Ana SayfaYazarlarAkın OlgunSeçimler, yalanlar, duvarlar – Akın Olgun

Seçimler, yalanlar, duvarlar – Akın Olgun


Akın Olgun


Toplumsal muhalefete dönük “hiçbir şey değişmez” algısını hız kesmeden, elindeki tüm olanak ve araçlarla yükleyen iktidar, sadece baskı ve şiddeti organize etmiyor, aynı zamanda etkisini dalga dalga yayarak, hayatın her alanında kendini hissettirecek şekilde planlanmış hamlelerle yolunu düzlüyor.

Kime operasyon yapılacak, neden yapılacak, ne mesaj verilecek, ne zaman yapılacak ve bunların etkileri neler olacak? Sorularına, cevaplarını ekleyerek bütünlüklü ve her hamlenin birbirine bağlı olduğu bir politika uyguluyor.

Bize saçma sapan görünen birçok şey aslında toplumsal algılara eklenen mesajlardan oluşuyor. Önce tohumluyor, sonra tohumladığı mesajları operasyonlarla besliyor, daha sonra açığa çıkan “çaresizlik ve hiçbir şey yapılamaz” duygusunu ortalığa salıyor.

“Bıçak kemikte” duygusunun, “kemikte değil, deldi geçti artık” seslenişine dönüşen hali, içinde bulunduğumuz durumun da yansıması. İç konuşmaları duyabilseydik eğer, öfkenin ve çaresizliğin nasıl birbirini beslediğini de anlamış olurduk ve elbette abartıların ve propagandaların arkasında kendini gizleyen gerçekliğimizi görürdük.

Biriken öfke, eğer örgütlü bir güce dönüşemez ve akacağı kanalları bulamazsa, hızla lanetini kendine yönelterek bir süre sonra  “hiçbir şey değişmez” duygusu, hızla yayılan büyük bir yenilgi psikolojisine düşecektir.

İstediğimiz kadar küçümseyelim, istediğimiz kadar söylenelim,  “öyle olmuş, böyle olmuş, şöyle olmuş” diye döktürelim, eğer tüm söylemlerimiz bir toplumsal muhalefet potasında güce dönüşmeyince, bir sabun köpüğü haline geliyor ve daha da beteri adaletsizliğe, hukuksuzluğa ve baskıya karşı duyduğumuz rahatsızlık, bir ‘rahat’lama, yani kabullenmeye çekiyor kendisini.

İktidarın en tepeden, en aşağıya organize ettiği ve hayata geçirdiği politikaların yaratmak istediği tek amaç bu denilebilir. Baskı, organize olmuş yalanlarla birleştiğinde ölümcül bir silaha dönüşüyor ve biz tam da bunu yaşıyoruz.

Elimizde, karşı koyabileceğimiz ne var, neyimiz var diye bakarsak, durumun hiç iç açıcı olmadığı ile yüzleşiriz.  Sorun, iktidarın çok güçlü olması değil, biriken öfkeyi, memnuniyetsizliği politik arenaya taşımakta atıl, isteksiz ve devlet yancılığına sıkışmış bir ana muhalefetin varlığı.

Beğensek de, beğenmesek de ana muhalefetin kaderi, toplumsal mücadelenin de kaderini belirliyor. Aynı etkiye sahip bir güç olamadığınız sürece bu böyle. Ana muhalefetin, iktidar politikalarına ve halkın karşı karşıya kaldığı sorunlara dair –mış- gibi yapması, sadece ve sadece iktidarın alanını genişletmekten başka bir işe yaramıyor. Bu nedenle “kazanacağız” söylemini,  politik bir kumara yatırarak kazanmayı beklemek, bir “kumarcı” tesellisinden öteye geçemiyor. Nasıl kazanacağınızın cevabını kitlelere veremedikçe, ikna edici bir karşılığı asla olmayacak. “Sert muhalefet yapacağız” çıkartmasının da bu yanıyla gaz vermek dışında bir karşılığı olmuyor ki gaz yemeye alışmış insanlar için de bunun bir etkisi yok.

HDP ise bir yandan karşı karşıya kaldığı korkunç baskı ve şiddetin üstesinden gelmeye, diğer yandan siyaset yapmaya çalışıyor lakin hem iç gündemin, hem de bölgesel gelişmelerin birbiri ile iç içe geçmişliği bununla baş etmeyi bir o kadar zorlaştırıyor. Manevra yapabilme ve gündem belirleyebilme gücü gasp edilmiş durumda. Toplumsal muhalefetin en örgütlü kesimi olan Kürt tabanında bile hissedilen bir “bekle ve gör” durumu var. Eş başkanları rehin alınmış, milletvekilleri tutuklanmış, hüküm giydirilmiş, belediye başkanları tutuklanmış, tüm kazanımlarına el konulmuş, binlerce parti üyesi gözaltına alınmış. Tüm bu yaşatılanlara karşı ortaya konan tepkinin cılızlığı, ülkenin içinde bulunduğu genel suskunluk halinden elbette bağımsız olmamakla birlikte, üstünde düşünülmesi gereken de bir mesele.  Kürtlerin, “köyün delisi biz miyiz?” tepkileri, kendilerine yaşatılan zulme her cenahtan verilen tam, yarım, çeyrek ve utangaç desteğe bir soru değil, cevap aslında. Sadece politik değil, duygusal bir kopuşun da yansıması denilebilir.

Öte yandan, “CHP ve HDP dışında kalanlar” formülünün karşılığı ne diye sorulabilir. Cevap için “dışında kalanlar” kısmına bakmamız gerek. Eğer referandumda “hayır” diyen kesim ise kastedilen, bunun CHP ve HDP’den nasıl ayırt edildiğini, politik ve örgütsel gücünü nereden aldığını da tarif etmek  gerekir.  Bu partiler için “kârı içeri, kendileri dışarı” denilen bir yaklaşımın, toplumsal muhalefeti şekillendirecek bir güç olması ne kadar gerçekçidir tartışılır. Kaldı ki Gezi’den sonra bu iddia ile modeller kuruldu ve maalesef ismi büyük ama etkisi sadece kendine yeten olarak kaldı.

Asıl sorun, bir bütün olarak toplumsal muhalefetin bir arada olamayışı, yan yana gelemeyişi gerçeğidir. Asıl mesele, sittin sene iktidar ve alternatif olamayacak yaklaşımlardan kurtulup, herkesi yutacak bir fırtınaya karşı bir araya gelmenin olmazsa olmaz olduğudur. Yoksa fırtına herkesi bir kenara savurmakla kalmayacak, paramparça edecek aynı zamanda.

Kötülükte bu kadar organize olmuş ve devlet müsveddelerini arkasına alarak koşar adım yoluna çıkan her şeyi yutan bir iktidara karşı, oyunu bozacak bir itaatsizliği kitlelerle buluşturmayan her siyaset biçimi, karşısındakini güçlendirmekten, benzeşmekten ve kötülüğe ortak olmaktan başka bir işe yaramayacaktır, yaramıyor.

Öyleyse yapılması gereken şey, adım adım toplumsal itaatsizliği herkesin ucundan tutabileceği şekilde, ilkeler etrafında hayata geçirmektir. Baskın bir seçimle karşı karşıya kalındığında, bir oldubitti haliyle kalakalmak kaçınılmaz bir son olabilir.

CHP ve HDP’nin açıklamalarında kendine yer bulan “boykot yok, meclisten çekilmek yok” söyleminin, aşağıdan yükselen seslere , “kendini bilmez birkaç kişi” hafifsemesine indirgeyip cevaplamasının da kimseye bir faydası yoktur. Verilecek bütünlüklü bir cevabınız, politikanız ve bu politikaya uygun yöntemleriniz henüz yok veya belirsiz ise, bu tartışma büyüyecek ve bir sarmal haline gelecektir.

Seçim güvenliğine dair atılan adımlara bakıldığında “dostlar alışverişte görsün” yaklaşımı öne çıkıyor. Oysa iktidar, hazırladığı yasalarla, operasyonlarla, ittifaklarıyla, tüm baskı araçları ve hukuksuzluğu ile OHAL’i, KHK’sı ile şimdiden seçimlerin üzerine çökmüş durumda.

Meclisin işlevi, iktidar noterliği haline getirilmiş, YSK “milli mutabakatın” bir parçası olarak çoktan yerini almış, oyunuz sandıklarda bugünden rehin alınmış. Bunu tersine çevirecek, seçim meşruluğu üzerine çöken bu garabeti dışarı taşıyacak, yaratıcı ve meşruluk temelinde herkesin kendisini içinde bulacağı, evinde, işyerinde, yolda, otobüste dâhil olabileceği bir itaatsizlik biçimini yaratacak bir ortak akıl hâkim kılınamazsa, iktidar için bu seçim çantada keklik olacaktır.

Bunun için kim hangi modeli öneriyorsa, neyin içinde, neyin dışında olacaksa olsun, tek hedef etrafında ve toplumsal muhalefet moralini yükseltecek bir çizgide, öfkeyi ve itaatsizliği aynı potaya akıtacak bir yerde durmak konusunda ısrarcı olmalıdır. “Boykot ve meclisten çekilme” hamleleri dâhil her şeye hazırlıklı olmak bizi zayıflatmaz, aksine meşru olanın kararlılığını gösterir.

Cezaevlerinde milletvekillerinin, belediye başkanlarının, gazetecilerin, yazarların olduğu, ağzını açanın tutuklandığı, rehin alındığı, suç üretildiği, malına, mülküne el konulduğu, işinden, ekmeğinden edildiği, tüm haber alma araçlarının tek elde toplandığı bir sistemde,  “merak etmeyin sandıkları kaptırmayacağız” demek, tüm bunları yaşayanları aptal yerine koymak olur.

Hiçbir anlamda eşit olmadığınızın yüzünüze haykırıldığı ve hatta can güvenliğinizin bombalarla, linçle, silahla, pala ile göstere göstere yok edildiği bir sistemde, sadece sandığa ve oradan çıkarılacak sonuçlara güvenmek cellada boynunuzu gönüllü uzatmak anlamına gelir.

İktidar, varlığını korumak için neler yapabileceğini defalarca gösterdi ve şimdi tüm muhalif kesimlere “bunlar iyi günlerinizdi” mesajını boca ediyor. Referandumdan çıkan  o ‘hayır’ı asla unutmadı ve bedeli ne olursa olsun sandıktan çıkacak sonucu şimdiden belirleyen bir siyaseti koşar adım örgütleyerek, işini şansa bırakmayacağını ilan ediyor.

Tüm bunlar yaşanırken, kuru kuru “kazanacağız” söylemiyle “zafer” çıkaracağını haykırmak, maalesef bir duvara seslenmek olacaktır.

Bu iktidardan ve onun politikalarından bıkmış olan tüm kesimleri harekete geçirecek, cesurca konuşacak ve cesareti her alanda örgütleyerek, itaatsizliğin gücünü sahaya yansıtacak duruştan başka da bir şeye ihtiyaç yoktur.  En azından şimdilik…