Ana SayfaManşet‘Türklük Sözleşmesi’nin yeni konsantre mekanı: Afrin – Mahir Yılmaz

‘Türklük Sözleşmesi’nin yeni konsantre mekanı: Afrin – Mahir Yılmaz


Mahir Yılmaz


Türklük Sözleşmesi, Türk olmakla olmamak arasındaki hayati farkları içermektedir. Türklük Sözleşmesi’ndeki Türklük olgusu ise, salt bir etnisiteyi değil, Türklük Sözleşmesi sayesinde doğmuş, ama bu sözleşmenin farkında olmayan bir uygulanma/duygulanamama, düşünme/düşünememe, görme/görememe, uyma/duyamama, empati kurma/empati kuramama dünyasıdır. Yani burada Türklük kavramı, literatürde çoğunlukla yapılageldiği gibi etnisite, vatandaşlık, ulusal kimlik veya ideolojik aidiyet üzerinden ele alınmıyor. Bu kavram daha makro bir görüş açısı ile ele alınarak, sınıflar ve ideolojiler-üstü ortaklıklar ve benzerlikler ortaya konuluyor. Bunlar, belli görme, duyma, algılama, bilgilenme, ilgilenme, duyumlanma, tavır alma hallerini ve biçimlerini çıkartarak, tarihsel, toplumsal ve etno-dinsel yapının bir ürünü olduklarını ifade ediyor. Başka bir ifade ile Türklük, üzerine düşünülmeyen, farkında olunmayan, sorunsallaştırılmayan, görelileştirilmeyen bir varoluş halidir. Benzer şekilde Türklük, Türk olmanın imtiyazları, avantajları, duygusal ve düşünsel limitleri üzerine düşünme/düşünememe durumudur. Dolayısıyla, Türklük Sözleşmesi’nin emrettiği bu kuralları ve performansları harfiyen yerine getiren her Kürt, Türklük Sözleşmesi’nin içinde yer bulan imtiyazlı bir Türk’tür. Ve bu sözleşmenin izin verdiği hudutlar dahilinde imtiyazlı, makul ve makbul bir hayat sürer. Dolayısıyla bu yazıda kullanılan Türklük kavramı salt bir etno-dinsel kavram olarak değil, yukarıda açıklanan imtiyazlar silsilesi olarak ele alınacaktır.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne değin devlet krizlerinin veya hükümet krizlerinin yaşandığı anlarda ve alanlarda Türklük Sözleşmesi’nin hemen devreye girdiği görülmüştür. Türkiye’nin Afrin’e başlattığı askeri operasyonla beraber aynı zamanda, Türkiye toplumunda bir araya gelmesi pek mümkün olmayan kesimler, sınıflar ve sosyal tabakaların aynı alanda toplandıkları bir kez daha görüldü. Şüphesiz ki bu, Cumhuriyet tarihinde sıkça görülen bir dost-düşman anomisi ile beraber ortaya çıkan Türklük Sözleşmesi’nin aleni bir sonucudur.

***

İkinci Dünya Savaşı ile beraber iyice yaygınlaşmaya başlayan Toplama Kampları, İngilizce deyimiyle “concentration camps”, egemen olan iktidar açısından aynı zamanda egemenliğini yeniden ürettiği konsantre mekanlar olarak belirmiştir. Bu yönüyle Afrin, Türklük Sözleşmesi’nin kendini yeniden ürettiği bir tür konsantre mekan olarak ortaya çıkmaktadır.

Afrin operasyonunu ve Türklük Sözleşmesi’ni beraber düşünmek

Türkiye tarihini yeni açılardan yorumlamayı mümkün kılan Türklük Sözleşmesi, ideolojiler-üstü olduğunu ve farklı ideolojilerin Türklükte sık sık bir araya gelebildiğini görmekte fayda olacaktır.

Afrin operasyonu ile ilgili Türk televizyon ve gazetelerinde ‘analiz’ yapan ilgili ‘uzmanlar’ bu meseleyi incelerken bir ‘uzman’ olarak değil, bir “Türk uzman” olarak konuyu ele alır ve bu performansla kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlar. Bu kimseler Afrin operasyonunun kamuoyu ile bu şekilde paylaşılmasını uygun görür.

Benzer şekillerde Afrin operasyonuna destek veren Diyanet Başkanlığı “Türk Diyanet Başkanlığı” performansı ile konuyu ele alır ve Afrin mevzuunda kendisine bağlı imamlardan da “Türk imam” performansı bekler. Ve yine aynı biçimde TOBB’un (Türkiye Odalar Borsalar Birliği) Afrin’e yönelik askeri operasyona tam destek verdiğini ilan etmesi “iş dünyası performansı” ile değil, “Türk iş dünyası performansı” ile açıklanabilir. Bunun en trajik yanı ise Ankara’nın organize sanayi bölgesindeki POS’ta (Polatlı Organize Sanayi) çalışan işçilerin çalıştığı fabrikaların patronlarının POS yönetimine, “Benim fabrikamdan istediğiniz kadar işçiyi Afrin operasyonuna götürebilirsiniz” demiş olmasıdır. Bakılacak olursa, Türklük Sözleşmesi, Türk toplumu içindeki ekonomik ve sosyal sınıfları grileştirir, önemsizleştirir ve bütün performansların ilan edilen ve işaret mutlak düşmana kanalize edilmesini sağlar. Ve burada en ufak muhalif bir çıkışa yer yoktur. Zira Türklük Sözleşmesi son derece kırılgandır. TTB’nin (Türk Tabipler Birliği) “Savaş sağlığa ve çevreye zararlıdır” gibi naif olarak görülebilecek bildirisinin hemen ardından  büyük operasyonlara maruz kalmasının altında da bu kırılganlık yatmaktadır. TTB’nin operasyona destek vermemesi Türklük Sözleşmesi dışıdır ve bu durum Türklük için bir gerginlik ve çatışma nedenidir. Yine, İstanbul Barosu’nun operasyona destek açıklaması Türklük Sözleşmesi dahilindedir ve makbul olandır.

Bu kırılganlığın son kertede manipüle edilmiş kitlelerde saldırganlığa neden olabileceği aşikardır. Zira, savaş ruh haliyle ile meydana getirilen Türklük Sözleşmesi vasıtası ile devlet aygıtının Kürtler ve Kürt hareketinin tabanı ile sokakta “nihai bir hesaplaşma” arzusu içinde olduğu düşünebilir. Bunun en temel göstergesi de Cumhurbaşkanı’nın operasyonun ilk gününde HDP’ye “Sokağa çıkarsanız, boynunuzdayız” demiş olmasıdır. Zira görüldüğünün aksine bu  “meydan okuyuş”, olası bir eylemin yapılmaması çağrısı değil, bilakis, olası bir eylemin mutlaka yapılması arzusuna dair bir niyet ve arzu beyanıdır.

Görülüyor ki, Afrin operasyonu ile beraber inşa edilen Türklük Sözleşmesi’nin içeriğinde anti-Kürt politikalar sadece milliyetçi (Türklük-içi, Türklük-dışı) motifler üzerinden değil, aynı zamanda Müslümanlık-içi ve Müslümanlık-dışı motiflerle bezeli performanslar da söz konusudur. Bu yüzden devlet aygıtının birçok kurumu yapısal Türklük öğeleriyle oluşturulmuş olan Kızıl Elma doktrinine atıfta bulunurken, bir diğer devlet aygıtı olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da Afrin Operasyonunu “cihat” olarak nitelendirmesi, nüfusunun büyük bir çoğunluğunun Müslüman olan Afrin’e karşı bir saldırı motivasyonu olarak ortaya çıkabilmektedir.  Bu yönüyle operasyona katılan kolluk güçlerinin ve ÖSO’cuların, sosyal medya ortamına düşen kimi videolarında Ermeni halkına (tabii ki bir nefret objesi olarak) ve 1915 pogromuna atıfta bulunması hiç de şaşırtıcı değildir.

Türklük Sözleşmesi’nin haricileri: Ermeni Cemaati, Yahudi Cemaati ve LGBTİ’ler

Türklük Sözleşmesi’nin dahilinde olmanın en temel şartı Müslüman olmaktır. Ve yine aynı zamanda Türklük Sözleşmesi toplumsal cinsiyet zemininde bir erkeklik sözleşmesidir. O zaman buradan itibaren şu soruların sorulması anlamlı hale gelmektedir; Türkiye’deki Yahudi ve Ermeni cemaatleri neden Afrin operasyonuna destek mesajları ile inşa edilen Türklük Sözleşmesi’ne gönüllü olarak dahil olma arzusu içinde oldular? Veya LGBTİ gibi Türklük Sözleşmesi açısından lanetli bir kimliğe sahip olan kimi kesim ve kişiler neden açıktan Afrin operasyonuna destek verdiler? Bunun basitçe bir cevabı var aslında; Türklük Sözleşmesi’nin vaat ettiği sosyolojik ve psikolojik imtiyazlardan -kısa süreli de olsa- faydalanma isteği… Aksi takdirde 1915 pogromundan kaçıp Afrin’e yerleşen Ermeni insanların yaşam alanlarının bombalanması, veya kadınların sünnet edildiği bir coğrafyada toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi veren ve hatta bunun için hayatını kaybeden insanların yaşadığı alanların bombalanması, asla Türklük Sözleşmesi’ne dahil edilmeyecek olan İstanbul’daki Ermeni cemaati yöneticileri, Yahudi cemaati yöneticileri veya operasyona destek veren LGBTİ bireyler açısından başka nasıl açıklanabilir? Müesses nizamın lanetli olarak damgaladığı bu kesimler, Afrin operasyonuna destek vermekle, Türk toplumunca üzerlerine vurulan damgayı kısa süreli de olsa görünmez kılma fırsatı elde ettiklerini düşünmüşlerdir. Ve böylece bu kesimler –yine kısa süreli de olsa- normallik sınırında olduklarını hissedebileceklerdir. Aynı zamanda geleneksel devlet yapısınca damgalanmış olan bu kesimler, bu çıkışları ile artan milliyetçi dalganın kendilerine yönelmemesini ya da en azından bu dalgayı ertelemek istedikleri söylenebilir. Afrin operasyonuna destek vermeyi de bunun bir yolu olarak gördükleri anlaşılıyor.

Afrin, CHP ve “Türklük Performansları”

Afrin Operasyonu ile berber CHP’nin operasyonun ilk saatlerinde anti-Kürt politikasında tereddütsüz olarak yer edinmesi, hiç de şaşırtıcı veya açıklanması, öngörülmesi zor bir mevzu değildir. Zira CHP’nin koşulsuz bir şekilde savaş bloğunda yer alması zoraki bir durum değil, tam tersine Türklük Sözleşmesi’nin önemli bir gereği olarak “arzu ve istekle” yaptığı bir politikadır. Başka bir deyişle; CHP, tarihsel ve sosyolojik olarak bir tür “iç sözleşme” gereğince, Afrin operasyonu konusunda ‘yerli ve milli’ cepheye dahil oldu. Ama bu durum da tıpkı dokunulmazlıkların kaldırılması meselesinde olduğu gibi işin ucunun bir şekilde kendisine veya tabanına dokunma potansiyelini de içinde taşımaktadır.

Daha önce de birçok kez örnekleri yaşanmış olan buna benzer durumların, Türklük Sözleşmesi içinde iktidara muhalefeti bir bütün olarak sindirme ‘fırsatı’ verdiği ortadadır. Zira,“Kürt direnişi veya muhalefetiyle birlikte fırsattan yararlanarak Türk muhaliflerin de bastırılması Cumhuriyet tarihi boyunca tekrarlanan bir örüntü olacaktır. Örüntü genelde şöyle işler: Kürt isyanları sırasında bir yandan Kürtlerle duygudaşlık kuran, yani Türklük Sözleşmesi’ne riayet etmeyen Türkler cezalandırılırken diğer yandan da sözleşmeye riayet eden ama iktidardaki siyasal hareketin de rakibi olan hareketler ve kişiler bastırılır. Baskıya uğrayan bu ikinci grup sözleşmeye destek verdiği için Kürt isyanının sert bir şekilde bastırılmasına onay verir; fakat sonra bu sertlik kendisine musallat olduğu zaman söyleyecek veya yapacak fazla bir şey kalmaz.” 

Afrin ve Türk medyasının katı, sıvı ve gaz halleri

Türk medyasının Afrin operasyonuna dair yaptığı haberlere bir basın ve yayın organı performansı olarak değil, Türkiye kamuoyunun ve geniş kitlelerin Türk gibi bilme, duygulanma ve bilmelerini sağlamanın yolunu göstermek performansı söz konusudur. Bu nedenle operasyonun ilk gününde Başbakan Binali Yıldırım’ın ana akım Türk medyasının bütün yöneticileri ile bir toplantı yapmış olması Türklük Sözleşmesi ve Türklük performansları gereği son derece açıklanabilir bir mahiyet taşımaktadır. Bu toplantının en çarpıcı yanı da Binali Yıldırım’ın yukarıda bahsedilen medya kuruluşları ile yaptığı toplantıya Cumhurbaşkanı’na ve AKP’ye cepheden muhalif olduğu söylenen basın ve yayın organları yöneticilerinin de çağrılmış olmasıdır.

“Türklük Sözleşmesi”nin mecburiyetleri…

Beyaz TV’de yapılan bir programda Afrin Savaşı’na alenen destek vermeyen sanatçıların adlarının zikredilmesi ve hatta hedef göstermesi ile Türklük Sözleşmesi bazen konuşma ve duygulanma zorunluluğu olduğu tekrar görünür hale gelmiştir.

***

Son kertede, Afrin operasyonuna ilişkin servis edilen haberler, görüntüler, politik retorikler vs. ile karşı karşıya kalındığında hatırlanması gelen şey; haber yapan medyanın yukarıda açıklanmaya çalışılan Türklük Sözleşmesi’nin gereğini yerine getirme gayretiyle “Türk medyası performansını” sergilenmeye çalışıldığıdır. Yine benzer bir şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Afrin ile ilgili yayınladığı fetvalarında “Türklük fetvaları” olduğu hatırlanmalı. Ve yine benzer bir biçimde, hemen her gün televizyonlarda ve gazetelerde Afrin operasyonuna dair yorum ve analizler yapan ‘uzmanların’, konuya hakim bir uzman performansını değil, Türklük Sözleşmesi gereği ‘Türk uzman’ performansını ortaya koyduklarını hatırlamak, olup bitenlere ilişkin daha sağlıklı bir bakış açısı için yararlı olacaktır. Bütün bunlar beraber düşünüldüğünde Türklük Sözleşmesi taraflarının; medya, muhalefet ve Diyanet marifetiyle Afrin operasyonu için rızanın imalatını inşa etmeye çalıştıkları daha görünür olacaktır.


Bu yazıda Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” kitabı kaynak alınmıştır. (Dipnot Yayınları, 2018). Ayrıca bkz: Diyanet de Afrin’e operasyonu ‘cihat’ ilan etti: Onlar orada, biz burada cihada devam ediyoruz 

Bakış hırsızlığı: Kriz ve keramet – Bahar Şimşek

Previous post
SURUÇ KATLİAMI | Sanıktan avukata: Hiç kendini yormasın, sorulara cevap vermeyeceğim
Next post
Anestezi esnasında cinsel tacize uğrayan kadın: 'Adalete inancımı kaybettim'