Ana SayfaManşetGidenlerin ardından – Nejat Uğraş

Gidenlerin ardından – Nejat Uğraş

Ali’nin aşkına… Yitirdiğimiz bütün canların anısına ithafen. Saygıyla, minnetle…


Nejat Uğraş


“Dile kolay mazlumun dostu olmak. Canınla bir sevi sofrasında yüreğin pimini çekmektir bedeli. Dile kolay düşleri ürkütmeden mimozalıbahardan soyunup uzak kıyılara yelken açmak. Dile kolay düşecek yıldızını avuçlayıp usulca toprağa uzanmak…”

Vakitsiz bir anda, gecenin karanlığında, şafağın aydınlığında, gün ortasında, hazan mevsiminde, hesapsız ve uğursuz bir zamanda yani; hiç veda etmeden, arkalarına bile bakmadan, el sallamadan öylece gittiler… Bağırlarını dağ rüzgârlarına ve kurşunlara açmış, dudaklarında masum ve günahsız bir gülüş, saçlarında terin ve toprağın kokusu, özgürlük arayıcısı, aşk ütopyacısı, Ortadoğu isyancısı, gidenlerimiz. Sonsuzluğa uğurladıklarımız!

Bu toprakların insanları. Çocuklarımız, eşlerimiz, kardeşlerimiz, yol arkadaşlarımız… Yitirdiklerimiz, unutamadıklarımız, dinmeyen ağrılarımız, yüreğimizin sızısı vicdan bekçilerimiz. Bilincimiz, namusumuz, onurumuz. Bu yıldızlı gökyüzünün, suda serinliğin, başakta bereketin, emekte güzelliğin hayranları. Canlarımız, hasretlerimiz…

Gittiler…

Giderken arkalarında bir çift göz bıraktılar. Onları hiç yaşartmayın dercesine. Giderken arkalarında bıraktıkları boş kalan ellerimizdi, anlamını zamanın boşluğunda hiç yitirmeyen. Biz onları beklerken onlar uzun, upuzun bir yolculuğa çıktılar…

“büyük aşklar yolculuklarda başlar
ve serüvenciler düşer yollara
onlar ki dünyanın son umudu
soyları tükenmeyen birer şahindirler

İçimizin tellerini titreten hazin ve güzelim bir arkadaşlığı özlerken, gece olur olmaz gökyüzünü delik deşik eden yıldızlara bakarız; kim hangi yıldıza durmuş diye… Hüzünlerin ve bilinmez boşluğun izlerini örten perdeyi aralamak; bizi üzmüş, yakıp kavurmuş, bitmemiş ve eskimeyen bir aşkı izlemek gibidir bu. Yıldızlardan yayılan ışık huzmeleri yüzümüzü aydınlatırken, dizginlenemeyen bir duygudur alıp götürür; yüreğinizi kürek yapıp engin bir denize açılmak istersiniz. Varsın akıntı nereye götürürse götürsün artık… İçinizdeki geceyi baktığınız yıldızlar aydınlatıyor ya. Korku yok, menzil bellidir! Yarına ertelediğiniz düşlerin izini sürmektesinizdir. Yaşama sevincinin ateşle dansıdır bu. Yıldızlardan yayılan ışık huzmeleri yolunuzuaydınlatıyorsa, varsın hüzün gözyaşlarınıza dönüşüp kor taneleri gibi kirpiklerden süzülüp usulca yere aksın… Yeter ki yol alırken içinizdeki yıldızın ışığı gözlerinize yansısın…

Gittiler;

Oysa ne çok isterdik bir kez daha kucaklamayı birbirimizi. Son kez olsun oturup gözlerimizin içine bakarak konuşmayı. Çektiğimiztütünü, içtiğimiz şarabı, kırdığımız soğanı, yediğimiz ekmeği bölüşmeyi… Hesapsız ve kaygısız hayal etmeyi. Kahkahalarca gülmeyi… Suskun ve telaşsızdoğan güneşi seyretmeyi. Çığlık çığlığa şiir okumayı. Hüzünlü şarkılar dinlemeyi. Ayağa kalkıp bağıra çağıra marşlar okumayı. “dans edemediğim devrim benim değildir” diyerek hep birlikte govende durmayı. Sol yanımızla birlikte zalime bir kez daha meydan okumayı nasıl isterdik…

Her şey eksik şimdi biraz. Her şey yarım kalmış; tatlar, sevinçler, hatıralar…

Hafızalarımız genç ömürleri tam ortasından bir dal gibi hoyratça kırılıvermiş kızların, delikanlıların güleç yüzlü resimleriyle dolu. Belleğimiz serseri bir nehir gibi hiç durmadan akıp giderken birilerini buluruz, çocukluğumuzdan kalan bir ize rastlarız diye… Ama yoook. Gözlerimizin önünde duran siluetlerdir sadece. Dudaklarımız hüzünle gerilirken belki onlara dokunuruz diye tam ellerimizi uzattığımız sırada yok olup gidiyorlar. Ne acı…

Sislenen anılar kaldı bize onlardan

renkleri bozulup duran solgun anılar

Nasıl yazılmalı ki silinip gitmesin

bulutlar  gibi çekilmesin gök boşluğuna

Sonra hiç beklemediğimiz bir anda, o güleç yüzler yine karşımıza çıkıyor. İşte, tarlada, evde, zindanda, çalışırken, konuşurken, volta atarken, okurken yahut rüyada apansız gelip kuruluyorlar karşımıza… Bir yumruk gelip boğazımızı düğümlüyor sanki. Gözlerimiz nemleniyor. Dudaklarımızı ısırıyoruz kanatırcasına. O güzel yüzlere bakamıyoruz, usulca eğilip kendi içimize “Ne çoklar Ey Kutsal Ana” diyoruz fısıltıyla “Evlatların ne çok!”

Bütün dünya duysun diye haykırmak istiyoruz: Evlatların ne çok Kürdistan Ana, ne çok!

Dağ başlarında, kaya diplerinde, bir serin ağaç gölgesinde, vadilerin kuytuluklarında sıra sırayatıyor bazıları şimdi. Neredeler kimse bilmiyor. İsimsiz, yersiz ve mezarsız sıra neferleri. Kimler, nereden geldiler, nerede toprağa düştüler bilen yok. Halen yollarını gözlüyor anaları. Kuzuları için gözyaşı döküyorlar sitemsiz. Onları yalnızca bilmezlik kahrediyor.

Ve hikâyesini bildiklerimiz. Direnişlerine ve yeminlerine tanık olduklarımız… Hikâyeleri herkesin hikâyesi olsun; umut, özgürlük, aşk, bilinç nasıl yaratılır; anlasınlar, bilsinler diye herkese anlatmak istediklerimiz…

Vurulup düşseler de her kuşatmada

serüvencidir onlar ve hiç ölmezler

 Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa

bulurlar heder olmanın bir yolunu

Onlar ki bu dünyada

kahraman olmaya mahkûmdurlar”


*Şiir: Ahmet Telli, “Soluk soluğa”.