşruluğunu kaybedilmezdi.

Fakat Tsipras bunların hiçbirini yapmadı. Parti içerisinde kalan sol azınlık, anlaşmadan sonra planlanan parti konferansı gerçekleşmediği için ayrıldı. Syriza Eylül seçimlerine parçalanmış bir parti olarak katıldı. Yunan borcuna acil çözümler, Troyka tarafından talep edilen kemer sıkma politikalarını dengelemek için sosyal yardımlaşma vaatleri ile seçime girildi.

Syriza’nın en çok ağzına doladığı borç sorunu hiçbir zaman çözülmedi. 4 Nisan 2015’te Helen Parlamentosu Başkanı Zoe Konstantopoulou’nun girişimiyle Ulusal Borç Komitesi kuruldu. Komite, kreditörlerin para fonlarını kullanarak ülkeyi manda altına almak istediği, hakları ve AB’nin kurallarını çiğnediği gerekçesiyle borcun illegal ve yolsuz olduğu sonucuna vardı. Borcun reddedilmesi ve ödemelerin durdurulması kararı alındı. Fakat Tsipras Eylül 2015’te komiteyi feshetti. Çerçeveye bakılırsa, ödeme maliyetleri, gayri safi milli hasılayı yılda yüzde 15 aşmazsa Yunanistan’ın borcu ödenebilirdi. Yunanistan bu “sürdürülebilirliği” sağlamak için, mevcut kredilerin bazı dönemlerini uzatama ve faizi azaltmayı sağlayabilirdi, bu Yunanistan’ın Avrupalı ‘partner’lerinden umabileceği tek yardımdı.

Troyka önceden imzalanan anlaşma uyarınca sosyal yardımlaşma sözlerini geçersiz kılsa da Syriza gerçekçi olmayan vaatlerle ve kazanılan referandumun baş döndürücü etkisiyle seçimi kazandı.

Anlaşmadan anlaşmaya – kirli ve bitmeyen bir döngü

Yunanistan’da geçtiğimiz iki yıl içerisinde olan gelişmeler, kemer sıkma politikalarının önceki dönemle kıyasla aynı yoğunlukta olduğu şeklinde özetlenebilir; parlamento içinde ya da dışında AB’nin dayattığı neoliberal düzene karşı çıkabilecek siyasi bir güç de yoktu. Syriza Mayıs’ta yeni bir anlaşma önerdi, parlamentoda hararetli tartışmalar başladı. Dördüncü anlaşma, emekli maaşlarını düşürme ve faiz dışı hedefini tutturmak için 2022’ye kadar her yıl yüzde 3.5 vergi arttırma gibi sert kemer sıkma politikaları içeriyordu. Ayrıca, 2060 yılına kadar yılda yüzde 2’lik artı olarak anlaşıldı. Böylelikle borç konusunda Yunan hükümetine hiç imtiyaz sağlanmadı, sağlanacak gibi de gözükmüyor.

Toplumsal bağlamda Syriza 2010-2015 arası kendisini yükselten bütün sosyal hareketlerden kopuktu. Parti, alttan gelen toplumsal talepleri reddeden, devlet gücünün bir menajeri haline dönüştü.

Peki partideki bu dönüşüm nasıl açıklanabilir? İlk olarak Ağustos 2015’teki bölünmenin ardından parti en dinamik sosyal bileşenlerini ve sosyal hareketler ile bağını kaybetti. Kötü koşullara rağmen bu hareketlere bağlı birkaç kişi partide kalmış, Troyka’nın yönettiği hükümetlerin aksine siyasi gücün en azından biraz gelişme göstereceğine inanmıştı. Bu olamazdı, çünkü Troyka tarafından dayatılan ve hükümet tarafından kabul edilen yapısal sınırlamaları aşardı. Bu kısıtlamalar, partinin eksikliklerini, eylemsizliklerini ve hatalarını açıklamak için ana siyasi mazereti olarak şimdiye kadar kullanıldı. Syriza hükümeti, durum ciddi bir çatışmayı resmetse de, kendisinden önceki hükümetlerin kriz boyunca davrandığı gibi davranırsa -konsensüs yoluyla yönetim, herkesi, özellikle de üst sınıfı tatmin etmek-  ülkenin değişebileceğine inandı. Son iki yıl için Troyka’yı suçlamak yetmez, Syriza içerisinde statükoya karşı çıkacak bir siyasi irade yoktu.

Örneğin Syriza Kilise’nin Yunan siyasetindeki etkisini azaltmak için çok az şey yaptı. Aksine liderliği bu siyasi rol ile ilişikliydi. Buna bir örnek, Kasım’daki kabine değişiminde Nikos Filis’in hükümete alınmayışıydı. Filis eski Eğitim ve Diyanet İşleri Bakanı’ydı, reformist solun içerisinde uzun süredir yer almıştı ve kısa süre öncesine kadar Syriza’nın günlük gazetesi Avgi’nin başındaydı. Yeni kabineye atanması, dini eğitime getirmek istediği reformlar, soru cevaplı öğretme usulü ile karşılaştırmalı din eğitimi vermek istemesi yüzünden kilisenin başındaki Archbishop Ieronymos tarafından engellendi. Bu çekingen tavır göz önüne alındığında, Syriza’nın kilisenin ve devletin ayrılması konusundaki yapısal soruna ya da kilisenin elindeki zenginliklerine vergi koyma konusuna ilişkin pratikte pozisyonunun ne olacağını tahmin etmek zor değil.

Derin devlete dokunmamak

Syriza referandum sonucunun ardından şok edici bir şekilde geri çekilmesine rağmen, aslında mevcut pozisyonuna dair bir şeyler 2015’te parti iktidara geldiğinden bile daha açıktı. Tsipras çevresindeki grup 2012’den sonra ” kemer sıkma karşıtlığı” ve “anlaşmayı yırtıp atma” konusundaki tüm konuşmaları için ülke içi ve dışında hiç vakit kaybetmedi; bütün oyunun kurallarına göre oynandığı ve kapitalist devlete zarar vermediğine emin oldular. Bir yanda Yunan kapitalizminin kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları ile diğer yanda Yunanistan’ın çıkarları vardı.

“Bağımsız Yunanistan” komplo teorisyeni ve ateşli milliyetçi Panos Kammenos’u Savunma Bakanı olarak atayarak, Tsipras Yunan siyasetini önceki PASOK ve Yeni Demokrasi hükümetleri altında şekillendiren milliyetçi çizgiyi sürdürdü. Bazı Syriza destekçileri Kammenos’un atanmsının onu ‘nötralize edeceğini’ savunurken bu, gerçeklikten uzaktı. Aksine Kammenos’un savaşçı kimliği, Ege Denizi’nde askeri uçaklarla havalanarak girdikleri it dalaşı dolayısıyla Türkiye ile tansiyonun yükselmesine sebep oldu. Kammenos’un açıklamaları da Erdoğan’ın kendi milliyetçi retoriğine zemin oluşturdu. 1996’da iki ülkenin kabul ettiği deniz sınırlarının aşılması dolayısıyla savaşın eşiğine gelinmesi durumunda -Yunanistan’ın alanını 12 deniz mili genişleterek Türkiye’nin Ege’ye ulaşımını engellemek istiyor- Kammenos’un rolü küçümsenmemelidir. Yunanistan’ın savunma bütçesi –Troyka’nın yetkisinin dışında – hala yüksek seviyelerde. Silah harcamalarının hacmi 2015-2016 yılları arasında, Syriza iktidardayken bile yüzde 10 oranında arttı ve toplam 5 milyar avroya yükseltildi.

Bir hayal kırıklığı da Syriza’nın dış ve bölgesel politikasıydı. İsrail’le askeri ortaklaşmaların biteceği sözü seçimlerden önce verilse de Tsipras ortaklığa devam etti ve hatta alanını genişletti. Tsipras Kudüs’e “İsrail’in başkenti” dedi, bunu yapmaya ABD dahi cesaret edememişti. Ve söylemeye bile gerek yok, bu Filistin davasını destekleyen milyonlarca Yunan’ın suratını bir tokat gibi indi. Syriza’nın dış politikasının mimarı, “solcu milliyetçi” Dış İşleri Bakanı Nikos Kotzias, Henry Kissinger’ın realpolitik anlayışını doğrudan pratiğe geçirdi, İsrail ile, Mısır cuntası ve Türkiye’ye karşı gördüğü her bölgesel aktör ile stratejik birliktelikler kurdu, bu ülkeler ne kadar gaddar ve kirli olursa olsun. Yakın zamanda Kotzia’nın Kıbrıs’ın kaderi üzerine yürütülen müzakerelere müdahale etmesi, hiçbir gerçekçi çözüm sunmuyor, sadece yukarıda bahsedildiği gibi “Türkiye’yi rahatsız etme” fikri barındırıyor ve adadaki şovenist bileşenlerin elini güçlendiriyordu.

Syriza’nın savunma ve dış ilişkiler konusunda yaptıkları, Sol’un, özellikle de dış ilişkiler konusunda öne çıktığı üzere devletin ve otonomisinin ana sorununu ihmal ederek, bir toplumsal hegemonya yaratıp güçbela “kemer sıkma” politikalarına odaklanabileceğini düşünenlere uyarıdır. Aslında Syriza’nın ülke içinde ve dışındaki u dönüşleri birbiriyle ilişiklidir; Yunan kapitalizminin –bankaların da kapatılmasıyla referandumdan bir hafta önce kaslarını gevşeten- ekonomik gücü ile gerekli olan çatışmaya girmeyip jeopolitik çıkarlarına hizmet ediyordu.

Polis baskısı ve mülteciler

Syriza’nın derin devletle herhangi bir çatışmadan kaçınmasının diğer yönü de, polisin yapısına yönelik tutumuydu. Polis yapısında reforma gidileceği duyurulmasına rağmen muhafazakar yapı korundu. Güvenlik aracındaki yabancı düşmanı tavrın önü alınmadı ve birçok olayda bu tutum aşırı sağ ile birleşti.

Syriza polisi yeniden konumlandırmak için çaba harcamamasının yanında onları mültecileri destekleyen taban oluşumlarını bastırmak için kullandı. Temmuz 2016’da mülteci aileleri ve destekçiler Selanik’te işgal edilmiş üç barınakta uyurken -Nikos, Orfanotrofeio ve Hurriya – polis baskını sesine uyandı. İyi organize edilmiş polis operasyonu ile yüzlerce insan gözaltına alındı. Mülteci konumundaki işgalcilerin birçoğu serbest bırakılırken bazıları ise askeri yönetimdeki mülteci kamplarına gönderildi. Geri kalan mülteciler, onlarca ülkeden gelen 74 mülteci, tutuklandı. Geçtiğimiz Mayıs’ta Atina’da da benzeri baskınlar oldu. Polis Atina’nın merkezinde baskınlar düzenleyerek, mülklerleri geri aldı ve onlarca belgesiz mülteciyi gözaltına aldı. İlk baskında polisler Alkiviadou Caddesi’nde Şubat’tan bu yana işgal altında olan bir binaya girdi. 120 mülteciyi binadan çıkararak Petrou Ralli Caddesi’ndeki Yabancı Büro’ya götürdü. Daha sonra polis Zografou’da anti-otoriterler tarafından 2012’de işgal edilen bir binayı da bastı.

Mültecilerle dayanışma hareketlerinin baskılanması, hükümetin mültecilerin kendisine gösterdiği sert tavrı tamamlar nitelikteydi. Zıttı vaatlere rağmen, hükümetin mültecilerin refahına yönelik ağır ihmalleri geçen kışın şiddetli kar fırtınaları sırasında Moria “sıcak nokta” gibi mülteci tesislerinde başlıca ölüm nedenini oluştururken, Yunan göç merkezleri hala duruyor.

Son nokta ise, diğerlerinden daha az önemli olmayarak, partinin Türk devletiyle imzaladığı ve Avrupa Birliği’nin mülteci krizini ele almak için kabul ettiği genel yasal çerçeve içinde yazılmış olduğu utanç anlaşmasıdır. 18 Mart 2016’da Yunan milletvekilleri, AB ile yapılacak anlaşma uyarınca Türkiye’den Yunan Adaları’na geçen mültecilerin geri gönderilmesini öngören yasa tasarısını onayladı. Bu anlaşma 2015’te bir milyon insan kıtaya geçmişken, daha fazla mültecinin Avrupa’ya gidememesini öngörüyordu. Sadece bir yıl sonra bu anlaşmanın etkisi nedir? İnsan Hakları Uluslararası Federasyonu Başkanı Dimitris Christopoulos’un da dediği gibi:

Anlaşma tarafından gönderilen mesaj herkesi lekeledi. Bizi lekeledi, çünkü kendimizi yabancı düşmanlığını meşrulaştırmaya alıştırıyoruz. Bu, kendini bir anda tampon bölgede yaşarken bulan mülteciler için insafsızca bir anlaşmadır. Yunanistan ve Türkiye’den oluşan tampon bölgenin sosyal yapısı için son derece problemli bir yaklaşımdır. Türkiye için de zararlıdır çünkü Avrupa’nın (liderler için) sessizliği satın alınırken, otoriter rejim devam ediyor.

Syriza’nın mültecilere yaklaşımı yalnızca herhangi bir liberal insani çerçeveden uzak olmakla kalmayıp aynı zamanda mülteci krizinde aşırı sağın söylemlerini ve uygulamalarını meşrulaştırıyor ve doğruluyor.

Sol için çıkarılacak dersler

Syriza’nın gidişatı sadece bir “Troyka kapitülasyonu” ile yorumlanamaz, aynı zamanda kapitalist devlete karşı problematik bir siyasi yaklaşımın da ürünüdür. Bu paradigmanın ideolojik çizgisini resmetmek, bu makalenin kapsamını aşar. Fakat iki bileşenden kısaca bahsedilebilir. Birincisi, “sol Avrupacılık” ın bilinen bileşeni, yani, AB’nin demokratik olmayan kurumlarının bir şekilde soldan düzeltilebileceği fikri ile ilgilidir. Diğeri, bir savaş alanı olarak devletin toplumdaki sınıf güçlerinin dengesini yansıttığı düşüncesidir. Bu düşünceye dair birkaç okuma vardır ve kesinlikle buradan radikal sonuçlar çıkarılabilir. Syriza liderliğinin bunu okuyuşu, sadece Yunan toplumunda da değil 2008 sonrası Avrupası’nda sınıf güçlerini, siyasi denge üzerinden yanlış hesaplaması üzerinden olmuştur.

Syriza Ocak 2015’te göreve geldiğinden beri kıtadaki elverişsiz güç dengesi bir kez daha göz önüne serildi. Hükümetin küresel kapitalizmin ana araçları, Avrupalı kurumlar ve IMF gibi, tarafından emsalsiz bir saldırı altında olduğu kesinken, birçok konudaki sağa doğru kayışı –dış politika, baskıcı devlet aygıtı, kilise ile ilişkiler, mültecilere karşı tavır – Troyka tarafından dayatılmadı, bunlar onun bütün “karakteristik özellikleri” ile Yunan kapitalizmine adaptasyonuydu: Türkiyeli iktidar ile ulusal çekişmeleri”, Yunanistan’daki seçim politikalarının müştericiliği, diktatörlüğün çöküşünden sonra yaygın olan “ulusal uzlaşı” söylemi, mültecilere uygulanan yapısal devlet faşizmi sadece birkaç örnek.

Syriza’nın sağa kayışı 2012’den sonra gözlemlenmeye başlamıştı. “İhanet”  demek cazip gelse de gerçek çok daha karmaşıktır. Milyonlarca Yunan’ın beklentileri ve radikal eğilimleri ile partinin liderliğinin taktiksel ve stratejik kaymalarını arasındaki büyük tutarsızlıktan bahsetmek daha doğrudur.

Syriza’nın yükselişi Yunanistan’da askeri diktatörüğün 1974’te düşmesinin ardından gelişen toplumsal hareketliliğin sonucudur. 2010 ile 1015 arasında kitlelerde kendinden harekete geçme güdüsünün gelişmesi kendine güveni de getirdi, bu referandumda da gözlemlendi. Fakat Syriza’nın siyasi proje ve meclisteki bir parti olarak sahip olduğu yapısal sınırlar anlamlı bir değişimin yolunu tıkadı.

Hareketlerin beklentileri ve parti stratejisi arasındaki belki en büyük yakınlaşma, 2012’de, Komünist Parti ve radikal sol koalisyonun katılımı ile Syriza önderliğindeki ANTARSYA’da, “Sol hükümet” sloganı altında görülür. Fakat diğer iki gücün Syriza’nın teklifini reddedişi sağa kayışı hızlandırmış ve Yunan seçimlerindeki müşterici tavrı hortlatmış, PASOK’lu isim yapmış politikacılar bile seçim listelerinde yer almıştır. Bu yeni anlayış, parti içi demokrasinin eksikliği, Alexis Tsipras’ın rolünün “popülist” bir lider olarak değiştirilmesi ve radikal solun partiden tasfiyesi ile güçlendirilmiştir. Bağımsız Yunanlar ile birlikte koalisyon kurulması, 20 Şubat’ta Yiannis Varoufakis’ın imzaladığı anlaşma bu dersin mantıki sonucudur; Syriza “oyunun generalini” üzmeyecektir.

Bu gelişmeleri düşününce, Syriza’nın hala ülkenin siyasi sistemi içerisinde nasıl yeri olduğu sorusu akla geliyor. Sorunun cevaplarından ilki, Yunan siyasi sisteminin yeniden yapılandırmasıyla ilişkin yapısal bir açıklamadır. Anlaşmalar dolayısıyla egemenliğin kaybedilmesi, Yunanistan’daki siyasi partileri nötralize etmiş ve onları başkaları tarafından verilen kararları uygulayan organizasyonlar haline getirmiştir. Bu da halkın vereceği oyun bir anlamı olmadığını düşünerek siyasetten uzaklaşmasına sebep olmuştur. Politikalar zaten imzalanmış olan anlaşmalar üzerinden belirlendiği için Yeni Demokrasi hiçbir gerçekçi alternatif teklif etmiyor. Hükümete gelmek isteyen her parti  için aynısı geçerli.

Ayrıca ikinci bir öznel bir faktör de var. Bu da Syriza’nın ülkedeki siyasi ve toplumsal statükoyu benimseyerek, işçi sınıfına sadece küçük imtiyazlar vererek yarattığı dahili hegemonyaya işaret eder. Mevcut strateji ile Syriza, siyasi yeniden üretimini mümkün kılan bir hegemonik düzenini sağladı. Bu da takip eden dinamikler ile özetlenebilir: a) Genelde avro bölgesinde ve AB’de kalmak, Yunan kapitalizminin en önemli isteğini yerine getirmek b) ABD’li (jeopolitik), Avrupalı (mülteci ve borç) ve Çinlilerin (özelleştirme projeleri) çıkarları arasında denge kurmak c) kamu sektöründeki politikalar çalışanların çıkarına hizmet etmese de kimseyi kovmayarak (Yeni Demokrasi’nin söz verdiği üzere) müştericilik yapmak d) toplumun en alt kesiminin aşırı derecede fakirleşmesini önelemek. Başka bir deyişle, Syriza bu zamana kadar statükoyu benimseyerek ya da uyarlayarak ayakta kaldı.

Syriza’nın var olan statüko ve Yunanistan’daki güç ağları arasında Tsipras’ın etrafındaki bazı figürler aracılığıyla -Giannis Dragasakis ve Nikos Pappas gibi- kurmaya çalıştığı köprü ile hareketlerden ve kemer sıkma karşıtı aktivistlerinden gelen gücü, 2012 ve 2015 arasındaki süreçte çelişkiye neden oldu. 15 Temmuz’daki anlaşmadan sonra ikinci diyalektik bileşen de elendi, parti ile toplum arasındaki bağ tamamen koptu ve parti içindeki ve dışındaki baskı da bitti. Syriza bir reform programı olmayınca var olan statüko tarafından emildi. İmzalanan anlaşma ile dayatılan kemer politikalarının ötesinde bu faktör, Syriza’yı toplumdan uzaklaştırarak otonom bir yapı haline dönüştürdü. Bu adaptasyonun sebepleri Syriza’nın partinin ortaya çıkışını sağlayan kuvvetlerden yapısal olarak ayrışmasıdır.

Yunanistan’daki radikal sol hala Syriza’nın geri çekilişinin sonuçlarını deneyimliyor. Birlikleri, ileride zafer kazandırabilecek bir stratejinin ilk adımıdır. Bu trajik kadere rağmen Syriza, dünyada derinleşen kapitalist krizlerden çıkmaya çalışırken solcuların neye mal olursa olsun yapmaktan kaçınması gerekenlere dair bir örnektir. Aynı zamanda, kapitalist devleti yönetme sorumluluğunu alırsa, gelecekteki “sol popülist” bir oluşumun karşı karşıya kalacağı yapısal sınırlamalar üzerine de bir ders kitabı örneği görevi görebilir. Bu kısıtlamalar hafife alınmamalıdır. Sadece AB gibi devletler üstü yapılar değil, ülke içi dinamikler ile ilişkiler için de.

Solun açmazını çözmek için her ülkeye ve bağlama uygun genel bir tarif yoktur. Her ulusal oluşumun çözmesi gereken kendine has sorunları vardır. Bu tabii ki, ulusal devletin sınırlarının ötesine geçen önemli bir dayanışma hareketinin oynayabileceği ve oynaması gereken önemli rolün değerini düşürmez. Daha da önemlisi Syriza’dan sonra sol, karşı tarafın “rasyonelitesi” ve “adalet algısı” ile ilgili düştüğü sanrıya karşı çıkmak zorundadır. Bu yol denenmiştir, kuruluşla yüzleşmenin gerekliliğini ortadan kaldırmanın kolay bir yolu yoktur. Manolis Anagnostakis ‘Epilogue’ (Son Söz) şiirinde bundan bahsetmiştir:

Ve her şeyden öte, sanrı yok.

Aşağı yukarı

sis içinde

İki donuk far olarak gör onları

Kayıp arkadaşlar için bir ilan gibi

İçinde yalnızca iki kelime: Ben yaşıyorum.

Arkadaşım Titos’un bir keresinde söylediği üzere şunun “için”

“Hiçbir dize bugün kitleyi heyecanlandıramaz

Hiçbir dize bugün rejimi deviremez”

Peki.

Engelli, göster ellerini

Yargılanmak için yargıla.


Kaynak: Salvage.zone


 

Previous post
21. yüzyıl Avrupası: İspanya da Katalonya kurumlarına kayyum atamaya hazırlanıyor
Next post
Erdoğan: Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayacağız