Ana SayfaGüncelAcaba insanlar barbarken daha mı uygardı? – Ali Artun

Acaba insanlar barbarken daha mı uygardı? – Ali Artun

Uygarlık öncesinde insanlar tam bir ütopyada yaşıyorlar. Uygarlıkla ortaya çıkan ütopya edebiyatı hep onların hayatına öykünüyor. Bu nedenle de Marx, o düzeni “ilkel komünizm” olarak tanımlıyor.


Ali Artune-skop


Antropolog ve siyaset bilimci James C. Scott’a göre, evet.[1] İnsanın doğa üzerinde etkili olduğu dönemi tanımlayan Antroposen, çoğuna göre 10.000 yıl kadar önce tarımla ve ilk kentlerin kurulmasıyla başlamış; kimine göreyse Sanayi Devrimi’yle başlamış. Scott ise, doğaya ilk müdahelenin, 400.000 yıl kadar önce, ateşin icadı olduğunu söylüyor. Afrika’daki soyumuz, ateş sayesinde usul usul çevreyi dönüştürmeye girişmiş. Günümüzde ise, doğa baştan aşağı fethedildiği ve bedenlerimiz dahil doğal haliyle var olan hiçbir şey kalmadığı için, artık Antroposen terimi pek de anlamlı sayılmıyor. Antroposen üzerine tartışmalar, ancak sona eren bir çağı incelemek yönünden ilgi çekiyor.

İnsanların göçebeliği terk ederek yerleşik toplumlar oluşturduğu, mülkiyetin, ailenin, paranın ve devletin ortaya çıktığı neolitik çağ, uygarlığın başlangıcı sayılıyor. Bu gelişmeden önceki avcı toplayıcı toplumlar veya bu gelişmeyi gösterememiş olanlar, barbar. Acaba öyle mi? Scott ve başka birçok antropolog, bu uygarlık anlatısını sorguluyor, hatta ters yüz ediyor. Onlara göre avcı toplayıcı döneminde insanların karınlarını doyurmak için, barınmak için, sanatkârlık için ihtiyaç duyduğu kaynaklar son derecede zengin. Örneğin, “on bin yıl öncesine kadar Mezopotamya, avcı toplayıcılar için kaynakların sınırsız olduğu bir dünyaydı: hem inşaat için hem beslenmek için kullanılan kamışlar, sazlar, otlar; yemeye elverişli envai çeşit bitki; protein kaynağı olan kaplumbağalar, balıklar, yumuşakçalar, kabuklular, kuşlar, küçük memeliler, göçebe ceylanlar. Yabani meyvelerle, sebzelerle, ve değişik mevsimlerde ortaya çıkan değişik göçebe türlerle durmadan yenilenen koca bir vahşi ambar”.[2]

Barbarların toplumsal hayatı, sanat ve aşk hayatı, beslenme ve barınma alanlarında sahip oldukları bolluktan daha da çarpıcı. Bir kere, barbarlar arası ilişkiler gayet eşitlikçi. Avladıklarını ve topladıklarını paylaşıyorlar. Bir çeşit armağan ekonomisi (potlaç) var. Çocuklarının bakımını da paylaşıyorlar. Bütün kabile üyeleri aileden sayılıyor. Aşk ve arzu olabildiği kadar özgür. Toplumsal ve cinsel ayrımcılık yok. Cinsel işbölümü dışında işbölümü yok. Kafa-kol emeği arasındaki temel işbölümü bile yok. Genellikle kadınlar toplayıcı, erkekler avcı, ama bu da pek belirleyici değil. Birer homo faber olarak kendi çalışma araçlarını kendileri imal ediyorlar. Çalışma süreçlerini, emeklerinin ürünlerini kendileri yönetiyor ve denetliyorlar. Dolayısıyla yabancılaşma da yok. Kısacası, uygarlık öncesinde insanlar tam bir ütopyada yaşıyorlar. Uygarlıkla ortaya çıkan ütopya edebiyatı hep onların hayatına öykünüyor. Bu nedenle de Marx, o düzeni “ilkel komünizm” olarak tanımlıyor.

Uygarlık ve ütopya toplumunun sonu

Tarımla ve kentlerin kurulmasıyla başlayan uygarlıkla birlikte, işler ters yüz oluyor. En başta beslenme, ekimi yapılan tahıllarla ve ekim mevsimleriyle sınırlanıyor. Tahıla öncelik verilmesi, vergi olarak tahsil edilmesi, depolanması gibi kolaylıklarla ilgili. Evcilleştirme sonucu insanlar hayvanlarla iç içe yaşıyor. Ortalığı çöp basıyor, evleri de. Fareler cirit atıyor. Bu durum salgınlara yol açıyor. Antropologlar neolitik yerleşmelerin kısa sürelerle ve apar topar yer değiştirmelerini bu salgınlara bağlıyorlar. Devletin kurulması, vergilerin yanı sıra yönetici bir sınıf doğuruyor. Bu sınıf diğerlerinin emeği üzerinden gücünü sürdürüyor. Üretim, ortaklaşa değil, köle emeği üzerinden gerçekleşiyor. Paranın, ticaretin, sınıfların ortaya çıkması, insan ticaretini de getiriyor. İşbölümü ve uzmanlaşma gelişiyor, kafa ve kol emeği ayrılıyor ve giderek kutupsallaşıyor. Artık herkes sanatçı değil. Kentlerin etrafına dikilen duvarların, barbarları dışarda tutmak için değil, uygarları içerde tutmak için inşa edilmiş olabileceğine inanılıyor.

Aşk, sanat ve hayvanlara tapınma

1966’da toplanan “Avcı İnsan” konferansında, Marshall Sahlins, avcı toplayıcı düzenin ideal bir “refah toplumu” olduğunu öne sürmüş; ve bu toplumda yaşayan insanların yoksul, yabani, yalnız, vahşi, sefil olduklarına ilişkin tezleri çürütmüş. Sahlins’e göre, maddi olanakları yönünden gayet müreffeh olan bu insanların çalışma dışındaki zamanları da gayet bol. Ne yapıyorlar bu boş zamanlarında? Tabii ki, oyun oynuyorlar. Aşk ve sanat yapıyorlar. Bu da bize Bataille antropolojisini hatırlatıyor.

“Georges Bataille antropolojinin klasik tezini onaylar: İnsan çalışma sayesinde ve çalışma araçlarını icat ederek insan oldu (homo faber); hayvanlardan ayrıldı. Bundan böyle bütün hayatını, var olmak amacıyla zorunlu olduğu, gündelik, pratik, faydalı, işlevsel, akıllı uğraşlara adadı. Ancak Bataille’ın tespiti burada bitmiyor. Çünkü ona göre, insan sadece aletleriyle akıllı işler yaparak hayvanlardan kopmuyor. Bu tür iş yapmaya direnen, onu ihlal eden, aklını kullanmaya dayanmayan ve kendinden başka amacı olmayan güdüleri, duygulanımları (affect) dolayısıyla da hayvanlardan ayrılıyor. Yani sadece aklı sayesinde değil, ona karşı direnen ve onu ihlal eden arzularıyla ve hayalleriyle de insan oluyor. Sadece iş yaparak değil, iş yapmayı feda ettiği erotizm aracılığıyla da insanlaşıyor.”[3] Sanat da, çalışmaya ve akla direnen, amacı ve faydası kendinden ibaret olan, aşk gibi özerk ve özgür bir oyun.

Bataille, Fransa’daki Lascaux mağaralarında bulunan, 17.300 yıl öncesine ait Paleolitik resimleri incelediği Lascaux: Sanatın Doğuşu kitabında (1956), sanatı bu mağarada yaşayanların yaratmış olduklarını yazar. “Ve ‘hiçbir şeyden yaratmışlardır’. Sadece sanat yapmayı arzu etmişlerdir. Ona göre Lascaux mağarasında yaşayanlar, tahminlerin aksine hiç de sefalet içinde değillerdi. Bolluk içindeydiler ve gülmeyi, kahkaha atmayı biliyorlardı… Daha başlangıcında sanat bir çeşit oyundu. Bataille’a göre, Lascaux mağaralarının sanatı kazara, şansa bağlı olarak ve oyun sonucu icat edilmiş olmalıydı. Dolayısıyla sanat, çalışmanın egemen olduğu dünyayı ihlal ediyordu. İnsanı ihtiyaçlarının pençesinden kurtarıyordu. Aslında sanat, her zaman ne idiyse Lascaux resimlerinde de oydu: arzularımızın canlandırdığı olağanüstü, harikulade bir dünyanın, olağan dünyanın yerini alması.”[4]

İlk zamanlarda insanlar, hayvanlar karşısında kendilerini üstün hissetmezlerdi. Üstünlük duygusu hayvan yetiştirmekle başlayacaktır. İlkel insanlar hayvanları insanlardan daha kutsal, daha tanrısal sayıyorlardı. Çünkü hayvanlar çalışma hayatının zorladığı tabulara tabi değillerdi. Dolayısıyla hayatları üzerinde tam anlamıyla egemendiler. Lascaux ile aynı bölgedeki Trois-Fréres mağarasındaki resimler, tarihteki ilk insan tasvirlerinde insanın hayvan olarak resmedildiğini gösteriyor. Üstelik bu hayvan, tanrılarla aynı düzeyde. Trois-Fréres’deki resimleri ortaya çıkaran rahip-arkeolog-antropolog Henri Breuil, bu resimlerde görülen hayvan kılığına girmiş şamanları “tanrı” olarak da adlandırır. Tarih öncesi mağara resimlerinde hayvan kisvesine bürünen insanlar, böylece tanrıya özgü olan bir hükümranlığa kavuşmaktadır. İnsanın hayvanlar âlemine özgü olan hükümranlık ve güç karşısında eğilmesi, dünyevi, akli mesaisinden kurtularak varlığının en derinlerde yatan anlamını kutsaması demektir.

“İnsan-Bizon”, Les Trois-Fréres Mağarası.

Yani denebilir ki, başlarda insanlar, insanları hayvansılaştırıp, onları kutsadıkları ölçüde insan oluyorlar, H. G. Wells’in romanı Doktor Moreau’nun Adası‘nda olduğu gibi hayvanları insanlaştırarak değil. Doktor Moreau, köpekleri, domuzları, öküzleri, parsları ve daha birçok hayvanı ameliyat ederek onları insana benzetiyor. Daha sonra kendini onların tanrısı ilan ederek onlara birtakım yasalar dayatıyor. Hayvan Halkı dediği bir uygarlık kuruyor. Ama insanlaştırıldıkça ve uygarlaştırıldıkça hayvanlar barbarlaşıyor, tanrılarını ve onun kurduğu uygarlığı parçalıyor.

*

Plutokratların ve artokratların zaman zaman kendilerini alamayıp kültür başkentleri arasında saydıkları, “uygarlık beşiği” İstanbul’da, 2017 yılında 57 kadın erkekler tarafından katledilmiş. Türkiye çapında bu rakam 409! 387 çocuk cinsel istismara uğramış, 332 kadına cinsel şiddet uygulanmış. Belki de uygarlık, Adorno’nun dediği gibi barbarlıktır? Evrim, tersine evrimdir?


[1] Steven Mithen, “Why did we start farming?”, LRB, 30 Kasım 2017, s. 11, 12.

[2] A.g.e.

[3] Ali Artun, “George Bataille’da Ölümle Erotizmin Birliği ve Sanat”, e-skop, 31 Ocak 2015.

[4] A.g.e.


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Bahçeli: 2019'dan sonra da AKP'yle iş birliğini gönül huzuruyla yapacağız
Sonraki Haber
Suriye Ordusu İdlib'e ilerlerken Türkiye'den tepki: 'Bu tutum çözüm sürecini baltalar'