Ana SayfaÇeviriAlain Badiou: İnsanlar kimliklere tutunuyorlar, karşılaşmaya karşıt bir dünya bu

Alain Badiou: İnsanlar kimliklere tutunuyorlar, karşılaşmaya karşıt bir dünya bu

HABER MERKEZİ – “Alain Badiou’da karşılaşma tek başına gelmez -vaatlerle doludur” diyor Clement Petitjean. 2014 yılında yapılan aşağıda okuyacağınız söyleşiyi İngilizceden Işık Barış Fidaner Türkçeleştirdi.


Filozof Alain Badiou‘yu yalnızca —çoktandır Maoist olan— bir politik aktivist veya bir polemikçi —kısa kitabı Sarkozy’nin Anlamı ismini genel kamuoyuna taşımıştı— olarak görmek hata olur. Filozof olmanın yanısıra matematikçi, romancı ve oyun yazarı, belli ki o her şeyden önce karşılaşmaların insanı. Çıktılarının zenginliği buna tanıklık etmekte. Bu sayede Aşka Övgü’yü kuramladı ve yakın zamanda L’Explication‘da Alain Finkielkraut ile tartıştı. Alain Badiou’da karşılaşma tek başına gelmez —vaatlerle doludur…


Karşılaşma nedir?

Varoluşun olumsal, şansa bağlı bir öğesidir. Varolan dünyanızın referans noktalarındaki hiçbir şeyin olabilir ya da gerekli kılmadığı bir şey başınıza gelir. Tanımadığınız ama sizi çarpan, sizi çeken, yaşamınıza giren biriyle karşılaşırsınız.

Aşka Övgü kitabınızda töz bakımından risksiz karşılaşma yoktur diyorsunuz…

Hakiki bir karşılaşma olabilmesi için, her zaman, olası bir maceranın başlangıcı olabileceğini varsayabiliyor olmalıyız. Karşılaştığınız her kimse onunla bir sigorta sözleşmesi talep edemezsiniz. Karşılaşma hesaplanamaz olduğu için, bu güvencesizliği indirgemeye çalışırsanız karşılaşmanın kendisini yok edersiniz, yani birinin yaşamınıza bütün bir kişi olarak girmesini kabul etmemiş olursunuz. Karşılaşmayı libertinizmden ayırt eden şey tam olarak budur.

Ve karşılaşma, her zaman dediğiniz gibi, inşayı gerektiriyor.

Bunu karşılaşmayı izleyen şeyler bakımından söylüyorum. Gerçekten de paylaşılan sonuçlamalar, paylaşılan yenilikler meydana getirmek zorundadır. Ve bu inşa saf şansa bırakılamaz, çünkü bir bütün olarak bir dizi karar ile biçimlenmiştir.

Karşılaşma bir başlangıçtır. Ama neyin başlangıcı? Kabul etme noktasındaki bir şeydir: Başınıza gelen şeyi kabul etmek ya da reddetmek.

Ama daha en baştan, karşılaşma, size göre, bir deneyim değil…

Olası olmayışı onu sıradan deneyimden ayırır. Karşılaşma başınıza geldiği zaman, başınıza geldiğine dair çok güçlü bir his taşıdığınızda, varoluşunuzun ritmini bozmuş olan şeye dönük bir çekim veya itim olgusu vardır —bazen ikisi birbirine karışır. Deneyim, kendi başına, iş ya da aile etkinliklerinizin içine mükemmelen oturtulabilir, ama karşılaşma bir başlangıçtır. Ama neyin başlangıcı? Kabul etme noktasındaki bir şeydir: Başınıza gelen şeyi kabul etmek ya da reddetmek. Bir aşığın karşılaşması örneğini ele alırsak, bütün mesele bunu ilan edip etmeyeceğini bilebilmesidir. İnsanlar ilan-ı aşktan bahsederler. Karşılaşma ilan edilmelidir, yani kabul edilmelidir.

Bu da onun gerçek varoluşunun koşulu mudur?

Evet. Bir kişi kendisini sizin bulunduğunuz yer ve zamanda buldu, bakıştınız, bir şey oldu. Ama telaffuz edilmezse, ilan edilmezse, tasdik edilmezse karşılaşma askıda kalır.

Felsefe neden karşılaşmayı pek dert etmiyor?

Bunun derin tarihsel bir nedeni var. Basitleştirirsek, felsefenin çıkışından itibaren iki ana yönelime bölünmüş olduğunu söyleyebiliriz. Rasyonalist olanı bilimlerin gelişimini temel alır ve her şeyin bir açıklaması olduğunu öne sürer. Empirisist olanı ise, her şeyin birtakım deneyimlerle ilişkilendiğini öne sürer. Böylece gereklilik mantığı ile deneyimler mantığı arasına sıkışıp kalmış oluruz. Ama karşılaşma ne rasyonaliteye ne de deneyime indirgenebilirdir, bir olumsallık öğesini temsil eder, ve felsefe de olumsallığı hiç sevmez. Dolayısıyla varoluş dahilinde gerçekleşen bazı şeylerin ne hesaplanabilir ne de deneyimlenmiş oldukklarını kabul etmek zorundayız. Bir şeyler olur…

Evet, peki bu olan şey nedir?

Seçme ihtiyacıdır. Kısıtlanmışsınızdır, olan şeyi kabul etmek zorundasınız, yoksa onu yabancılaştıracak, müphemleştirecek, reddedeceksiniz. Danimarkalı ondokuzuncu yüzyıl filozofu Kierkegaard, ilk varoluşçu olarak, şans ve seçme ihtiyacı arasındaki bu bağı gördü. Karşılaşmanın mucizesi saf dışsal —karşılaştığım kişi— ile saf içsel —kendi kendime çıkarsamam gereken sonuçlar— arasındaki bu paradoksal eklemlenmedir.

Bu gerçekten bir mucize midir? Karşılaşmada bir savoir-faire yok mu: yani bazı insanlar bunda diğerlerinden daha iyi değil mi?

Bu onun ‘rasyonalize edilebilir’ tarafı, karşılaşma mahalleri böylece bir çeşit popüler savoir-faire oluşturma eğiliminde. Ancak doğru kişiyle —güvencesizlik eşiğini asgariye indirecek olan kişiyle— olacak olan karşılaşmaya angaje olunmakta. Ama bunlar karşılaşma mıdır? Kendine dikkat çekmeyi bilen tavlama sanatçısı muhtemelen karşılaşmanın yalnızca en asgari sonuçlarını, bir deneyim olma riskini, hem de asimetrik bir deneyim olma riskini üzerine alabilmektedir. Savoir-faire sahibi olan kişi denetimi elinde tutar; ama başta karşılaşma olduğuna inanan, sonradan deneyim olduğunu fark eden kişi acı çeker.

Açıklığa dönük bir yatkınlık, öngörmediğin bir şeyin gerçekleştiğini kabul etme erdemi gereklidir.

Ama bu ‘savoir-faire‘i kenara koymak, karşılaşmada mutlu olabilmek için özel niteliklere ihtiyaç duyulduğu anlamına gelmez mi?

Açıklığa dönük bir yatkınlık, dolayısıyla esastan bir özgüven ilişkisi gereklidir. Ve dahası, garip bir şekilde, edilgen bir beceri, bir çeşit erdem —eski moda bir sözcük kullanmak gerekirse— öngörmediğin bir şeyin gerçekleştiğini kabul etme erdemi gereklidir.

Günümüzde aşıkların karşılaşmalarına duyulan ilgi revaçta. Her zaman bu böyle miydi?

Sıklıkla söylenir Yunan dünyası arkadaşlık dünyasıydı diye… Antik Yunanlıların arkadaşlığın dingin dünyası ve Hıristiyan Batı’nın aşkın tutkulu dünyası olduğunu söyleyen bu geriye dönük vizyon bence biraz sıkıntılı. 1930’ların sonunda Denis de Rougement’in L’Amour et l’Occident çalışmasında geliştirilmiş entelektüel bir yapı bu. Gerçekte Homeros’un İlyada’sında bile aşk vardı: Hector ve Andromache fevkalade bir çifttir.

Karşılaşmanın farklı türleri —aşk olsun, politika veya sanat olsun— aynı kurallara mı uyarlar?

Bazı önemli farklar var. Mesela, benim esas politik karşılaşmalarım muhtemelen bireylerden çok kolektif durumlar ile karşılaşmalarımdır. Benzer şekilde sanatsal karşılaşma bazı örgütlü imgesel türlerin sizin üzerinizde uyguladığı etkidir. Ama ortak öğe her zaman bu ‘size bir şeyler olduğu’ hissidir. Sizi değiştiren bir roman, üzerinde uğraşmanız gereken bir şeydir, sonradan beğenileriniz değişip kendinize ‘neden gençken bu kitabı sevmişim?’ diye sorsanız bile bu böyledir, aynı Proust’un kahramanının ‘tipi olmayan’ bir kadını neden sevmiş olduğunu kendisine sormasında olduğu gibi…

Karşılaşmaya müsait bir devirde miyiz yoksa değil miyiz?

Bir yandan karşılaşma imkanlarının alanı ulaşım ve iletişim araçlarımız sayesinde genişlemekte. Öte yandan, her zaman olduğu gibi, bu genişleme bir ‘yoğunluk kaybı’ pahasına oluyor. Karşılaşmalar o kadar kolay ve çok sayıda ki bunların sonucunda kabul edebileceğimiz değişimin yoğunluk miktarı bir zamanlarki kadar olmuyor. Bir dizi yeni tedbir getiriyoruz: Kendime yeterince benzeyen birini alayım ki bu kişiye ayak uydururken kendim tam olarak aynı kalabileyim. Çağdaş dünyanın bir eğilimi bu, muazzam bir aynılığın içine sahte bir çeşitlilik getirilmesi.

Karşılaşmaların toplumsal, profesyonel, kültürel ve dilsel evrenlerce daha az kodlandığı bir dünya hayal ediyorum.

Bunlar karşılaşma değil mi?

Hayır, bunlar ancak tüketimdir. Çünkü bütün bunların gizli modeli pazardır. Size sunulan bir dizi ürün sürekli değişse bile her zaman aynı kalır. Tüketim, özünde, tekrarlayıcıdır. Bir karşılaşmaya ihtiyaç duymanız gerekmeden kadın ‘tipinizi’ değiştirebilirsiniz.

Peki, sanal sahnede kalan bir karşılaşma?

Sanal ve gerçek arasındaki ayrımın birinci derece önem taşıdığı izlenimim olmadı hiçbir zaman. Nihayetinde yokluk, sakınma veya sanallık biçimleri içinde büyük karşılaşmalar yaşayabiliriz. Uzak mesafede bile süren bir aşk yaşayabiliriz. Heloise ve Abelard, ya da Tristan ve Isolde, mit de olsalar, aşık sadakatinin örneklerinin aşırı çeşitli olduğunu belirtirler. Mevcut olana dönük kayda değer bir sahtekarlığımız olduğu gibi, var olmayana yönelik kayda değer bir bağlılığımız vardır.

Giderek daha fazla ‘kendimiz gibilere yapıştığımız’ doğru mu?

Yeni çıkmış olmayan çok katı toplumsal bölünmeler vardır. On dokuzuncu yüzyılda, burjuvaziden genç bir kız sokaktaki işçiyle karşılaşmazdı: onu hiç görmezdi. Ama sınırların aşılması her zaman mümkün. Conrad’ın romanlarının en güzeli bu konu etrafında döner, bir İngiliz maceracının bir Malezyalıya aşkı, ve romansal tözü de küçücük başarı şansı ile karşı karşıya bile olsa bunun ne kadar yoğun olduğunu göstermektir. Karşılaşmaların toplumsal, profesyonel, kültürel ve dilsel evrenlerce daha az kodlandığı bir dünya hayal ediyorum. Artık modası geçmiş bir sözcüğü kullanacak olursam: sınıf bariyerleriyle daha az kodlanmış.

Şimdiki gerileme olağanüstü. Amerikan toplumunun imgesinde, yani bir gettolar toplamı olarak mikro-çevreler yaratma eğiliminde.

Bu bariyerler aslında vurgulanmış değil mi?

Değil. 60’ların sonundan 90’ların ortasına kadar yaşadığım dönemde önceden —ve ne yazık ki sonraki dönemde de— asla tanışamayacağımız muazzam sayıda insanla tanıştık. Bizimle aynı kültüre sahip olmayan insanlarla konuşmak o zamanlar birlikte projeler yapmaktan bizi katiyen alıkoymazdı. Şimdiki gerileme olağanüstü. Kitlesel, sınıf dayanışması değil, Amerikan toplumunun imgesinde, yani bir gettolar toplamı olarak mikro-çevreler yaratma eğiliminde, bir nevi kakmacılık işi.

Fransa’da bu tehdit altında mıyız?

Mallar toplumun başat motoru olduğu için, her bir kişi, pazar önünde bir özne-tüketici olarak gözükmeye çağrılıyor. Bununla korelasyon içinde, insanlar yine kimliklere başvuruyorlar, çünkü bu soyut dünyada birey olarak boğulmak bir kabus, sonu olmayan bir gezinti. Bu yüzden aileye tutunuyoruz, yöresel, ulusal, dilsel ve dinsel kimliklere tutunuyoruz. Erişebildiğimiz bu kimlikler bizi zamanın başlangıcına gönderiyor. Karşılaşmaya karşıt bir dünya bu, savunmacı geri çekilmenin dünyası.

Bu Sağ’ın dünyası değil mi? Karşılaşmanın dünyası Sol’un dünyası olurdu.

Korkarım Sol’un cesareti çok ileri gitmemekte… Kimlikçi geri çekilmeye, her şeyin özelleştirilmesine çok fazla taviz verilmekte. Ondokuzuncu yüzyılın insanları için, en başta da Marx için, enternasyonalizm anahtar bir kavramdı, savaşlar ve ulusal egoizmin karşısına konurdu.

Enternasyonalizmin değeri bana göre birinci derecede önem taşıyor, saldırgan kimliklerce yenilip yutulmak istemiyorsak…

Ama bu enternasyonalizm bir düşman, sınıf düşmanı karşısında inşa edilmişti…

Elbette! Bir zamanlar kayda değer bir katılık taşımış bu sınıf fikrinin fanatiği değilim; ama enternasyonalizmin değeri bana göre, hatta ondokuzuncu yüzyıldan bile daha fazla, birinci derecede önem taşıyor, saldırgan kimliklerce yenilip yutulmak istemiyorsak…

Peki, nihai olarak kimdir düşman?

Şu an olduğu haliyle dünyanın harika olduğunu ve aynı yolda dümdüz devam etmesi gerektiğini düşünen birisidir.

Düşmanla olan karşılaşma ilginç midir?

Çelişkileri —olabildiğince rasyonel olarak— kamusallaştırmak her zaman ilginçtir. Hele ki hasmınız sövgülere yaslanmadan bunları tartışmaya hazırsa. Tiyatro gibidir, didaktik rolü vardır…

L’Explication kitabınızda Alain Finkielkraut ile karşılaşmanız, düşmanla olan bir karşılaşma mıydı?

Hayır, çünkü şu an olduğu haliyle dünyanın harika olduğunu ve aynı yolda dümdüz devam etmesi gerektiğini düşünen birisi değil. Tersine, Üçüncü Cumhuriyet devrindeki [1870-1940] eğitime tutkuyla bağlı. Bu tutkuyu onuruyla taşıyor, bunun için onu suçlamıyorum: büyükanne ve büyükbabalarım hep öğretmendiler! Bu yüzden kafa kafaya gelmemiz bir parça tiyatro gibi, her birimiz farzedilen bir hasmı oynuyoruz. Ve kabul etmem gerekir ki diyaloğumuzun burkulmaları ve dönüşleri beni çarptı. Karşılaşmamızın hakikatini kanıtlayan iki nokta oldu. İlki son tahlilde onunla paylaştığım bir yurtseverlik biçimiydi: Fransa’yı seviyorum, tarihini —Devrimi, Paris Komünü‘nü, Direniş’i, 68 Mayısı‘nı— kısacası insan haklarının ünlü Fransa’sını, yurtdışında algılanmaya devam edildiği şekliyle seviyorum. Ve güncel durumundan, savunmacı ve yorgun, politik yaratıcılıktan yoksun halinden acı duyuyorum, Finkielkraut’un da bundan acı duyduğunu açıkça görebiliyorum, gerçi benim görüşüme göre hatalı sebeplerle… Karşılıklı anlayışın ikinci noktası entelektüelleri melankolik yapabilecek çok fazla faktörün bulunduğu bir dünyada varolduğumuza dair ortak farkındalığımızdı. Aramızdaki fark, Alain Finkielkraut durmadan bu faktörleri ararken, ben kendi adıma onlarla savaşmaya çalışıyorum.

Nasıl peki?

Aşıkların karşılaşmalarına, küçük politik deneyimlere, varolduklarından memnun olduğum insanlara ve yeni sanat yapıtlarına dikkatimi yönelterek. Toplumun steril ve boş olduğu doğru değildir, işlerin geldiği noktadan memnun olmasam bile. Karşılaşmalara dair bir meseledir bu. Her zamanki izlenimime göre, Finkielkraut kendisinin imkanlı karşılaşmalar arazisini abartılı olarak sınırlamakta.

Finkielkraut’un dediğinin aksine, ne olduğunuz temelinde karşılaşma yaşarsınız, kendi içinizde bir boşluk yaratarak değil.

Alain Finkielkraut, sizin hakkınızda diyor ki ‘Kimseyi dışlamamak için, kendi içinizde bir boşluk yaratmanız, kendinize ait tözleri sökmeniz, ve son tahlilde başkalarına açılma jestinden başka hiçbir şey olmamanız gerekir’….

Ama ben hiçbir zaman kimse dışlanmamalıdır demedim: düşmanlarımız vardır! Finkielkraut’un dediğinin aksine, ne olduğunuz temelinde karşılaşma yaşarsınız, kendi içinizde bir boşluk yaratarak değil. Beni en azından bir şeye ikna etti: bugün insanlığı bölen ideolojik-politik cephe (onun gibi) ülkeye dair melankolik bir vizyonu olanlarla (benim gibi) daha yaratıcı bir vizyona sahip olmaya çalışanlar arasında yer almıyor. Daha ziyade, mevcut durumu harika bulan, mükemmel bir iç rahatlığı ile bunun propagandasını yapanlarla, geri kalan herkes arasında yer alıyor…

‘Ön cephe’nin her bir kişinin entelektüel tembelliğine bağlı başka bir biçimi de yok mu?

‘Dışsal’ düşmandan bahsediyoruz, ama isterseniz ‘içsel’ düşmanı da dikkate almak adına, evet, tabi ki! Birçok insan bir dizi meseleye dair bilmezlikleri içinde, bilmek zorunda olmak istemeyerek kendilerine set çekiyorlar —bir ‘bilmezlik tutkuları’ var, hocalarımdan biri olan Lacan’ın deyişiyle.

Jean-Luc Godard’ın Film socialisme‘inde bir konuşma yapıyorsunuz… hiçkimse karşısında!

Bu bir alegori… Jean-Luc Godard uzun bir süre beni bu şekilde çekmeyi planladığını anlattı. Bu sahnenin, tüketim toplumunu simgeleyen gemide benim bir muhalif, yalnız bir figür olduğum fikrini ifade etmesini istemişti…

Bir sanatçı veya filozof varoluşunuzu dönüştürebilir mi?

Tabi ki! Benim varoluşumu en çok başkalaştıran kişi Sartre’dır, ki sonradan ona çok vefasız oldum. Lise son sınıftaki bilim dersinde niyetim ormanları ve gölleri teftiş eden biri olmaktı —geleceğim çok açık ve planlıydı. Ama sonra L’Imaginaire‘i okudum, Esquisse d’une théorie des émotions‘u, sonra Varlık ve Hiçlik‘i okudum. Ve kendimi bilimlerden yazarlığa doğru yeniden yönlendirdim: aşırı yoğun bir karşılaşmaydı.

Sizin için en belirleyici karşılaşmalar hangi sanatçılar olmuştur?

Şiir alanında Mallarmé sanatın gücünün olay kavramında asılı olduğunu öğretti: olan şeyi olduğu sırada düşünmek ve biçimleştirmek, olmuş olduğu haliyle değil. Müzikte Haydn’den, azıcık materyalle, sınırlı ve neredeyse banal müzik ‘hücreleri’ kullanarak olağandışı etkiler yaratılabileceğini öğrendim. Bu beni sıradanın içinde olağandışını aramaya alıştırdı. Görsel sanatlarda Tintoretto, bir ressamın olmakta olan, vücut bulan bir şeyin en gözüpek anıtsallığını nasıl yakalayabileceğini gösterdi.

Farklı devirler belirli karşılaşma türlerine öncelik veriyor. Örneğin mistik karşılaşmalardan neredeyse hiç bahsetmiyoruz. Bunlara dair ne düşünüyorsunuz?

Avilalı Aziz Teresa veya Haçlı Aziz John, aşkın kaynaşması ve mutlak bir karşılaşmaya dair —bunların gerçeğinin yerini alan— büyük bir kesinliğe sahiptiler. Ve bunların otantik karşılaşmalar olduğunu düşünüyorum, Tanrı’nın varolmadığını düşünsem bile. Ama yine de, dünyevi aşk içine böyle bir kavrayış getirmek —onu birtakım ideal arketiplerle kaynaştırma isteği— bana tehlikeli ve olumsuz gözüküyor. Bunun sonucunda hiç de sevmediğim bir şey oluşuyor: kadınsı olduğu varsayılan bir aşkınlık, ki bunun Alman romantisizminden gelip ta Sürrealistlere kadar yayıldığını görürüz. Goethe’nin Faust‘unun son cümlesi, ‘Ebedi kadınsı/Bizi yukarı çekiyor’ bence çok sorunlu bir duygu. Mistik düzeni, kısmen ona karşı isyan barındıran dünyevi düzenin içinde konumlandırıyor.

Her şey, toplumu, dünya pazarında onları ilgilendiren nesneleri diğer her şeyin üstüne koyan serbest tüketicilerden oluşan bir atomlaşmaya doğru zorlamakta.

Fondation de France’ın dört milyon Fransız insanın yalnızlık çektiğini bildiren yakın zamanlı çalışmasına dair ne düşünüyorsunuz?

Çağdaş dünyanın paradigması tüketicidir. Hedef, deniyor ya… Ve nesneler sizi yalnızlıktan çıkarmaz.

Ama pazar karşılaşmayı yok etmedi —o kadar da güçlü değil!

Allaha şükür! İyimser biriyle konuşmaktasınız, ben asla pazarın toplumsallaşmayı yok ettiğini düşünmedim. Böyle felaketçi bir vizyon daha çok meslektaşım Jean Baudrillard‘a aitti. Dayanışmalar, karşılaşmalar, sanatsal üretimler mevcuttur: hiç de nihilist bir vizyon taşımıyorum. Ama her şeyin, toplumu, dünya pazarında onları ilgilendiren nesneleri diğer her şeyin üstüne koyan serbest tüketicilerden oluşan bir atomlaşmaya doğru zorlamakta olduğunu da görüyorum.

O zaman karşılaşma tehdit altında mı?

Kesinlikle. Godard’ın Film socialisme‘indeki seyahat gemisinde üç bin kişi vardı. Ve söylemem lazım, çok yalnızdılar.


Yersiz Şeyler‘de yer alan bu çeviriyi biz Birtakım İşler‘den aldık.
Previous post
!f'te, izleyiciyi 19. yüzyıl pagan zamanlarına götüren 'rahatsız' bir film: "Kasım"
Next post
Kurucusu ve görevlileri 4 gündür gözaltında olan Furkan Vakfı'na kayyum atandı