Ana SayfaKitapBenjamin’in politik felsefesi bugün bize nasıl rehber olabilir? – Bekir Avcı

Benjamin’in politik felsefesi bugün bize nasıl rehber olabilir? – Bekir Avcı


“Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir.”

Walter Benjamin, 8. Tarih Tezi


Bekir Avcı


Şimdilerde tarumar edilen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde, nam-ı diğer İLEF’te lisans öğrencisiyken, Beybin hocanın[1] aşkla anlatışı ile aklıma kazındı Walter Benjamin. Söz ona gelince hoca başka bir mekâna fırlıyor, kederli bir şiire yerleşiyordu sanki. Bizi de kendiyle sürüklüyordu. Hocanın bu sürüklenişinin ve bizi de kendiyle götürüşünün nedenleri vardı; çünkü felsefesini bedeninde taşıyan, sözünü eyleyen ve nihayetinde yaşamını eylemiyle üstlenen bir filozofu anmak bunu gerektiriyordu.

Benjamin’i her şeyden önce cesur bir devrimci, eşsiz bir filozof, bir iletişim üstadı ve -bu dünyadaki şairane ikamesinden, sessiz gidişinden ya da dilinde parıldayan şiirsellikten olsa gerek- hayranlık uyandırıcı bir şair olarak belledim. Son olarak İthaki Yayınları’ndan çıkan “Dar Kapıdaki Mesih: Walter Benjamin ve Politik Felsefesi” başlıklı derleme de birçok açıdan belleği aydınlatan bir role sahip. Derlemesini M. Ertan Kardeş’in üstlendiği kitapta Nami Başer’den Besim E. Dellaloğlu’na, Kurtul Gülenç’ten Ateş Uslu’ya, Cengiz Çakmak’tan Tacettin Ertuğrul ve Cana Erşen’e dek farklı isimler Benjamin’in politik kişiliği üzerinden onun politik felsefesini yorumluyor. Kitapta yerinde bir ifade ile “şirazesiz kalmış şu dünyada düşünsel bir imdat freni olarak Benjamin”e bakabileceğimiz belirtiliyor. Peki, Benjamin’in politik felsefesi bize ne söylüyor ya da ne söyleyebilir? Onun felsefesi, tam da bugün bize nasıl bir rehberlik sağlayabilir?

Devlet dışında bir politika arayışı

Ertan Kardeş, Benjamin’in politik felsefesinin, “siyasi düşünceyi devleti ihya etme çabası olarak kurgulayan geleneklere karşı geldiğini” hatırlatıyor ve ekliyor: “Politik felsefe, devleti ve mülkü anlama, meşrulaştırma ve birliğini tesis etme çabası gütmez; aksine, süregitmekte olanın temellerini yerinden etmeyle ilgilenir.” (s.8) Tam da bu nedenle Benjamin’in özünde devlet karşıtlığı üzerine kurulu olan politik felsefesi, bugün ulus devletlerin içinde her zamankinden daha fazla sıkışan ve debelenen bizlere rehber olabilir. Bu yüzden onun fikriyatını merceğe alan “Dar Kapıdaki Mesih: Walter Benjamin ve Politik Felsefesi” önem arz eden bir kaynak niteliğinde. Ertan Kardeş’in sözleriyle devam edelim:

“Benjamin’in politika tanımı, zamanın doldurulmasına yönelik deneyimlenmemiş bir praksisi önceler(…) Benjamin tarihi fetişleştiren ve onu dogmatik biçimde kavrayan Marksizm anlayışlarına karşı, yepyeni bir insanın yaratıldığı bir momentin peşindedir. Devlet dışında bir politika arayışı içerisinde görünmektedir. Onun açısından devlet sadece ‘anarşizm teorisinin’, tarih ise ‘devrimci bir momentin’ konusu olabilmektedir. Benjamin teknik-olanın, politik-olanı ikame etmeye çalıştığı bir çağda, homojenleştirilmiş zamanın akışını kıracak, böylelikle yeni ve dolu bir zamanın ortaya çıkacağı yepyeni bir insaniliğin eylemini ‘gerçek politika’ olarak kavrar.” (s. 32)

Yani Benjamin önümüze şu savları koyuyor: Arsız devlet ihya edilemez, mevcut düzen yerinden edilmeli, tekniğin politikayı ikame ettiği bir çağda insanlığın eylemiyle yeni gerçek bir politika ortaya koyulmalı. Benjamin’in savları ekseriyetle ulus-devletlere bir cephe almayı öngörürken, bugün başta Türk ulus devleti olmak üzere birçok devletin hedefinde olan Rojava gibi bir deneyime ise yüzümüzü dönmeyi salık veriyor. Çünkü Rojava deneyimi, Benjamin’in savlarını kendi varlığında-cisminde taşıyan bir örnek olarak karşımızda duruyor.

Benjamin’in, kitapta da üzerinde sıkça durulan hukuk ve şiddet konusundaki görüşlerine geçmeden önce Türk ulus devletinin özellikle son iki yıl içerisinde derinleştirdiği nekro-politikasına da değinmek gerekiyor. Devletin ihya edilemeyeceğine inananları hedef alan bu devlet politikası, Rojava ile aynı dünyayı savunanları öldürüp hapsediyor. Bu ‘gerçek politika’nın peşinde koşanları öldüren devlet, ölüleri mezardan çıkaracak bir hafıza-kırım[2] siyasetine başvuruyor ve bu şiddetini de hukukla meşrulaştırıyor. Yani hukuk, ulus-devleti dayatan bir şiddet mekanizması olarak karşımıza çıkıyor. Burada, kitapta Benjamin’in Şiddet Eleştirisi’ne değinen Ateş Uslu’nun da ortaya koyduğu gibi şiddet, ulus devlete içkin bir olgu olarak vuku buluyor:

“Benjamin, devleti, şiddet uygulama hakkı olan bir tüzel kişilik olarak ele alır. Hukuk ve devleti birbiriyle bağlantıları içinde inceler. Ona göre hukuk sistemi içinde, bireylerin elindeki şiddet söz konusu sistemin “altını oyan bir tehlike” olarak görülmektedir. Dolayısıyla devletin şiddet uygulama hakkına sahip bir tüzel kişilik olmasına benzer şekilde, hukuk da “şiddet tekeli” ile ilişkili bir sistemdir(…) Benjamin’e göre hukuk ve şiddet kimi zaman sanılanın aksine birbirlerini dışlayan, birbirlerine karşıt unsurlar olarak tanımlanamazlar. Hukuk, iktidarı ve devleti mistifiye eden bir biçimdir; şiddet hukukun kökeninde yer alır ve ona biçim verir.” (s. 103-104)

Yani şiddet hukuka dışsal değildir. Tacettin Ertuğrul’un da aktardığı üzere, “Hukuku tehdit eden şey, yani şiddet zaten hukuka aittir. Bu durumda da hukuku tehdit eden şey hukuku korumuş olur.” (s. 123) Benjamin’i izleyecek olursak eğer, bugün bizim, ölüler mezarlardan çıkartılırken dahi hukuktan medet uman bir ‘politika’ izliyor oluşumuzda derin bir yanlışlık var. Sahi; direnen bedeni öldürmeye, ölüyü mezarından çıkartmaya ya da hakikati yazanı içeri tıkmaya müsaade eden şey tam da medet umulan hukukun kendisi değil mi? Bu hukuk, kendini yeniden ve yeniden kurup koruyabilen bir illet değil mi? Bu hukuk, egemenin silahıdır. Bu yüzden kanun hükmünde zamanlardan geçerken, “Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’in gerçekte kural olduğunu öğretir” diyen Benjamin’e daha fazla dikkat kesilmek gerek.

Peki, Benjamin, ulus devleti dayatan bir şiddet mekanizması olan hukuka karşı bizlere ne öneriyor? ‘Mitik hukukun kurucu şiddeti’ ve ‘Tanrısal adaletin yıkıcı şiddeti’ arasında bir ayrıma gidiyor Benjamin. ‘Tanrısal şiddet’ adını verdiği şiddet “ezilmiş olan, bastırılmış olanların, iktidar dışında bulunanların ve iktidar kurmak gibi bir amacı olmayanların şiddetidir. Bu şiddetin devlet kurucu değil, devlet yıkıcı bir özelliği vardır.” (s. 107) Kardeş’in altını çizdiği gibi bu yönlü bir politika, “yeni bir yasa talep eden değil yasanın yazgısını kıran bir praksistir.” Benjamin’in ‘tanrısal’ ya da ‘mesiyanik’ şiddeti de bunu öğütler: Bir yasayı ortadan kaldırıp yeni bir mitik düzen tesis eden bir şiddet değil, tamamen yasanın yazgısından özgürleşen bir düzen.

Benjamin’in düşünsel mirasının izinde: Rojava ve Latin Amerika

Kitapta Besim Dellaloğlu, okuduğumuz ya da etkilendiğimiz yazar ve düşünürlerin bize bir sorumluluk yüklediğini söylüyor ve “onların düşüncelerini, fikirlerini yaşadığımız zaman ve mekanda yorumlamak, sorgulamak, yeniden inşa etmek önemlidir” diyor. (s. 50) Bugün devlet dışı bir politikadan bahseden Benjamin’in düşünsel mirasının izlerini, devletten ve onun yasasından kopuşu önceleyen iki ayrı kıtadaki harekette bulmak mümkün; yanı başımızdaki Rojava’da ve Latin Amerika’da. ‘Yasanın yazgısından’ özgürleşerek Toplumsal Sözleşmesi’ne “halkların direnme hakkı meşrudur”u[3] koyan Rojava’da, olası bir mitik düzenin tesisinin önünü almayı amaç edinen yeni bir yaşam inşası var. Demokratik Ulus tezine değinen Raúl Zibechi de buna dikkat çekiyor.[4] Kürt Hareketi’nin mücadelesinin, özellikle Rojava bölgesinde yaşananların birçok Latin Amerika toplumsal hareketinin yapmakta olduklarıyla benzer çizgide olduğunu söyleyen Zibechi, bu hareketler arasındaki yankılara değiniyor. Zibechi, iki ayrı kıtadaki hareketlerin ulus-devlet karşıtlığını anlattıktan sonra bir diğer yankıda yakaladığı “Benjamin’in sesi”ni bize fısıldıyor:

“(…)Evrimcilikle el ele giden ekonomizm eleştirel hareketlere bulaşan bir vebadır. Bir dolu solcu kapitalizmin sonunun daha güçlü ya da daha hafif derin ekonomik krizin devamında gerçekleşeceğini düşünür. Öcalan, bu perspektife karşı çıkıyor ve “kapitalizmin doğuşunu ekonomik gelişmenin doğal bir sonucu sayan”ların önerisini reddediyor. Zapatistalar ve Kürtler ilerlemeyi yıkıcı bir kasırga olarak gören Walter Benjamin’in teziyle hemfikir görünüyorlar.”

Benjamin’in tezini bugün burada da geçerli kılmak mümkün. Öyle ki siyasi iktidar -çok değil, daha birkaç yıl önce- bunun mümkünlüğünü gördüğü için olağanüstü hal’e başvurdu, şiddeti artırdı ve nekro-siyasetini pekiştirdi. Elbette iktidar, olağanüstü hal’e gitmeden önce de mümkün gördüğü bu dünyayı ortadan kaldırmak için çeşitli biçimlerde saldırılarını sürdürdü. Ancak olağanüstü hal onu –Benjaminci manada- daha mitik bir varlık kıldı, kılıyor da. İktidar her defasında hukuka dayandırdığı bu şiddetini Rojava’ya ve bugün Afrin’e taşıyor.

Bu kanun hükmünde zamanlarda, ölü bedenlerin dahi kurucu şiddetten payını aldığı yasayı, onun taşıyıcısı ve koruyucusu devleti yeniden düşünmek, karşıya almak ve farklı bir dünyanın mümkün olduğunu görmek, hayal etmek için Benjamin’in politik felsefesine de bakmak gerekiyor. Benjamin’in felsefesinin güncelliğine muhtelif bakışlar yönelten “Dar Kapıdaki Mesih: Walter Benjamin ve Politik Felsefesi” ise bunun için iyi bir kaynak.


[1] Prof. Dr. D. Beybin Kejanlıoğlu

[2] Devletin hafıza-kırım siyasetine dair bkz: Adnan Çelik, Devletin zillet makamında Kürt ölüleri, Gazete Karınca, 2018, http://gazetekarinca.com/2018/01/devletin-zillet-makaminda-kurt-oluleri/ [Erişim Tarihi: 20.01.2018]

[3] Demokratik Ulus ilkelerini esas alan Kuzey Suriye Demokratik Federasyon Sistemi’nin Toplumsal Sözleşmesi’nin 20. Maddesi: “Özgür bir şekilde halkın, grupların ve her toplumsal oluşumun kendisini örgütleme hakkı vardır. Baskı, asimilasyon, kültürel soykırım, imha ve sömürgecilik bir insanlık suçudur. Buna karşı topluluklar ve halkların direnme hakkı meşrudur.” Bkz: http://gazetekarinca.com/2018/01/siyasi-cozum-arayisindaki-suriye-rojavada-sistem-hangi-asamada-toplumsal-sozlesme-ne-diyor/ [Erişim Tarihi: 18.01.2018]

[4] Raúl Zibechi, Rojava’nın sesi Latin Amerika’da yankılanıyor, Çeviri: Evrim Şaşmaz, Gazete Karınca, 2017, Bkz: http://gazetekarinca.com/2017/12/rojavanin-sesi-latin-amerikada-yankilaniyor-raul-zibechi/ [Erişim Tarihi: 18.01.2018]


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Havai fişek fabrikasında patlama: 2 işçi yaşamını yitirdi
Sonraki Haber
'Tek tip'e karşı bildiri dağıttıkları için gözaltına alınan 9 ESP’liden 8'i serbest bırakıldı