Ana SayfaGüncelAhmet Şık’ın engellenen beyanının tamamı: Endişelenmekte haklısınız çünkü gazeteciyiz

Ahmet Şık’ın engellenen beyanının tamamı: Endişelenmekte haklısınız çünkü gazeteciyiz

HABER MERKEZİ – Dün savunması engellenerek mahkemeden çıkartılan gazeteci Ahmet Şık’ın beyanının tamamı Dışarıdaki Gazeteciler İnisiyatifi tarafından paylaşıldı. Şık, engellenen yaklaşık 200 sayfalık beyanında, bugünün Türkiye’sini özetleyerek karşımıza çıkan tabloyu resmediyor, kendisine ve Cumhuriyet’e yöneltilen suçlamalara değiniyor, ‘suçlamaya’ konu olan haberleri tek tek örnekler üzerinden tartışıyor, gazeteciliğin yargılandığını vurgulayarak Musa Anter’in takipçisi, Hrant Dink’in kardeşi, Metin Göktepe’nin yoldaşı olduklarını belirtiyor ve şunları söylüyor: “Geçmişte olduğu gibi katletseniz de, şimdi olduğu gibi hapsetseniz de hakikati söylemeye devam edeceğiz. Çünkü totaliter rejimlerin sahiplerinin, yargısının ve işbirlikçilerinin söylediğinin aksine gazetecilik suç değildir”.

Cumhuriyet Gazetesi Davası’nın dün İstanbul Adliyesi 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasında tutuklu gazeteci Ahmet Şık savunma yaptığı sırada mahkeme başkanı tarafından savunması kesildi.

Mahkeme başkanının ‘savunmanın siyasi olduğunu, davanın ise siyasi dava olmadığını’ söylemesi üzerine Ahmet Şık, “Bu siyasi bir dava” dediği için savunması yarıda kesilerek duruşma salonunda çıkartıldı.

Şık, dışarı çıkarılırken mahkeme heyetine “Umarım siz kendiniz gibi bir mahkemede yargılanmazsınız” diye seslendi.

Tutuklu gazeteci Ahmet Şık’ın mahkeme tarafından engellenen savunması Dışarıdaki Gazeteciler İnisiyatifi tarafından paylaşıldı.

Şık, bu ‘beyanında’ şimdinin Türkiye’sini kısaca özetlerken, karşımıza çıkan tabloyu şöyle resmediyor:

Çoğulculuğa değil çoğunlukçuluğa sırtını dayayarak memleketin kendinden olmayanlarına değişik biçimlerde ve düzeyde terörist muamelesi yapan bir iktidar var.

Terörist muamelesini akıl almaz suçlamalara dönüştüren iktidar güdümünde bir yargı var.

Hakikati örtbas eden, gizlenen her gerçekle ortak geleceğimizin karartılmasına suç ortaklığı yapan bir medya var.

Her şey gözlerinin önünde cereyan ederken korkuyla ya da konforunun bozulacağı endişesiyle bir suskunluk sarmalına hapsolmuş bir sessiz çoğunluk var.

Hal bu iken, tamamen zalimliğe adanmış ve kötülüğünü şiddetle besleyen bir dikta rejiminde doğal olarak, özgürlüğünün sınırlarını genişleten de sadece kötülük oluyor.

Öyle maharet ya da zekâ gerektiren bir kötülük değil. Gücü elinde tutmanın kibri ve pervasızlığıyla hayata geçirilen sıradan ve organize bir kötülük.

Kötüler. Farkındalar ve biliyorlar kötü olduklarını. Ve bu da, onları daha kötü yapıyor.

Bu karanlık iklimi yaratanlar kendileriyle ve kötülükleriyle yüzleşmenin ağır sonuçlarını geciktirmek için de kendilerinden olmayanları, kendileri gibi olmayanları, suçlarını ifşa edenleri suçluyorlar.

‘Beyanının’ devamında kendisine ve Cumhuriyet’e yöneltilen suçlamalara değinen Şık, şöyle devam ediyor:

Hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü yok. Olmamalı. Elbette gazetecilerin de. Ancak suçlama konusu yapılanlar mesleki faaliyetler. Hâlbuki gazeteciler, kasıtlı biçimde yalan haber üretiyor, gerçeklerin üzerini örtüyorsa, başka bir ifadeyle mesleğini güç odaklarının arzuladığı ve emrettiği biçimde rıza üretimine, algı yönetimine hasretmişse etik bir suç işlemiş olurlar. Ancak bu suçu yargılayacak ve cezalandıracak olanlar terör mahkemeleri değil, bizzat okurlar/izleyiciler ve gazetecilik meslek örgütleridir.

Yani, iddia ettiğinizin aksine gazetecilik suç değildir. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, mesleki faaliyetleri suçlama konusu yapmak hakikatten korkan suçluların telaşıdır. Gerçeği ele geçiremeyeceğini bilenler yalanlar söyler. Suç işlemeye devam ederler.

Bizlere yönelik suçlamalarınıza delil diye ortaya sürdükleriniz, hiçbiri hakkında, yayımlandığı dönemde adli soruşturma açılmamış ve yalanlanmamış haber ve yorumlardan ibarettir. Mesleki faaliyetlerden terörist çıkarmak gibi beyhude bir çaba içerisindesiniz.

Eğer illa yargılanacaksak, hakikati anlatabilecekken anlatmamak gibi ağır bir suç işlemişsek, bu olmalı. Neyse ki meslek geçmişimizde bu konuda tek bir leke yok. Zaten, o yüzden buradayız.

İktidara ve yarattığı medya düzenine direnerek hakikatin sözcülüğünü üstlenmeye çalışan birkaç medya organından birisi de Cumhuriyet’ti. Hedef alınarak yok edilmek istenmesi de haliyle sürpriz olmadı.

Çünkü organize bir kötülük örgütü olarak varlığını sürdüren iktidar nezdinde zaten kabarık bir sabıka kaydımız vardı. İfade özgürlüğünün bir katliamla engellenmeye çalışıldığı Charlie Hebdo saldırısına, yolsuzluk ve talan düzenine, Suriye iç savaşındaki bir takım yasadışılıklara karşı alınan tutumla ortaya konan haberler varolan nefreti büyüttü. Yanımıza bırakılmamalıydı. Bunun için gereken sadece “Allah’ın lütfuydu”. İki eski suç ortağının giriştiği taht savaşının sonucu olarak yaşanan 15 Temmuz kalkışmasıyla o lütuf da gerçekleşti.

Az gelişmiş haliyle bile demokrasi askıya alındı. Can çekişen hukukun mezar kazıcılığını üstlenen kimi yargı mensupları, gömülmesinde görev almakta da hiç tereddüt etmediler.

Bizlerin aylardır hapishanede ve bu mahkeme salonunda yaşadıklarımız da ülkenin mevcut halinin bir siyasi operasyon bağlamında temsilinden ibaret. Başka bir deyişle, her şeyin “mış gibi” yaşandığı ülkede “hukuk varmış” tiyatrosunun bir temsili bu yaşananlar.

Ahmet Şık, ‘suçlamaya’ konu olan haberleri tek tek örnekler üzerinden tartıştığı ‘beyanının’ son kısmında ise ‘gazeteciliğin yargılandığını’ vurgulayarak, “Geçmişte olduğu gibi katletseniz de, şimdi olduğu gibi hapsetseniz de hakikati söylemeye devam edeceğiz. Çünkü totaliter rejimlerin sahiplerinin, yargısının ve işbirlikçilerinin söylediğinin aksine gazetecilik suç değildir” diyor. O bölüm de şöyle:

İlk günden bu yana bizlere sürekli olarak gazeteciliği yargılamadığınızı söylüyorsunuz. Bir an için kendimizi size inanmaya zorluyoruz. Ama bu kez de yönelttiğiniz sorular aklımıza geliyor. Bu mahkemenin konusu olmayan vakıf seçimlerindeki usulsüzlük iddialarına ilişkin olanları bir kenara bırakırsak;

“Bu haberi neden yayımladınız?”, “Bu fotoğrafı niçin kullandınız?”, “Yazınıza neden bu başlığı attınız?”, “Bu haberi neden manşet yaptınız?”, “Sizi kim işe aldı?”, “Yayın danışmanının görevi nedir?”…

Sorular bunlar.

Sosyal medya paylaşımlarımızdan, haber ve fotoğraflarımızdan, yazılarımızdan, başlıklardan hatta gazetenin mizanpajından örgüt çıkarma gayretindeki siz, “Görev yaptığınız bu adliyedeki örgütü soruşturun” taleplerimize ise kulak tıkadınız. O sızdırmaları kimin yaptığını, size talimat niteliğinde olan o sözde haberleri kimlerin dikte ettirdiğini siz de bizim kadar biliyorsunuz. Zaten bu yüzden taleplere kulak tıkadınız. Çünküüst düzey makam ve mevkileri işgal edenlerin de aralarında bulunduğu meslektaşlarınızdan oluşan bu çeteyi soruşturamazsınız.

Oysa benden daha iyi biliyor olmalısınız ki, hukuk gücün kötüye kullanımını engellemek için vardır. Ve bu yüzden de hukuk siyasetten de, iktidarlardan da güçlüdür. Elbette olması gereken budur.

Olmadığında ise liyakatle sahip olunmayan makam ve mevkilerde oturanlar, var gücüyle adaletsizliğe tutunur. Hukuksuzluğa göz yumar. Hukuksuzluk üzerine kurulu bir düzenin suç ortağına dönüşür. Yaratılan hukuksuzluğun ne anlama geldiğini en iyi kendileri bildiği için de pozisyonlarını kaybetmemek için suç işlemeye devam ederler. Kimi meslektaşlarınızın yaptığı bunlardan ibarettir.

Yalanlara kılıf uydurmak gayesiyle seçilmiş tanıklarınız vardı. Soruşturma savcılarınızın muteber/makbul buldukları bazılarının öyle olmadığını, mahkeme başkanı olarak siz ifade ettiniz. Birazdan onlara geleceğim. Ama bizlerin “terörist” olduğunu kanıtlamaya çalışan savcılarınızın iddianameye de koyduğu ifadelerin sahiplerinin hiçbirinin mahkemedeki beyanlarında hakkımızdaki suçlamaları doğrulamadığını anımsatalım. Hatta gazetenin iç meselelerine ilişkin savcı odalarında boşboğazlık eden çalışanlar bile kendi beyanlarının cımbızlandığını, çarpıtıldığını söyleyerek iddia makamınızın nasıl kötü davrandığını da anlattılar.

Mahkemenin niteliğini ortaya koyansa Şükran Soner oldu. Meslek yaşamının cunta mahkemelerinde geçtiğini belirtip, mahkemenizin de onlardan farklı olmadığını söyledi. Silivri’de yapılan o duruşmadaki ifadesinde Şükran Soner, Cemaatin kumpas davalarına atıfla, “Onlar birinci Silivri Yargılamalarıydı. Şu andaki de ikinci Silivri yargılamasıdır” diyerek, komplocuları değişmekle birlikte komploların aynı olduğunu anlattı.

Mahkemenizce muteber/makbul sayılan iki tanığınızın da, performanslarını hep birlikte izledik. Atatürkçü olduğu iddiasındaki Alev Coşkun’un Atatürk’ün değerlerinin yeminli düşmanlarıyla suç ortaklığı yapan, koltuk sevdalısı bir yalancı muhbir tanık olduğu ortaya çıktı.

Alev Coşkun’u sadece bir muhbir tanık olarak değil, Cumhuriyet Gazetesini saraya peşkeş çekmek için çabalayan bir tanık olarak da tanıdık. O çerçevede savcının ve tutukluluğumuzda ısrar eden sizlerin de gerçek niyeti ortaya çıktı. Özetle bu dava, Cumhuriyet Gazetesini iktidar yanlısı bir gazete haline dönüştürmek üzere kurgulanmış bir tiyatrodan ibaret.

Cemaatin nasıl bir şer odağı olduğunu anlayınca kendisine verdikleri ödülü iade eden Rıza Zelyut vardı bir de. Cemaatin şer odağı olduğunu anlamış ama bu aydınlanmasından birkaç yıl sonra hem de kumpas davalarının sürdüğü 2012’de patronunun talimatıyla Fethullah Gülen ve Cemaatine övgüler düzen yazı kaleme almış.

Ama kendisine bakarsanız “Türkiye’nin en iyi yazarı”. Tek kusuru var; talimatla yazı yazıyor.

Doğan Satmış da son dakika tanığınız olarak ortaya çıktı.

Delil diye savcılarınızın iştahla üzerine atladığı söyleşide “En iyi patronunuz kimdi?” sorusuna, “Sedat Simavi’ydi. Yılbaşlarında bize, içinde altın olan hediye sepetleri verirdi” demiş olan Satmış, iddianamenizde suçlama konusu yapılan bazı haberlerin yayımlandığı dönemde Cumhuriyet Gazetesi’nde Yayın Danışmanıydı. Herhangi suç olmayan o haberlerle hiçbir ilgisi bulunmadığı halde 34 günlük Yayın Danışmanlığı görevi nedeniyle Kadri Gürsel 11 ay tutsak edildi. Hiçbir sorumluluğu ve yetkisi olmadığı o haberlerle ilgili Murat Sabuncu, “Tüm sorumluluk benimdir” dedi ve tutsaklığının 14’üncü ayını doldurdu.

“Hediye altın veren patron seven”, “Uğruna ölünecek ya da hapis yatılacak haber yoktur” diyerek hakikati görmezden gelebileceğini söyleyen Doğan Satmış ise tanığınız oldu. Şaşırmadık.

Çünkü kötülük bir su gibidir. Her zaman en alçak seviyeyi bulur ve oraya iner. Kişiliğinde bir boşluk, açıklık ya da çatlak bulunan bunca çok insanın aynı yerde bir araya geldiği bu ülkede kötülüğün bu kadar kolayca organize olması da tesadüf olamaz.

Avukat Bülent Utku, mahkemedeki ifadesinde mesleki deneyiminden yola çıkarak iddianamenin hukukla ilgilisi olmadığını ayrıntısıyla anlattı.Savcıların aldıkları talimatların gereğini yerine getirmek için nasıl hukuk tanımaz kurşun askerlere dönüştüğünü, suçlarını da tek tek sıralayarak gözler önüne serdi.

Avukat Akın Atalay, iftiraların her birini ait oldukları yere; tarihin çöp sepetine gönderdi. Bilirkişi sıfatlı tetikçilerin yalan söylemekte savcılardan aşağı kalır yanı olmadığını kanıtladı size.

“İddianame sorunlu, kabul ediyorum” sözlerini, “Bilirkişi konusunda serzenişler bizce de haklı” diyen siz mahkeme başkanından duyduk. “Tanıkların bir kısmını çağıracağız. Gülerce gibileri değil tabii. Dışarıdan dedikodu mahiyetinde olan ifadelerin hukuki değeri yok” sözleri de size ait.

“Dedikoducu” diye nitelediğiniz bu tanıkların yalanlarının iddianamede nasıl işlendiğini ve ne çok yer kapladığını biraz önce size gösterdik. Omurgasının tamamını bu yalanların kapladığı iddianame üzerinden yargılamaya devam etmekle kalmayıp bizleri de hapiste tutuyorsunuz.

Eğer ki; dediğiniz gibi bu yalancıların söylediklerine hukuki değer biçmiyorsanız yapmanız gereken bellidir; bu yargılamayı hemen şimdi beraatla sonuçlandırıp bu haksızlığa son vermek.

Sözlerinizde bir tekinin adı geçiyor ama dedikoduculardan kimleri kastettiğinizi anlıyoruz. Birisi 25, diğeri 40 yıl boyunca örgüt denilen Gülen Cemaati’nde yöneticilik yapmış Hüseyin Gülerce ve Latif Erdoğan. Bir diğeri de devr-i saadet döneminde Hoca Efendisi’ne methiyeler düzmüş olan Küçük Cem.

İddianame ve soruşturma evraklarında imzası olan ve olmayan meslektaşlarınızın makbul/muteber bulduğu bu tanıkların dedikodu yaptığını, anlattıklarının hukuki bir değeri olmadığı tespitini yapıyorsunuz.

Çok haklısınız.

Haysiyeti olmayanların, şeref ve onurdan yoksun olanların sözlerinin, değil hukuki hiçbir değeri yoktur. Çünkü Sevgi Soysal’ın ifadesiyle “Lümpenler düzenin çamurudurlar.”

Ve düzenin kendisi çamur olmuşken lümpenlerin sözlerini sadece onlarla aynı sınıfsal çöplükten beslenenler ciddiye alır.

Sahibinin kim olduğuna göre pozisyon alan bu lümpenler bizleri “terörist” ve “vatan haini” olmakla suçluyorlar. Onlardan övgü dolu bir söz duysak, asıl o zaman kendimizden kuşku duyardık.

Hukuki değer biçmediğiniz o dedikoduların, iddianamenin tamamında yer bulmasının, o yalanlardan yola çıkarak suçlamada bulunmakta ısrar etmenizin çelişkisinin açıklamasını da size bırakıyorum.

Tanıkları dedikoducu, bilirkişisi taraflı, kendisi de sizin ifadenizle sorunlu olan bu iddianameyi tensip zaptınızla kabul ettiniz. İftiraları doğru bulduğunuzu, bizleri peşinen suçlu kabul ettiğinizi de, “Toplanacak delillerin kuvvetli suç şüphesi içereceği ihtimali bulunduğunu” belirttiğiniz o tensip zaptınızdan anladık.

Çünkü Menfaatlerine ya da korkularına esir olanların aksine suçun saltanatına itiraz edenler arasındaydık.

Yalanlarla sürdürülmeye çalışılan kötülüğe; adaletsizlik, eşitsizlik, haksızlık karşısında gözümüzün, kulağımızın, ağzımızın kapatılmak istenmesine; yağma ve talan düzenine tartışmasız bir itaatle razı olmamız istenmesinedir itirazımız. Ve yanlış olana itiraz ediyor olmamız suçlu olduğumuzun değil, insan olduğumuzun kanıtıdır. Bizlere yönelik nefretin nedeni de budur.

Cesur olmak, elbette korkusuz olmak değil. Ama yitireceklerini bilmene rağmen itiraz edebilmektir. Çünkü korkaklar yaşamaz. Sadece hayatta kalırlar. Kötülüğe tanık olmak bile insanın ruhunu kirletirken her şeyin herkesin gözleri ününde yaşandığı bunca kötülüğe sessiz kalmanın, itiraz etmemenin neler hissettiriyor olduğunun yanıtını da sessiz çoğunluğun vermesi gerektiğini yeri gelmişken söyleyelim.

Temmuz ayında yapılan duruşmalar sırasında siz mahkeme başkanıyla aramızda, birbirimizi tanımadığımıza dair bir diyalog geçmişti. Bugünden geriye doğru baktığımızda, bu mahkeme salonunda hukukun nasıl katledildiğine yönelik ortaya konan performanstan sonra söylüyorum ki yanılmışım. Sizinle ve duruşma savcınız da dâhil olmak üzere heyetinizin tümüyle tanışıyoruz.

Cemaat kumpasıyla, Ergekoncu suçlaması yöneltilerek açılan davanın yine bu salonda duruşmaları yapılan OdaTv yargılamaları sırasında da vardınız. O zaman adınız Mehmet Ekinci’ydi. Savcı Cihan Kansız’dı. Hakimler; Hikmet Şen Seyfettin Mermerci.

Cemaat yargısı da asılsız suçlamalarla adaleti katlediyor, “hukuk varmış” tiyatrosunun sahnelendiği yargılamalarla katlettiği adaletin cesediyle oynuyordu. Şimdinin yargısı da aynısını yapıyor. Adaletin tarafsızlık, bağımsızlık, vicdan ve mantık terazisi bozulduğunda neler olduğunu ve olacağını bildiğimiz deneyimlerimizin arasına sayenizde bir yenisini ekledik.

Bir komplo olduğu çok açık olan bir siyasi operasyona suç ortaklığı yaptınız. Delil olmayan delillerle, suç olmayan suçlamalarla, suçlu olmadığını bildiğiniz insanları hapiste tuttunuz.

Ya talimatlara uydunuz ya da siyasi saiklerle hareket ettiniz. Ve her iki seçenekte bizi aynı sonuca ulaştırıyor: Burada Hukuk Yok! Dolayısı ile adalet de olmaz.

Çünkü güce sahip olanla, o güce biat edenlerin menfaatleri arasındaki dengenin toplamından adalet çıkmaz.

Çünkü hukuku nefretinin aracı haline getirerek yargı eliyle intikam almaya kalkışmak diktatörlerin yöntemidir.

Çünkü güçlülerin hukukunun geçerli olduğu dikta rejimlerinde adliyeler, adaleti yutan kara deliklere dönüşürler.

Ve tüm bunlar yüzünden adaletin yargı yoluyla sağlanamayacağının kanıtı bizzat bu mahkemenin kendisidir.

Daha ilk celsede çökmüş olan bir davayı, hukuksuzlukta ısrar ederek sürdürdünüz. Her seferinde de aynı gerekçelerle çıktınız karşımıza.

Bilmelisiniz ki; bir başkasının yalanını sürekli tekrarlayanlar onu büyütmekle kalmaz, aynı zamanda içselleştirmiş olurlar. O andan sonra da o koca yalan başkasının olmaktan çıkar. Tekrarlayanlara ait olur. Onların “Gerçeği” haline dönüşür. Ya da onlar yalanın esiri olmuş, bir yalancıya dönüşmüştür.

Bu siyasi operasyonun yalanlar üzerine kurulu bir komplo olduğu çok açık olmasına rağmen savcınız ilk günden beri aynı talepleri yineledi. Heyetiniz bu taleplerle örtüşen kararları tekrarladı. Yani bir yalanın esiri haline dönüştünüz.

Bu yüzdendir ki, sizden yine bir talebim olmayacak.

Söylediklerim, savcınızın ne diyeceğini bildiğim nihai mütalaasına ve çok önceden bir başka yerde kararlaştırılmış olan, heyetinizin açıklayacağı ne olduğunu bildiğim hükme peşinen bir yanıttır.

Ve yine bir ithamdır.

Avukatlarımızın her biri, büyük saygı duyduğum hukukun üstünlüğüne olan inançlarıyla, bu komplonun sahnelenmeye başlandığı 31 Ekim 2016 gününden bu yana yapılan hukuksuzlukları anlattılar.

Yasaları, Anayasanın ilgili hükümlerini, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararlarını anlattılar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere uluslar arası sözleşmelerden, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarından bahsettiler. Yapılan ve sizlerin de ortak olduğu hukuksuzlukları tek tek ortaya koydular.

Elbette, hukukçu olmayanlarla da hukuk tartışılabilir.

Ancak, hukukun üstünlüğü ilkesini menfaatlerine çiğnetenlerle hukuki tartışma yapmanın bir değeri olmuyor.

Açıklayacağınız hükmün zerrece önemi yok.

Çünkü bu mahkemenin başkanının yalancı tanıkların bazılarının anlattıklarına atfen söylediği şekilde ifade edersek; açıklayacağınız hükmün hukuki bir değeri yok. Tıpkı, iktidar kim olursa iradesini o güce teslim eden savcılarınızın ve bilirkişi dediğiniz kuklaların yalanlarının hukuki bir değeri olmadığı gibi.

İlk günden bu yana alnımız açık, yüzümüz aydınlık, dimdik karşınızda duran biz, meslek etiğine sıkı sıkıya bağlı gazeteciler olarak tarih karşısında aklandık.  Ancak tarihin sizler hakkında vereceği hüküm için iyimser tahminlerde bulunmak mümkün değil.

Her birimizi, önceden ve başka bir yerde belirlenmiş olan cezalara hükmedeceğinizden hiç şüphem yok. Ama bilin ki; bir hiyerarşinin kanatları altında verilen talimatların uygulayıcısı olmak, sizleri asla sorumluluktan kurtarmayacak.

Kanımca, verecek olduğunuz hükmünüze yönelik ihsas-ı rey anlamına gelen tensip zaptınızda tek doğru olan, “Serbest bırakılmamız halinde benzer suçları işlemeye devam edeceğimiz” ile ilgili tespitinizdi.

Bu kez de endişelenmekte haklısınız.

Çünkü ne yaparsanız yapın ne hakikati aramaya devam etmekte, ne de hakikati bulduğumuzda sahibi olan halka teslim etmekte bir an bile tereddüt etmeyeceğiz.

Çünkü biz gazeteciyiz.

Devletin, güç odaklarının karanlık yüzünü ortaya koymaktan hiçbir zaman korkmayan Uğur Mumcu’nun yolumuzu aydınlattığı gazetecileriz.

Savaşın değil, barışın dilini bu ülkede hâkim kılmaya çalışan Musa Anter’in takipçileriyiz.

Güvercin tedirginliğinde yaşarken bile halklar arasında kardeşlik köprüsü kurmaya çalışan Hrant Dink’in kardeşleriyiz.

Adalet, eşitlik ve özgürlük için atılan tohumların bu topraklarda boy verip filizlenmesi için mücadele eden Metin Göktepe’nin yoldaşlarıyız.

Çünkü hem tavrıyla, hem karakteriyle eğilip bükülmeden, dimdik, doğrunun ve hakikatin çizgisinden vazgeçmeden mesleğimizin hakkının verilerek yapılması gerektiğine inanan gazetecileriz.

Bu yüzden geçmişte olduğu gibi katletseniz de, şimdi olduğu gibi hapsetseniz de hakikati söylemeye devam edeceğiz.

Çünkü totaliter rejimlerin sahiplerinin, yargısının ve işbirlikçilerinin söylediğinin aksine gazetecilik suç değildir.


Ahmet Şık’ın ‘beyanının’ tamamına BURADAN bakabilirsiniz.

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Adalet Bakanı'na göre KHK'deki cezasızlık maddesi için 'hukuki dayanak yok'
Sonraki Haber
'Kodlanmış dışlama ilkesi': Kuşlar ağaçlara konmasın diye dallara dikenler yerleştirildi