Ana SayfaManşetOrtadoğu’da son durak: “Vae victis…” – Nejat Uğraş

Ortadoğu’da son durak: “Vae victis…” – Nejat Uğraş

Dünya ve Ortadoğu dünden kötü, yarından daha iyi bir andadır. Kâbus daha başlamadı. Gerçeğin gölünün kıyısındayız. Lakin duvarda asılı silahın patlaması kaçınılmaz görünüyor. Bu durumu Latince bir deyim oldukça iyi özetliyor zaten:  “Vae victis…”


Nejat Uğraş*


İbni Haldun’un yüzyıllarca önce söylediği “coğrafya kaderdir” sözüne, belki de en çok Ortadoğu coğrafyası uyuyor. Eğer “Ortadoğu’da doğduysanız, bu bölge artık kaderiniz ve kederiniz haline gelir.” Diktatörlerle-dinciler tahterevallisinde sallanıp duran, çöl tozu içinde yolunu bulmaya çalışan ve adeta fasit bir dairedeymişçesine çırpınan bir ruh hali içerisinde debelenip durursunuz. ‘Buralarda geleceğe dair hiçbir şey olmayacak!’ hissi kendinizi en iyi hissettiğimiz zamanlarda bile peşinizi bırakmaz. Dikkatinizi çekmişse eğer iyimser olma duygusunun en kısa süreli yaşandığı bir coğrafyadan söz ediyoruz. Bugünden yarına hatta sabahtan akşama dengelerin değiştiği; kartların yeniden karıldığı bir coğrafyada yaşamak gerçekten çok olağan dışı. Dün yaptığınız bir tespit bugün boşa çıkabilir. Oysa akşam olmaz dediğiniz bir başka durum sabaha gerçeğe dönüşebilir. En son yaşanan vaka da bildiğiniz gibi ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un yalnız kovboy havalarında Türkiye’ye yaptığı ziyaretti. Bu ziyaret ABD-Türkiye ilişkilerinde son yılların en önemli olaylarından birisi olarak kayıtlara geçti.

Ziyaretin iklimi ve içeriği

Tillerson’un göreve başlamasından bu yana geçen bir yıllık süre zarfında Türkiye’ye yaptığı üçüncü ziyaretiydi. Ancak bu ziyaret diğerlerinden farklı olarak özellikle son dönemde her iki ülkenin de tehdit düzeyine varan sertlikte karşılıklı açıklamalar yaptığı ve ikili ilişkilerin tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birinin gölgesinde başlıyor olmasıydı. Öncesinde James Mattis’le yapılan görüşme dikkate alındığında Tillerson’un ziyareti her şey daha fazla önem kazanıyor. Muhalif kamuoyunun en önemsiz ayrıntıya takılması nazarı dikkatleri celbedecek noktanın yapı sökümünü zorunlu kılıyor. Sorun şu: görüşme kayıt altına alınmıyor ve ABD adına görüşmeye gelen Tillerson’un Türkiye’deki dengi Çavuşoğlu çevirmenlik yapıyor. Dahası ABD’li bakan yalnız geliyor görüşmeye ve görüşme zorunlu olarak İngilizce yapılıyor. “Diplomatik teamüller” filan diyeceğiz ama mevzu bu değil. Tamamen asimetrik bir görüşme yapılıyor ve durumlar diplomasi tarihinde çok görülen durumlar değil -konunun uzmanları öyle diyor-. Böylesi İstisnai durumların çoğunlukla da çok önemli olayların arifesine denk gelmesi de vakayı daha da gizemli ve bizi anlamaya zorunlu kılıyor.  Anlayabildiğimiz kadarıyla görüşmenin esas konusu İran ve Rusya’ydı. Öncesinde yapılan Senato gizli oturumu ve yayınlanan küresel tehditler raporu da göz önüne alınınca resmin epeyce büyük olduğu daha iyi görülüyor. Bu görüşmenin içeriği ve iklimi “Johnson Mektubu”nu** çok aşan bir mahiyet arz ettiğini tespit etmemizi gereksiyor. Meseleyi öyle “tehdit” , “hizaya getirme” gibi amiyane tabirlerle ifade etmek olayı basite almak kadar tribün siyasetinin zaviyesinden çıkamamak olacaktır. Yapılan basın açıklamasında oldukça vurgulu bir tarzda “artık ABD bir şey yapıp Türkiye başka bir şey yapmayacak” denmesi her şeyi özetliyordu aslında. Buna mukabil Türkiye Dışişleri Bakanı’nın dilinin şikâyet tonunu aşmaması kaydedilmesi gereken başka bir söküm olarak kayıtlara geçmelidir. Görüşmelerde elbette Menbiç ve Afrin de bir konu başlığı olarak mutlaka konuşulmuştur. Ancak öncelikli meselenin bu konu başlıkları üzerinden tartışılmadığı görüşünü öne sürmek reel politik açıdan çok zorlayıcı bir tespit olmasa gerek. Sökebildiğimiz kadarıyla Menbiç’e gözlemci olarak bazı birimlerin gelmesi kabul edilmiş gibi durmaktadır. Onun dışında ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un, “ABD, orada o şehrin (Menbiç) bizim müttefik kuvvetlerimizin kontrolü altında olduğundan emin olmak istiyor” ifadesi Menbiç’in stratejik bir şehir olarak ABD için ne kadar önemli olduğunun altı bir kez daha çizilmiş oldu. Bu durum daha önce de  Irak ve Suriye’de ABD’nin IŞİD’e karşı sürdürdüğü operasyonların en üst düzey sorumlusu General Paul Funk tarafından dile getirilmişti. Bir nevi Funk’un uyarısı Ankara’da bir kez daha güncellendi.

Esas gündem: Rusya ve İran

Bu durumda Türkiye’nin Afrin’le ilgili en büyük ve nihai talebinin sınır boyunca bir şerit oluşturmaktan öteye geçemeyeceğini öngörebiliriz. Şehir merkezi ve derinlere inmenin bugüne kadar oluşturulan dengeleri alt üst edecek ve makarayı başa saracak -ki bu en çok Türkiye’nin işine yarayacak bir gelişme olur- bir fay üzerinde hareket edildiğinin herkes çok ama çok farkında. Fay hattının kırıklarla dolu olması ve geriliminden boşalacak artçı sarsıntıların yaratacağı kaosa Türkiye’nin hatırı kalmasın diye kimse izin vermez. ABD ve Rusya orada sınırlar boyunca her iki tarafı yıpratan bir çatışmanın süreceğini tahmin ediyorlar. Sonuçları itibariyle Türkiye bunu milliyetçilik ve şovenizm olarak iç siyasete tahvil etmek isteyecek –ki bunu yapıyor zaten-; Kürtler de savunma savaşının başarısıyla diğer sahaları hareketlendirmeye çalışacaktır. Burada çok önemli bir noktayı daha sökmemiz gerekecek. Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde ilk defa Kürt Siyasal Hareketi’yle NATO sınırları dışında uzun süreli ve Cumhurbaşkanı’nın “savaş” dediği bir askeri hareketliliğin içine giriyor. Afrin’in derinlerine ilerlemek ve sonrasında “ordular ilk hedefiniz Menbiç’tir ve hatta bütün Rojava’dır” demek çok büyük riskler taşıyor, nitekim ABD bu son görüşmede “yapabiliyorsanız güvenli bir hat kurun ama daha fazla çatışma istemiyoruz” diyerek bu duruma ve hezeyana son noktayı koymuştur. Ama Ankara’da yapılan görüşmelerin ana gündemini oluşturan konuların andığımız eksende olmadığını, kuvvetle muhtemel bu görüşmenin ana başlıklarının ilkinin “Pers yayılmacılığına” karşı İran’la geniş bir coğrafyaya yayılmış şiddetli çatışma ve ikincisinin; Rusya’nın yeniden küresel güç olma heveslerinin önünü kesmek olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ABD bu her iki konuda da kendisini tartışmaya kapatmış ve harekete geçmiş durumdadır. İsrail’in Suriye’ye hava saldırısı ve Deyr Zor’da Rus lejyonerler ve İran milislerine yapılan saldırı işin işaret fişeğiydi. Muhtemelen Ankara’nın önüne konulan ABD planı, İran’a karşı oldukça agresif ve saldırgan bir tarzda çevremekle işe başlamak. Zaten bunun farkında olan İran, Tillerson görüşmesi bitmeden Ali Ekber Velayati’nin açıklamalarıyla meydan okuma savaşına sahadan önce başladı. Çok yakın bir zamanda İran’ın bölgedeki müttefiklerine ve mümkünse bazı stratejik noktalarına saldırılar olabileceği güçlü bir olasılık olarak masada durmaktadır. Öncesinde gündeme gelen Zarrab davası, Hariri’nin istifası ve Suudi prenslerinin yaşadıkları ön hazırlık niteliği taşıyan gelişmeler olarak kayıtlara geçmiş durumdadır. Sürtünme yaratan bir öğe olarak Türkiye’ye riskler ve sonuçlarının bu görüşmede bildirildiğini düşünebiliriz. Nitekim Türkiye ile olan ilişkilerinin ne kadar “derin” olduğu ifade edilirken üstü örtük bir tehdit tonunun tutturulması tesadüf değildir. Ardından küresel hükümetin amiral gemisiyle(ABD) herkesin tandem içinde hareket edilmesi gerektiği tüm basın mensuplarının huzurunda kararlıca bir şekilde ikrar edildi.

Kürtlerin pozisyonu

İran’a karşı hamlenin önemli aktörlerinden olması istenen güçlerden birisi de Kürtlerdi. Türkiye’nin havuz medyası “müttefik” derken kimden söz edildiğini bilmezlikten ve görmezden geliyor ama ABD ilk defa YPG-PYD’nin müttefik olduğunu bu görüşmede resmen ilan etmiştir. Şimdiye kadar “geçici operasyonel ilişki” vb. ifadeler kullanılıyordu. Müttefik ifadesiyle birlikte Beyrut’ta “ağır silah vermedik ki geri alalım” beyanatı da bu kalıcılığa işaret ediyordu. Ama bu müttefik başlığının altında Suudi-Ürdün meyilli Sünni Araplar ve KDP-KYB’nin de olduğu herkesin malumu olan bir konu. Olası bir çatışmanın merkezlerinden birisi Kerkük civarında Haşdi Şabi milisleriyle olacağını öngörmek kehanet sayılmayacaktır sanırım. O yüzden şu süreçte Kürtler arası bir sürtüşmenin ABD’nin işine gelmeyeceğini ve bunu önlemeye dönük tedbirler alınabileceğini de belirtmekte fayda var.

Kürtlerin Ankara’da müttefik ilan edilmelerinin bedelinin yüksek olacağını söylemek gerekiyor. Uzun, yıpratıcı ve çöl boyunca sürekli bir çatışmaktan ibaret bir sürecin işlemesi Kuzey Suriye’deki çözümü sanılandan daha fazla geciktirebilir. Türkiye’nin Afrin girişimi biraz da “ABD işbirlikçiliği” söylemini güçlendirmeyi hedefliyordu. Ruslar hava sahası pazarlığını aynı ifadelerle yapıyor zaten. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD ile yapılan görüşmenin birkaç gün öncesinde “Türkiye’yi parçalamak istiyorlar” derken ABD’nin kendisine karşı ekarte etme planından söz ediyordu aslında. Bu konuda “danışman” çevrelerin epeyce kurgu uydurduğu da aşikârdı. Türkiye’nin aks değiştirmesine karşılık ABD “2019 seçimlerine kadar size, ailenize, çevrenize karşı mevcut kartları kapattık” demiş olması kuvvetle muhtemel. Bu yönde bazı eyaletlerde Fethullahçı okulları kapatma, Halkbank davasını bekletme ve Fethullahçıların muhtemel bazı hamlelerinde istihbarat paylaşımı gibi mekanizmaların da kurulması şaşırtıcı olmayacaktır. Aynı zamanda Avrupa ilişkileri ve “hukukun üstünlüğü” –her ne demekse- çerçevelerinde bazı adımların atılması da bu planın bir parçası olarak gündeme gelecektir. Kürt siyaseti bağlamında iyi niyetimizi bazı vekillerin tahliyesi ve tutuklama furyalarının sınırlaması olarak olabilecek olumluluk anlamında zorlayabiliriz ama kimse hayal gücünü zorlayıp daha ileri giderek yeni bir çözüm sürecinin başlayacağını beklemesin. Bahçeli’nin Türkiye siyasetinde joker unsuru olması devam ettiği sürece yeni bir çözüm sürecini tartışmak direnişi geri bir noktaya çekmekten başkaca bir işe yaramayacaktır.

Ruslar ne yapar?

Muhtemelen hava sahasını aç-kapa yaparak Türkiye’nin üzerindeki etkisini sürdürmek isteyecektir. Ama esas olarak önümüzdeki bir–iki ay içinde Suriye’deki Kürtlere daha cazip tekliflerle gitmeleri dengeler açısından kaçınılmaz görünüyor. Bu nedenle Türkiye ile ilişkiler dalgalı bir hal alarak “şahsız” bir satranç oyununa dönüştürülecek. İran’a daha fazla silah desteği vermek ve geri planda durma siyasetini sürdürmek isteyeceklerdir. Bu onlar açısından yeni bir politika değil. Yüz yıldır uygulaya geldikleri siyasetin güncellenmiş halini sahada deniyor ve güncelliyorlar. Yani “siz çatışın ben silah satıp etki alanımı genişleteyim” hikâyesi… Putin de Çarlık Rusya’sı ve Stalin’den beridir geçerli bu oyunu bugüne kadar maharetli bir ustalıkla oynadı zaten. Ama bundan sonrası mevcut stratejinin açmazlarıyla da uğraşmak zorunda kalacak. Bir defa ciddi bir kapasite sorunu yaşayacak. Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştırma planı beyhude bir çaba olarak Putin’in gücünü aşan bir merhaleye vardı. Bunda ısrar etmesi durumunda ABD’nin uzun vadeli yıpratma planlarına karşı cevap verme gücünün olmadığını kendiside biliyor. Ekonomik kapasite sorunu Putin’i oldukça zorlayacak diğer önemli etmenlerden biridir. Siyasal argümantasyonun bugünkü haliyle mevcut gelişmeleri karşılayacak bir içeriğe sahip olmadığını da not etmek gerekiyor.

Sonuç

Görüşmenin sonunda yapılan basın açıklamasına tekrar dönecek olursak Türkiye’nin taleplerinin ötelendiğini ve bunun Türkiye tarafından kabul edildiği iddiasını yazının bu bölümüne iliştirerek basın açıklamasının en ilgi çekici bölümüne de dikkat çekmek isterim. Çavuşoğlu’nun “Rex” (kral) diye hitabına karşılık, Tillerson’un “sayın bakan” diye cevap vermesi mevcut toplantının asimetrisi konusunda bize önemli bir ipucu veriyordu. Gazetecilerin S-400’ler konusundaki soruya cevaben “ müttefiklerimiz bu konudaki ihtiyaçlarımızı karşılamayınca mecburen başka opsiyonlara baktık, Rusya’nın teklifi de cazipti” demesine ne buyuracağız? Daha önce edilen “kamuoyumuzun hissiyatını dillendirmek” denilen ve adeta üstlenilmeyen açıklamalardan sonra ikinci bir “alçak koltuk” vakası bu defa Tel Aviv’de değil Ankara’da yaşandı. Buradan anlaşıldığı kadarıyla Rusya ile ilişkiler konusunda Tillerson tamamen tavizsiz bir dil kullanmış. Elbette bu dil tehditvari bir dil değil ama “sonuçlarına katlanırsınız” anlamında , “bizden bağımsız hareket edemezsiniz” mesajı çok net verilmiştir. Bu durum hani İsmet İnönü’nün “büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer” meşhur sözünü akıllara getiriveriyor işte!

Dünya ve Ortadoğu dünden kötü, yarından daha iyi bir andadır. Kâbus daha başlamadı. Gerçeğin gölünün kıyısındayız. Lakin duvarda asılı silahın patlaması kaçınılmaz görünüyor. Bu durumu Latince bir deyim oldukça iyi özetliyor zaten:  “Vae victis…” ***


* Yurttaş
**Johnson Mektubu; Amerika Birleşik Devletleri’nin 36. başkanı olan Lyndon Baines Johnson tarafından 5 Haziran 1964 tarihinde dönemin Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye Türkiye’nin Kıbrıs’a herhangi bir müdahale yapması önlemek için yazılan mektuptur.
*** altta kalanın canı çıksın



Önceki Haber
'Kadınlar özgürlük ve emekleri için 8 Mart'ta tüm renkleriyle alanlarda'
Sonraki Haber
'Kadir İnanır'ın operasyon sırasında felç kalma riski var'