Ana SayfaYazarlarAdnan ÇelikTarih, bir ferman korteji

Tarih, bir ferman korteji

Melekê Tawûs’un çocukları dünyaya bir ferman hafızasıyla gelir ve bir ferman gerçeğiyle de yaşar…

Kanatların Gölgesinde: Şengal Dile Gelirse


Adnan Çelik


Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) 3 Ağustos 2014 tarihinde Ezidilerin yoğunluklu yaşadığı Şengal bölgesine yönelik kapsamlı bir katliam saldırısına girişti. YPG gerillalarının Şengal Dağı ile Rojava sınırı arasındaki bölgede oluşturduğu yaşam koridoru ise 9 Ağustos’ta güvenli hale getirildi. Özellikle bu ilk altı gün ve sonrasındaki süreçte çoğunluğu erkekler olmak üzere binlerce Ezidi katledildi, binlerce kadın ve çocuk “ganimet” olarak zorla alıkonuldu, birçoğu köle pazarlarında satıldı, tecavüze uğradı, işkence gördü. Yüzlerce Ezidi çocuğu IŞİD’in askeri kamplarında eğitilerek mayın döşeme ve intihar eylemlerinde kullanıldı. Katliamdan üç yıl sonra Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkililerinin yaptığı açıklamaya göre soykırımın ardından yaklaşık yüz bin Ezidi Avrupa’ya göç etmiş durumda.

Ezidilere yönelik soykırım sonrası özellikle İngilizce ve Fransızca birçok soykırım tanıklığı yayınlandı.[1] Batı’daki bu çokluğa rağmen yanı başımızda gerçekleşen bu soykırıma dair Türkçede maalesef yeterince ilgi gösterilmedi. Ezidi halkının tarihi ve dinsel inancı ile ilgili akademik yayınlarda bir artış görülse de[2], Ağustos 2014 tarihinde İslam Devleti (IŞİD) tarafından Şengal bölgesindeki Êzidilere yönelik soykırıma dair çalışmalar maalesef yok denecek düzeyde. Amed merkezli Zan Vakfı’nın 2015 tarihinde yürüttüğü “Êzîdîlerin 73. Fermanı, Şengal Soykırımı” isimli proje, bu alandaki tek kapsamlı soykırım tanıklıklarını derleme çalışmasıdır. Soykırımdan kaçarak zor şartlarda Türkiye Kürdistanı’na ulaşan ve Diyarbakır, Şırnak, Siirt ve Batman’da Demokratik Bölgeler Partisi’nin hizmet verdiği belediyeler ve yerel sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenen binlerce Ezidi’den yaklaşık yüz kişi ile yapılan derinlemesine görüşmelere dayanılarak Namık Kemal Dinç tarafından yazılan iki kitap[3] dışında konuya dair Türkçe yazılmış sadece bir çalışma var.[4]

Fotoğraf: Twitter

Zan Vakfı tarafından yürütülen proje kapsamında yayınlanan ilk kitap Êzîdîlerin 73. Fermanı Şengal Soykırımı idi. İki ana bölümden oluşan bu son derece kapsamlı çalışmanın ilk bölümünde, Namık Kemal Dinç tarihçiliğinin sağladığı imkânları da harekete geçirerek Şengal Ezidilerinin 20. Yüzyıl tarihine dair son derece kıymetli bir çerçeve oluşturmuş; ikinci bölümde ise soykırımın doğrudan tanıkları ile yapılan görüşmelere yer vermişti. Aynı saha araştırmasına dayanarak yazdığı ve geçen ay yine Zan Vakfı Yayınları’ndan çıkan Kanatların Gölgesinde: Şengal Dile Gelirse isimli kitap çalışması ise altı soykırım tanığının seslerini esas alarak kurgulanan bir çalışma olmuş. Her tanıklığın girişinde ise Ezidi halkının toplumsal tarihini kavramak için elzem olan tematik bilgiler veriliyor.

&&&

Fotoğraf: Fatma Çelik

Uzatmamak adına, kitaptaki altı tanıktan sadece Gulê’nin hikayesine kısaca değinmek istiyorum. Zira her tanıklık hem soykırımının farklı bir veçhesini ortaya koyuyor, hem de Ezidilerin son yüzyıllık tarihine dair önemli olguları gözler önüne seriyor. Kitaba ses veren ilk tanık Gulê’nin hikayesi tam bir zorunlu göç döngüsüne tekabül ediyor. Ailesi 1966 yılında Ezidilerin kadim yerleşim yerlerinden biri olan Batman’ın Benarin Köyü’nden Şengal Dağı’na göç etmek zorunda kalmış. Sadece ailesi değil, mensubu olduğu Xaltî aşiretine bağlı binlerce kişi göç etti. Beşiri’den Siirt ve Mardin’e kadarki coğrafyaya yayılmış olan Xaltî aşiretinin neredeyse tamamı günden güne artan yapısal, maddi ve sembolik şiddetten dolayı Şengal’e göç ederler. Bu coğrafyaya öylesine yoğun yerleşmiş, öylesine derinden bağlanmış ve içselleştirmişlerdi ki yörenin ismine Welatê Xaltiya yani Xaltiler Ülkesi diyorlardı. Gulê’nin ailesi ulus-devletlerin parçaladığı Kürdistan sınırını Kürt kaçakçılar rehberliğinde aşarak Şengal’e gitti. Babası doğan yeni bebeğine Nefî yani sürgün ismini verdi.

Gulê’nin ailesi Şengal’e vardıktan dokuz sene sonra bu defa Irak’taki Baas diktatörlüğünün gazabına uğrar. Şengal’in dağlık bölgesindeki dağınık yerleşimlerde yaşamını sürdüren bütün Ezidiler Saddam Hüseyin tarafından 1975 yılında Şengal Dağı’ndaki kadim köylerinden çıkartılıp dağın bittiği düz ovada, ulaşım yollarının kenarlarına kurulan toplu köylere (micema) zorla yerleştirilirler. Bu yeni iskân siyasetinde nüfusu on binleri bulan köyler kurulmuştur. İktidarın altyapısal iktidarının ulaşamadığı yerlerde, baskıcı egemen normların uzağında hayatta kalmaya çalışan Ezidi halkı için bu zorunlu iskân tam bir felakettir. Önceleri kendine yeter bir hayvancılıkla geçimini sağlayan Ezidilerin çoğu bu zorunlu iskân ile beraber ya Musul ve çevresindeki ovalarda birer ırgata dönüşecek ya da Irak merkezi hükümeti bünyesinde paralı asker olacaktır. James Scott’un ifadesini ödünç alırsak toplumu “okunaklı” hale getirmeyi hedefleyen merkezi iktidar Ezidileri kendi yaşama alanlarından kopartarak ve her birinin nüfusu binleri, on binleri bulan devasa köylere yerleştirerek yeni bir fermana imza atmıştır.

Soykırımın fizibilite yılları

Böylesi bir zorunlu yer değiştirmenin içine doğan Gulê’nin acıları bitecek gibi değildir. Amerikan’ın müdahalesi ve Saddam diktatörlüğünün devrildiği 2003 yılından itibaren Irak’ta yaşanan siyasi kriz ortamında boy veren radikal İslami hareketlerin diskur inşası ve militan mobilizasyonunda önemli bir milat sayılabilecek olan 14 Ağustos 2007’de iki büyük Ezidi kasabasına yapılan bombalı araç saldırılarında Gulê’’nin oğlu Ali de yaşamını yitirir. Yine bu tarihlerde başlayan ve günden güne artan kaçırma ve fidye isteme vakalarındaki artış Ezidilerin kent merkezlerine yönelik hareketliliğini ciddi oranda darbeler ve büyük bir güvensizliğin oluşmasına neden olur. İrhab isimli gruplar Ezidi, Kakai, Şebek ve Hristiyan insanları kaçırıyor ve fidye istiyordu.

Musul’un IŞİD’in eline geçmesiyle birlikte 2007’de başlayan bu güvensizlik hali doruğuna ulaşır. Nitekim kriz ve belirsizlik anlarında şiddetin her zaman en kırılgan ve egemen normlara uymayan gruplara yöneldiği Ezidilerin kolektif ferman hafızasından öğrendikleri ilk bilgidir. Şengal merkezde oturan Gulê gibi Ezidilerin çoğunun evleri soykırım öncesindeki günlerde kimliği belirsiz kişilerce işaretlenir. Bu, dünyadaki birçok etnik temizlik, pogrom veya soykırım girişiminde uygulanan ortak stratejilerden biridir. Genelde katliama ortak olan komşular eliyle yapılan bu ilk damgalama öldürme anında büyük kolaylıklar sağlar.

Sonrasında ise Şengal kent merkezinde yakalanan Ezidi erkekler daha ilk anda öldürülür, kadınlar ve çocuklar ise ganimet olarak alıkonulur. Şengal Dağı’na sığınma, YPG öncülüğünde açılan yaşam koridoru ile Rojava’ya geçme, oradan ağır şartlarda gizlice Türkiye sınırını aşarak Roboskî’ye varma sürecinin kendisi en az soykırım anı kadar ağır bir deneyimdir Gulê için. Roboskî Köyünde Gulê’yi ağırlayan Xalila’nın hikayesi ise unutamadığı ender anlardan birisi olur. Xalila 2011’deki Roboskî Katliamı’nda ailesinden yirmiden fazla kişiyi kaybetmiş bir kadın. Roboskî’den ayrılan Gulê ve ailesi bu defa Batman Beşiri’ye bağlı Ezidi köyü Şimze’ye yerleşiyor. İsmi Oğuz olarak değiştirilen köyde artık sadece iki üç Ezidi aile yaşıyor. Hepsi Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmış. Elli yıl sonra yine terk ettiği topraklara dönmek, ama bu defa bir savaş sürgünü olarak dönmek Gulê için duyguların en ağırı.

Harita: Agit Özdemir

&&&

Namık Kemal Dinç’in her iki çalışmasını Şengal Soykırımı tanıklığı üzerine yapılan diğer tanıklık çalışmalarından ayıran çok temel iki fark olduğunu söylemek lazım. Birincisi, soykırımın doğrudan tanıklarıyla yapılan görüşmeleri kısa, orta ve uzun dönemli tarihsel kontekstin içine yerleştirerek şimdiki zamana aitmiş gibi görünen bazı olguların Ezidilerin kolektif ferman hafızasındaki merkezi rolünü görmemizi sağlıyor. İkincisi ve belki de en önemlisi, bu tanıklıklar içinde sadece onların ne kadar mağdur olduklarını ortaya koyan fragmanların özenle seçildiği bir kolaj yok, aynı zamanda yüzyıllardır onlarca katliamdan geçmiş bir halkın kendi öz savunma gücüne de özel bir atıf var. Musul’un işgalinden beri neredeyse bütün Ezdi köylerinin etrafına kazılan güvenlik hendekleri, gece gündüz nöbet tutan sıradan Ezidi erkekleri, katliamın başladığı andan itibaren Şengal’de direniş saflarına katılan yüzlerce Ezidi genci bize Ezidilerin kurbanlık bir koyun gibi ölmeyi beklemediklerini, direndiklerini ve fakat özellikle Güney’deki peşmerge komutanlığının karar vericilerinin Ezidilerin bu öz savunmasına destek vermektense katliamın başladığı ilk gecenin sabahında bütün Şengal’i terk etmesinin belki de bu korkunç trajedinin ortaya çıkmasında en temel faktör olduğunu tanıklıklara dayanarak tüm çıplaklığıyla bize gösteriyor.

&&&

Ağustos 2014’deki soykırım Ezidileri sadece son yurtlarından etmekle kalmadı, kendi iç cemaat dinamiklerini de kökünden dönüştürdü. Bir yandan cemaat dışındaki dünyaya bütün kolektif ferman hafızasıyla direnen fakat aynı zamanda kentsel alanlarda son derece ağır mülteci yaşamı içinde iç dinamikleri de çözülen bir durumda Ezidiler. Bu katliamın öncekilerin bir devamı ve tamamlayıcısı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ve aynı zamanda öncekilerden çok daha ağır sonuçları olduğunu da. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyebileceğimiz türden bir ağır yara Şengal Fermanı. Ezidilerin Kars’tan Siirt’e uzanan hattaki coğrafyada yasayan toplulukları 1918’den 1970’lere kadar ya Ermenistan ve Gürcistan’a ya Şengal’e ya da Avrupa’ya dağıldı. Kendi tarihsel yerleşimleri bağlamında son direniş yuvası Şengal idi. Kızılbaş Kürtler için 16. Yüzyıldaki Yavuz katliamları ile başlayan surecin en ağır miladi olan Dersim 38 ne idiyse, Ezidiler için de fermanlar silsilesi ile başlayan sürecin en ağır miladi olan Şengal 2014 odur.

&&&

Fotoğraf: Fatma Çelik

Son olarak her ne kadar bambaşka bir yazının konusu olabilecek önemde ve genişlikte olsa da, kısaca değinmek istediğim önemli bir husus var. Şengal Soykırımı’ndaki bazı apaçık olgular (Sünni Kürtlerin en az Sünni Araplar kadar belirleyici olan katliamdaki rollleri) bize hem daha önceki 72 ferman üzerine, hem de Kürt kimliğinin dinsel temelde gelişen varyantlarının birbiriyle olan ilişkisi üzerine de düşünmemiz gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Hayali bir ortak geçmişe yapılan vurgularla inşa edilen homojen Kürtlük tasavvurunun aksine Kürt isminin önüne gelen Sünni sıfatının nasıl bir bagaja sahip olduğunu da gözler önüne seriyor. Milliyetçi bir tarih yazımı üzerinden duyguları çağıran bir Kürtlük değil, tarihsel kolektif hafızanın içinden geçerek Sünniliğin nasıl Kürtlüğün kurucu ve ayrıcalıklı biçimine dönüştüğünü[5], diğer Kürtlük hallerini nasıl bu ayrıcalığın filtresinden geçirerek tanımladığını, konumlandırdığını, isimlendirdiğini görmek için yüzümüze çarpan bir hakikat anı Şengal Soykırımı.

Örneğin bizzat kendimin bile şimdiye değin büyük bir hayranlıkla dinlediğim, Ciwan Haco’nun bestelediği Dîyalog şarkısını ele alalım. Epik bir anlatı seklinde gelişen şarkıda Kürtlerin 19. Yüzyılın başından beri merkezi iktidarlara karşı geliştirdikleri isyan ve direnişler ele alınıyor. Şarkı şu dizelerle bitiyor:

Paşayâ “Kor” mirê Rewandiz / Rewanduz Miri, “Kör” Paşa

mina Bedirxanê Botan /  Botanlı Bedirhan gibi

ne gotin , bakur û başhur dane ber xwe / Kuzey ve Güney demeden koydular önlerine

ji Dersim heta bi Mûsil, Kerkuk / Dersim’den Musul’a, Kerkük’e kadar

Namık Kemal Dinç’in de kitapta dikkat çektiği gibi birçok Ezidi tanığın en fazla bahsettiği ve Ezidilere yönelik en büyük katliamlardan birisini gerçekleştiren, dolayısıyla da Ezidi kolektif ferman hafızasında en negatif imajı temsil eden Rewandûz miri Mir Muhammed’dir bahsi geçen kişi. Diğeri ise Nesturilere yönelik katliamıyla bilinen Botan miri Bedirxan. Kürtlüğün Sünnilik ethosu etrafında örüldüğü bu anlatının şarkısını bir Ezidi veya Nesturi dinlediğinde muhtemelen bambaşka bir duygulanım yaşayacaktır. Bu yüzden geçmişe dair bütün anlatı inşalarını yeniden düşünmek, yapısöküme uğratmak, “de-sünnizasyona” tabi tutmak; ortak ve eşit bir Kürtlüğün kurulması önündeki en büyük sorumluluğumuz.



[1] Bkz. Sara ve Célia Mercier, Ils nous traitaient comme des bêtes (Paris: Flammarion, 2015); Patrick Desbois ve Nastasie Costel, La fabrique des terroristes (Paris: Fayard, 2016); Faris Keti, KOCHO Village 13 Days from the Hell of Islamic State: The Recent Yezidi Genocide (Noor Publishing, 2017); Farida Khalaf ve Andrea C. Hoffmann, The Girl Who Escaped ISIS: This Is My Story (New York: Atria Books, 2017); Dr Paul Martin Kingery, Yezidi Sunset: The Genocide by ISIS in Iraq (Independently published, 2017); Nadia Murad, The Last Girl: My Story of Captivity, and My Fight Against the Islamic State (Tim Duggan Books, 2017); Cathy Otten, With Ash on Their Faces: Yezidi Women and the Islamic State (OR Books, 2017).

[2] Bkz. Birgül Açıkyıldız Şengül, Ezidiler – Bir Toplumun, Kültürün Ve Dinin Tarihi (Istanbul: Alfa Yayıncılık, 2015); Sabiha Banu Yalkut, Melek Tavusun Halkı Ezidiler (Istanbul: Metis Yayınları, 2016); Mazlum Özdemir, Fermanlara Direnen Halk Ezidiler (Istanbul: Belge Yayınları, 2016).

[3] Namık Kemal Dinç, Êzîdîlerin 73. Fermanı Şengal Soykırımı (Amed: Zan Vakfı Yayınları, 2017); Namık Kemal Dinç, Kanatların Gölgesinde: Şengal Dile Gelirse (Amed: Zan Vakfı Yayınları, 2017).

[4] Nurcan Baysal, Ezidiler: 73. Ferman Katliam ve Kurtuluş (Istanbul: İletişim Yayınları, 2016).

[5] Bu konuda özellikle Ezidilerin konumu için Eren Barış ve Zeynep Türkyılmaz’ın Şerhh Dergisi’nin 2017/6 sayısı için hazırladığı tarih yazımı dosyasına bakabilirsiniz.




Önceki Haber
CHP'den Erdoğan'ın 'belge çağrısı'na yanıt
Sonraki Haber
'Barbarın Kahkahası' – Elend Aydın