Ana SayfaGüncel“Biz bu kaderi tanımıyoruz” diyen Yılmaz Güney’in umudu – Dicle Müftüoğlu

“Biz bu kaderi tanımıyoruz” diyen Yılmaz Güney’in umudu – Dicle Müftüoğlu

HABER MERKEZİ – Bugün Yılmaz Güney’in doğum günü. Eserleri ve tarzıyla sinemada çığır açan Güney’in “Acı, baskı, yoksulluk, kan ve gözyaşı Kürt halkının kaderi değildir. Biz bu kaderi tanımıyoruz. Mutlaka kazanacağız” sözleri umudu hala yüreklere işliyor.


Dicle Müftüoğlu


“Halkın sanatçısı halkın savaşçısıdır” şiarıyla sinemada bilindik tüm tabuları alt üst eden Yılmaz Güney, Vartolu bir anne ile Siverekli bir babanın çocuğu olarak 1 Nisan 1937 dünyaya gelir. Sürgünde son bulacak yaşamının ilk yazgısı gibi bir iç sürgün çocuğu olarak Adana’da doğar.

Daha çocuk yaşta mevsimlik tarım işçiliğinden simit satıcılığına kadar birçok işte çalışır. Filmlerindeki emek teması çocukluğunun izlerini taşır.

Çocuk yaşta sinemayla buluşur

Sinemayla 13 yaşında tanışır ve o da döneminin çocukları gibi dövüşlü-kavgalı filmleri izler. Adana’da liseyi okurken “Doruk” isimli sanat dergisi hazırlar bir taraftan da sinemalarda çalışarak, film bobinlerini taşır. Yani yaşamındaki gibi çok yönlü sanatçı hali daha o yıllardan başlar.

Sanatın yanı sıra sosyalizm de ilgilendiği meselelerden biri. Bu konu üzerine okur ve yazar. 1955’te kaleme aldığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde “komünizm propagandası yapmak” iddiasıyla hakkında dava açılır. Bu onu sürgüne dahi yollayacak siyasi görüşlerine ilişkin adliyeyle yüz yüze getirir.

Yıl 1957’yi gösterdiğinde İstanbul’da İktisat Fakültesi’nde okumaya gelir. Güney fakülteyi aldığı hapis ve sürgün cezası nedeniyle tamamlayamaz ancak burada tanıştığı Atıf Yılmaz ile sinemaya adım atar. Onun bu adımı Türkiye sinema tarihini yerinden oynatacak nitelikte olur.

Yılmaz Güney, okuldan atılması sürecine ilişkin artık kendisi için hayat okulunun başladığını ve en büyük öğretmeninin de “Zor” olduğunu söyler. “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” isimli Atıf Yılmaz filmlerinin senaryolarını yazıp, oyuncu olarak rol alır.

Yeşilçam’da altüst oluşun adı

“Karacaoğlan’ın Karasevdası” da ilk yardımcı yönetmen görevini üstlendiği film olur.

Anlık şöhretler, bilindik zengin-fakir ikilemi ve kara sevda aşk filmlerinden öteye gidemeyen Yeşilçam sinemasının içinde filizlenen Yılmaz Güney, hem oyunculuğu hem de yazıp yönettiği filmlerle Yeşilçam’ı alt üst eder.

Sinemada yeni tarzın adı: “Umut”

O oynadığı filmlerde fakir, hor görülen, yok sayılan insanların kahramanına dönüşür ve “Çirkin Kral” ismini alır zamanla. Çünkü o fiziksel özellikleriyle de Yeşilçam sinemasını alt üst eder.

100’ü aşkın filmde oynayan, yazan, yöneten Yılmaz Güney’in kendi sinemasını oluşturduğu, daha doğrusu sinemaya rengini verdiği asıl film “Umut”tur.

1970 yılında çektiği ve başrolünde oynadığı Umut’ta faytonculuk yapan Cabbar’ın zengin olma umudunu konu alıyor. İlk zamanlar milli piyangoyla umudu arayan Cabbar, zengin birinin aracıyla faytonuna çarpması sonucu atı ölür. Filmde suçlu olmasına rağmen zenginin karakolda korunması da sisteme yönelik açık eleştirilerinden biri…

Cezaevi yılları

1971 Askeri Darbe sürecinde cezaevine giren sanatçılardan biriydi; çıktıktan sonra da o dönem silahlı devrimcileri evinde saklamaktan dolayı 10 yıl hapis cezası aldı, ancak 1974 yılında çıkan aftan serbest bırakılır.

Cezaevinden çıktığı yıl “Arkadaş” ve “Endişe” filmlerini çekti. “Endişe” filminin çekimi sırasında Adana’nın Yumurtalık ilçesinde yargıcı öldürdüğü iddiasıyla tutuklanır ve 1981 Ekim’inde yurtdışına kaçıncaya kadar 12 yıl boyunca cezaevinde kalır.

Sadece eleştirmez mücadele de eder

Cezaevinde de sinema üretimi durmaz. Senaryosunu yazdığı “Sürü” filmi Zeki Ökten tarafından, “Yol” filmi ise Şerif Gören tarafından beyaz perdeye aktarılır.

Filmlerinde “Gerçekçi sinema” akımına uygun olarak halkı işler, sisteme eleştirilerini sunar. Yılmaz Güney, sadece bununla da kalmaz, sisteme karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de filmlerinde anlatır.

Yılmaz Güney, Cannes Film Festivali’nde “Yol” filmi ile ödül alır. Ödülünü alırken sol yumruğunu havaya kaldırması hala hafızalardaki yerini koruyor.

Türkiye’deki çocuk cezaevlerinin durumunu en iyi ortaya koyan film olan “Duvar” filmi de büyük beğeni toplar.

Cezaevinde kansere yakalanan Yılmaz Güney, 1983 yılında Türkiye vatandaşlığından çıkartılır. 1984 yılının Eylül ayında ise hastalığından dolayı sürgünde yaşamını yitirir.

‘Biz bu kaderi tanımıyoruz’

Güney yaşamını yitirmeden önce Paris Kürt Enstitüsü’nün Newroz programında yaptığı konuşma ile Kürt halkının mücadelesini hayatının neresine koyduğunu anlatır.

Newroz’un Kürt halkı için zalimlere ve zulme karşı direnme ile özgürlük günü olduğuna dikkat çeken Güney, yüreklere hala umut eken konuşmasında şunları dile getirir:

“Bugüne kadar bu amaçlar uğruna çok kurban verildi. Daha da verilecek. Biliyoruz ki, kurbansız zafer mümkün değildir. Kan ve ateşi göze almak zorundayız. Soruyoruz: böylesi bir azim ve inatla, böylesi bir inançla dolu bir yüreği susturmak, mümkün mü? Böylesi kararlı ve fedakar bir halkı yıldırmak ve baş eğdirmek mümkün mü? Asla! Acı, baskı, yoksulluk, kan ve gözyaşı Kürt halkının kaderi değildir. Biz bu kaderi tanımıyoruz. Biz, dört bir yandan işgal altında tutulan bir sömürge ülkenin çocukları değil bağımsız, demokratik ve birleşik Kürt ülkesinin, Kürdistan’ın çocukları olmak istiyoruz. Biz, kendi toprağımızda, kendi dilimizde aşk ve özgürlük türküleri söylemek istiyoruz. Biz, kendi dünyamızı, kendi toprağımızı kendi ellerimizle yoğurmak ve yeniden kurmak istiyoruz. Biz, kendi ülkemizde, kendi bayrağımız altında, özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz. Yine unutmuyoruz ki, Kürt, Türk, Arap ve Acem işçilerinin ve emekçilerinin çıkarları güçlü devletlerin oluşmasında yatmaktadır. Yine biliyoruz ki, gönüllü birliğin koşulları yaratılmadan bu bir hayaldir. Bugün Kürdistan’ın çeşitli kesimlerinde, dağlarda, ovalarda, faşist zindanlarda sömürgecilerin baskı ve zulmüne karşı dişe diş dövüşenlerin, dövüşerek ölenlerin amacı da bu. Onları, bütün yüreğimizle selamlıyoruz. Bu uğurda şehit düşen bütün arkadaşlar kalbimizde ve mücadelemizde yaşıyor ve yaşayacaktır. Ne mutlu onlara ki, direnerek öldüler ve bağımsızlık meşalesinin ateşleri oldular. Ne mutlu!

Arkadaşlar, hatırlarsınız, Kürt Enstitüsü’nün geçen yıl kuruluş nedeniyle düzenlediği şenlikte, enstitünün şu ya da bu grubun hizmetinde değil, bir bütün olarak Kürt ulusunun hizmetinde bir bilim kurumu olduğunu söylemiştim. Bir yıllık çalışma ve pratik sözlerimi doğruluyor. Herkes iyi bilmeli ki, Kürt Enstitüsü, bağımsız ve özerk karakterini, demokratik yapısını hep koruyacaktır. Hiçbir zaman kısır siyasal çekişmelerin ve polemiklerin tuzağına düşmeyecektir. Sizler de, enstitüyü gözünüz gibi korumalı, onun çalışmalarını yakinen izlemeli ve destekçisi olmalısınız. Enstitü, bağımsızlık tohumunun bir filizidir ve Kürt ulusunun bugüne kadar sürdürdüğü mücadelenin bir ürünüdür. Daha da gelişip güçlenmesi sizlerin çabalarına bağlıdır. Enstitü etrafında toplanacağız, onun önüne koyduğu görevlerin yerine getirilmesine, gücümüz oranında katkıda bulunacağız. Bileceğiz ki, bağımsızlık mücadelesi bir bütündür. Kimi zaman doğruyu ifade eden iki satırlık bir yazı, bir fikir, yürekleri ayağa kaldıran bir türkünün çığlığı, saza vuran bir mızrap, atom bombasından bile güçlüdür. İşte bu nedenle biz, hayatın her alanında iyi savaşçılar, başarılı savaşçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız.

Biz, sazımızı iyi, çok iyi çalmalıyız…

Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz…

Biz iyi, çok iyi resimler yapmalıyız…

Biz iyi hikayeler, iyi şiirler, güçlü romanlar yazmalıyız…

Biz güçlü bilim adamları, diplomatlar ve teknisyenler yetiştirmeliyiz.

Bizim elimiz hem kalemi, hem makinayı hem de silahı iyi tutmalıdır. Kimi zaman sazımız silah, kimi zaman da silahımız saz olmalıdır. Biz iyi biliriz ki, en iyi türküleri, en doğru sözleri, yerinde kullanırsak bir kurşun gibi söyler. Dağlarımız, ovalarımız, ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz bütün ömrümüzü gurbette geçirip gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Biz, yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme ve güce sahibiz. Türk, Acem ve Arap devrimci demokratları, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak, bu kavganın bir parçasıdırlar ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız, mutlaka kazanacağız…

Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir. Yaşasın bağımsız, birleşik demokratik Kürdistan… Yaşasın Kürt, Türk, Acem ve Arap halklarının kardeşliği ve dayanışması…

Yaşasın Kürt Enstitüsü…”


Kaynak: Mezopotamya Haber Ajansı



Önceki Haber
İstanbul'da polis servis aracı devrildi: 8 yaralı
Sonraki Haber
Halkevleri’nin iki şubesi ile Ethem Sarısülük Kütüphanesi'ne de mühür