Ana SayfaGüncelİktidarlara karşı zırhlanmak: Sınıflarötesi bir mücadelede depresyonun yeri

İktidarlara karşı zırhlanmak: Sınıflarötesi bir mücadelede depresyonun yeri

“Ancak depresyona karşı savaşta yenilirseniz bir pesimiste dönüşürsünüz!”

– Cioran


E. Şaşmaz


Psikolojik tanıların hem bireysel hem de toplumsal düzlemde sisteme ait döngülerin devamında nasıl kullanıldığı, psikolojik yaftalama (etiketleme) süreçlerinin diğer bütün ötekileştirme süreçleri gibi iktidarı her gün yeniden üretmekten başka bir işe yaramadığı artık biraz daha bilinir. Bundan 10 sene öncesine kadar bu yaftalamanın bir parçası olan psikolojik sıkıntılardan depresyonun durumu ise son yıllarda biraz daha farklılaştı. İlginç bir sınıflararası geçişkenlik örneği yaşanıyor depresyonda: Pres işçisi “depresyondaymışım, ondan böyle isteksizmişim, dinlenmeye ihtiyacım varmış, uyku ilacı yazdılar” diye “makul” bir açıklama getirebiliyor durumuna; cebindeki karttan başka güvencesi olmayan plaza çalışanıysa “uygun fiyatlı bir terapiste ihtiyacım var, bu ilaçla çözülecek iş değil” diyebiliyor. Ağır depresyonda olduğu belirtilen Andreas Lubitz’in Germanwings uçağını düşürdüğü iddiasından sonra Franco Bifo Berardi şöyle demişti: “İntihar eğiliminde yaşanan bu inanılmaz büyük artış ile rekabete yönelik neoliberal baskının zaferi arasında bir ilişki söz konusu. Ve tabii ruhsal güçsüzlüğün yaygınlığı ile ancak birbirine bağlı ekranlar aracılığıyla bir araya gelebilen bir neslin yalnızlığı arasında da bir bağlantı mevcut”. Haliyle depresyondan kaçış eğilimleri alkol ‘terapileri’nden dost kucaklarına, deneyim değişikliklerinden antidepresan kullanımlarına, alternatif iyi-leş-me yöntemlerinden “ücreti makul” terapi seanslarına kadar değişiklik gösteriyor. Yerelin güncelindeyse rejim tesisininin son aşamalarında işinden edilenler ve rejim konsolidasyonu esnasında işsiz bırakılacak olanlar için senaryo daimi tekrarda.

Toplumsalda depresyon nedir?

Çaresizlik ve içe kapanıklık depresyonun sonuçları oluyor, sebepleri değil. Depresyon sosyo-psiko-biyolojik bir süreç ve özellikle majör depresyonun ne yazık ki çevreyle etkileşim halinde gücünü gösteren genetik kökeni de mevcut (Risch vd., 2009’a rağmen Cai vd., 2015). Bazı insanlar diğerlerine göre aynı yaşam şartları altında farklı oranlarda depresif belirtiler veya depresyonlar gösterebilirler. Farklı yaşam koşullarında olan insanların depresyon seyrinin farklılaşması ve gözlenebilir semptomların değişiklikler göstermesi hatta zaman zaman belirgin semptomlar gözlemlenmeyecek kadar sıra dışı seyretmesi mümkün. Fakat depresyon sıklıkla neoliberal emek ve duygu sömürüsüne ve neoliberal sistemden de bağımsız olabilen her tür güç dayatma, tahakküm ve faşizm temelli yaşamsal eşitsizliklere karşı uzun süreli (sosyal veya bireysel) direncin sonuç alamamasıyla ve hatta bu dirence iktidar tarafından şiddetle karşılık verilmesiyle vuku bulur (örn., Uysal, Alıcıoğlu, & Tosun, 2015). Tabii bunun haricinde yas, kronik hastalıklar ve benzeri sebeplerle de ortaya çıkabilir.

Psikolojik tanı (bir danışana psikolojik bir rahatsızlık yaftası yapıştırılması) temelde anormal olanı tanımlamak, uyumsuzluğu ve işlevsizliği keşfedip tanılamak ve en sonunda doğalı dönüştürmek suretiyle sisteme yarayacak uygun bireyler yaratmak üzerine kurgulanıyor. Böylece depresyon ana akım psikolojilerde bir duygu durum bozukluğu, iç veya dış kaynaklı bir işlev yetersizliği olarak adlandırılıyor. Örneğin tedavi, beyindeki bloklanmış reseptörlerin daha fazla seratonin salgısı yapabilmesini sağlayan kimyasal müdahaleleri içerirken, terapi bilişsel süreçlerin sağaltımını kalıpçı biçimde yaparken bir yandan da kişinin zihnini, temelde kişiyi bir otomaton olarak görüp ödevlerle ‘besleme’yi sağlayabiliyor. Bu bireyin özneleşme ve özne sökümü imkânı bulamadan sistem mekanizmaları tarafından toplumca ve toplumsal kurumlarca kodlanılmış düşünsel, duygusal ve davranışsal öğeler temelinde dönüştürülmesi riskini taşıyabiliyor.

Özellikle kişinin toplumdan, haliyle toplumdaki sorunlardan kopuk ele alındığı, özerk bireyliğinin faal bir özne olmaktan çıkarılıp pasif bir kukla olarak algılandığı yaklaşımların sorunları artık fazlasıyla tartışılmaya, sorgulanmaya başlandı: “İlacını al ki işine gidebilesin – yeni buzdolabının ikinci taksidi bitmedi daha; hafifini al ki iş yerinde salya akıtmayasın – diğer çalışanların gözünü açmayasın”, “Dünya böyle, düşünce tarzını, sürekli tekrarladığın hatalı şemayı değiştir ki yarın AVM’den yeni bir tüketim nesnesi edinerek ya da bir hobi kursuna katılarak gündelik hayat işlevlerine devam edebilesin”. Halbuki depresif haller illa tedavi edilmesi gereken psikolojik süreçler değil; daha doğrusu depresyonun tek tedavisi ilaç değil. Çoğu zaman, hafif düzeyli depresif semptomlar, olağan tepkilerin dışına taşan (ve kişi dışında insanların psikolojik ve fiziksel bütünlüğüne zarar vermeyen) birçok duygu, düşünce, davranış gibi topluma uyumsuzluk ve yaratıcılık açısından güçlü bir silah olabilir (1).

Depresyon tezahürleri sınıfsal elbet fakat depresyon aslında beklendiği gibi, tahmin edilen yönde sınıfsal olmayabilir. Bu son nokta adeta bir barut fıçısı. Psikolojide, hele ana akım klinik psikolojide sınıf tanımı Marx’ın toplumdaki kişilerin ve grupların emek, üretim araçları ve mülkiyet ilişkilerini tamamen yok saydığı gibi öyle Bourdieu’nün habitus’unu, Bakunin’in halk-devlet ilişkisini, Foucault’nun etnik katmanlaşma gözlemlerini ve daha nice yerli yerinde tespiti bile içermez. Kapitalin sonuçlarına odaklanarak sınıfı tanımlar: Kişinin eğitimine, gelirine ve temel ihtiyaçlara erişimine göre toplumu kafadan üçe, bilemedin dörde ayırır (hâlbuki toplum hallaç pamuğu gibi ayrım ayrımdır; hatta iktidar vurdukça ayrılır). Hal böyleyken bu yazıda depresyonun sınıfla ilişkisinin bahsi sınırlı kalır ama temel bir düzlem sunabilir.

2003’te yapılan bir meta-analiz (2) çalışmasına göre, gerçekten de depresyonda ’sınıf‘ eşitsizlikleri var: Depresyonun ’düşük sosyo-ekonomik sınıf’ta daha fazla görüldüğünü belirtiyor çalışma (Lorant, Deliège, Eaton, vd., 2003). Bulgulara göre bu sosyo-ekonomik sınıf tanımının içine eğitim dahil edilse de edilmese de sonuçlar aynı: Geliri düşük olanın depresyon tanısı alma ihtimali daha yüksek. Başka bir derleme makaledeyse sosyo-ekonomik ‘orta hat’tın altında kalanların üstünde kalanlara oranla 2.4 kat daha fazla majör depresyon tanısı alma riski olduğundan bahsediliyor (Saraceno, Levav, & Kohn, 2005). Diğer bir deyişle depresyon yaftalaması sol hareketlerin bir kısmının inatla iddia ettiği yönün tersinde çalışıyor. Ve son olarak nesiller arası boylamsal bir çalışmada ebeveynin eğitim ve gelir seviyesinin çocukta depresyon riskini arttırdığı fakat ebeveyn depresyonunun çocukta eğitim ve gelir düzeyini azaltmadığı; diğer bir deyişle depresyonun sosyal seçilime değil, sosyal sebep-sonuç ilişkisine dayandığı bulunmuş (Ritsher, Warner, Johnson, & Dohrenwend, 2001). Bunlar, depresyonun bir ‘burjuva hastalığı’ değil, tam aksine proleteryaya karşı bir tahakküm mekanizması olduğunu destekler nitelikte en kuvvetli üç örnek (ilgili yazındaki diğer örneklerin kapsamlı değerlendirmesi için sistemli bir bilimsel analiz gerekir).

Öldürmeyen depresyon kuvvetlendirir mi?

Depresyonun varlığını inkâr etmenin ötesine nasıl geçilebilir peki? Mesela depresyonu bir ‘direniş silahı’na dönüştürmek mümkün mü? Yukarıda bahsi geçen araştırmalarda da birçok sorun var elbet. Örneğin, depresyon tanılamasında hangi kriterler kullanılmış, örneklemler antidepresan kullanan danışanlar mıymış? Bunlar gerçekten de ana akım bilim tacirlerinin elinde oyuncak olan konular ve sorular. Daha eleştirel bakış açısından ise depresyonun psikolojik bir rahatsızlık olup olmadığı bile tartışılabilir, tedavi ve terapi süreçlerinin tahakküm mekanizmalarının sağaltım işleminden başka bir şey olmadığı kabul edilebilir ve hatta intihar hakkı savunusu bile yapılabilir. Yapmalı da zaten. Toplumsal sağlığı bireyin sağlığına indirgemekle bireyin sağlığını toplumsal normlara göre belirlemek arasında gidip gelen iktidar yanlısı anlayışlardan etno-kültürel ve eşitlikçi yaklaşımlarla sıyrılmalı ‘hasta’ eden düzene çomak sokmak için. Fakat bütün bu eleştirel bakış içeriği iki durumu değiştirmeye yetmiyor: 1) ‘Sistem’ dahilindeki tahakküm mekanizmaları -adı depresyon veya başka bir şey olsun- insanın beyninde nörokimyasal değişimler yaratmayı başarmış yani bir beyin mikseri görevi görmüş hali hazırda; 2) Depresyondan rahatsız olan ve buna kendi kendilerine veya farklı desteklerle çözüm üretmek isteyen insanlar var, haliyle ‘iyileşme’ biçimini seçme hakları var. Bu anlamda depresyon olarak tanımlanan veya tanımlanmayan, kısaca yaşamdan memnuniyetsizlik ve kendini tatmin, doygun hissedememe, çaresizlik, boşluk hissi ve hareketsizliğe meyil ve benzeri duygu ve düşünceler de bu nörokimyasal süreçlerden ve iyileşme hakkından mahrum kalmasın.

Toplumu sınıflara ayıran tahakküm aygıtları yarattığı depresyonun sirayetlerini de sınıflara ayırır. Bir işçinin yaşadığı depresyonla bir plaza çalışanının yaşadığı depresyon bir sayılmaz fakat ikisi de depresyon (Hill, 2015). İşsiz de intihar eder, sığınmacı da. Fakat mesela toplumun psikolojik normlarından kendilerini tamamen soyutlamış olanların intiharlarına sık rastlanmaz çünkü psikolojik örüntüleri farklılaşmış olur. Bu bağlamda başka türden, daha soyutlanmaya yatkın koruyucu kalkanlardan bahsetmek mümkün. Konur’un Yaşar Abi’si : “Biz direnenler elbet taş atacağız, bir elimiz hep taşta” dedi; Muzaffer Sarısülük ise “Maddi tıp şeytandır”… Koruyucu kalkanların gerçekliği berrak ifadeler barındırıyor. Ve işte, sınıf tanımazlıkla başlıyor tahakkümün yıkımı. Hiyerarşi algısı yok, ya da var olanın tamamen reddi söz konusu. Mesela 10 yaşında bir çocuk, 20 yaşında bir züppe ve 50 yaşında bir profesör kendilerini tahakküme dayalı normlardan soyutlayanlar için bir (ama çocukları daha çok severler hep).

Ana akım tanı, tedavi ve terapi süreçleri takip edildiğinde, depresif dalgalanmaları veya orta düzeyli depresyon sıkıntısı olan bireyi bulduğumuz yer uyuşma, toplumu bulduğumuz yer ise eylemsizleşme olarak karşımıza çıkıyor. Eşitlik ve özgürlük için mücadele edenlerin, tahakkümden aklını kaçırmak üzere olup da bir türlü kaçıramayanların ihtiyacı olmayan her şey demek bu. Ne Yaşar Abi gibi eller taş tutar ne de Muzaffer Abi gibi ilaçtan uzak durulur bu durumda. Kaç kere taş attığını, kaç kere kendini tüm insanlardan uzaklaştırdığını hayal eder fakat gözünü açtığında elleri bağlı, avuçta bir hap…

İnkâr bir intihar türü; hem kolektif insanlık suçlarında hem postmodern kölelikte… Bu haliyle, “Depresyon yok” demek de kolaya kaçmak ve hatta sadece kaçmaktır. Depresyon, en azından ana akımcıların tanımladığı haliyle var. Bilimsel metodolojiyi sorgulansa bile ölçülen ve etki-tepki mekanizması tanımlanmış ‘bir şey’ var. Bu bir şey, isterseniz adı depresyon olmasın, sistem eliyle getirilmiş, komünal topluluklarda ortaya çıkmayan, “modern ve postmodern” bireyci insanı rahatsız eden bir şey (Ratner, 2011). Suçlusu belli, hedefi belli. Tahakküm sistemlerini ateş altında bırakmalı. Peki neyle? Sistemin yarattığı, ardından sistem ajanlarının tanımladığı bir sıkıntı hali yine sistemin sunduğu koşullarda bu ajanlar tarafından çözülemez bir hale girmiş durumda. Uyuşturan ve eylemsizleştiren ilaç da terapi de çoğunlukla yeniden depresyona dönüşlerle sonuçlanıyor. Ya da kişinin özerkliğini ihlal eden türden fikirsel tecavüzlerle düşünce deviniminde anaforlar oluşturarak yeni gerçeklikler veya illüzyonlar kurgulanıyor. Bundan mağdur olmayıp hayatından keyif alan için sorun “yok” belki ama arafta kalmış gibi hissedenler için ciddi bir sıkıntı var. Ölecek kadar yılmamış, devam edecek kadar kuvvet bulamayan ve ‘terk edilmiş’ hissedenler için belki bir cevap olur yazının geri kalanı.

Sır olmayanı dillendirmeli o zaman: Bütün o hisler, o değersizlik, çözümsüzlük, bunalım, çaresizlik… Tamamı gerçek. Burada işte, toplumla örgütsüz ‘terk edilmişler’ arasında; öylesine tutulur hisler. Direnişlerde en kuvvetli zırh hep gerçeklik zırhı oluyor. Neden depresif duygular kuvvetli bir zırha dönüşmesin? Rahatsız oluşun sisteme ait ismini, sistemi vurmak için kullanmak, bunu diğer ‘terk edilmiş’ hissedenlerle paylaşmak neden zor olsun? “Ben depresyondayım yoldaş!” demek değil basitçe; artık neredeyse algoritmalarla tam otomatik çalışan tahakküm mekanizmalarını depresyonda değilmiş gibi bir silkinmeyle atmak da çözüm olmasa gerek. Bunca şahit olunan baskıya, yıldırmaya gündelik hayat dahilinde müdahilliklerle ufak delikler açmak söz konusu olan.

Depresyon ‘bu çağın hastalığı’ysa bunu üreten sebepler için kimler sorumlu, sürdüren müdahale yöntemlerini kimler pazarlıyor artık çok da belirsiz değil. Kaynağı belliyken, neden kaynağa yönelik sağlam bir yansıtma mümkün olmasın? Değersizlik hissini alıp patronun karşısında “Sensin bunun sebebi!” demek zor belki kredi kartındaki borçlarla, ne tür bir yüzleşme olduğu ise zaten meçhul. Fakat bunu ’terk edilmiş’ hissedenlerle paylaşınca meram daha gür sesle dillere gelir belki, daha sık, daha çok. Çok tahammül edenlerin tahammülü tükenir belki bu değersizleştirmelere. Çözümsüzlük mü? Neden ortada çözülememiş bir şey yokmuş gibi davranmak? Bunalım? Neden konuşmamak? Fabrika önünde grev yapan işçilerden biri evine dönerken iktidarın kanlı elinin de tehdidiyle canından caymayı düşünmedi mi hiç? Bu ihtimale rağmen işçinin grevindeki “yeter” ile plaza eylemindeki “yeter” birbirine yetişemedi yakın geçmişte. Bu durumda şimdilerde terk edilmiş hissedenlerin birbirine erişmesinden daha ‘tehlikeli’ bir kıpırdama düşünebiliyor musunuz?

Umudu yüksek olanın depresyonu az olur evet; fakat umudun içeriği tıngırdıyorsa göçmez mi o zırh? Gerçekçi hedefler koyarak, daha özgürleşmeden kaybedilen alanlar, daha eşitlenmeden kaybedilen haklar, daha yüzleşmeden kaybedilen özürler için mücadele etmek isterken örgütlendikçe zırh daha kalınlaşmayacak mı? Kalınlaşan zırh beraber daha kolay taşınmaz mı? Özgürlükleri için savaşanlar hiç mi depresif dönemlerden geçmiyor? Bu arayışları şu sıralar büyük bir eyleme dönüştürmek hiç kimseye mümkün gözükmüyor muhtemelen. Bir vakit her zamankinden daha fazla deneyimlenen ‘dayanışma’ şimdilerde kof bir dış kabuğa dönüşmüşken dış tanımlamalarla etiketlenmekten rahatsız olmanın ötesinde, hapsedilen döngüden rahatsız olanların yapabileceği ilk şey en sade haliyle rahatsızlığı ifade etmek, rahatsız edeni ifşa etmek olmasın? Ardından rahatsızlıklarda ortaklaşılan noktalarda buluşmak, birbirinin meramına dışarıda ya da genelde değil içeride çözüm aramak? Yeniden döngünün içine sokanlar her zaman sistemin kurucuları olmuyor; aksine çoğunlukla sistemi besleyenler itiyor diğerlerini kendileriyle birlikte sömürülmeye, ezilmeye. Kimse değişmez değil, en sistem yanlısı bile doğru şartlar ve uygun anlarda değişime açık çünkü iktidarı elinde tutanlar dışında kimse içinde bulunduğu tahakküm sisteminden tam olarak mutlu değil. Fakat terk edilmiş hissedenlerin umurunda olmasa artık bu geniş çaplı değişim tahayyülleri? Ezici güçten dört bir yana birbirine bile bakamadan kaçanların, küçük çıkar gruplarına dönüşenlerin ötesinde gündelikte birbirine özen ve bakım ile hücresel delikler kazmak iddiasız ama elzem bir ihtiyaç. O-Bu-Şu-halde, gündelik hayata en basit soruları sorarak müdahil olmak, terk edilmiş hissedenlerle sorgulamalara ortak meramlar üzerinden iletişimde kalmak zırhı kalınlaştırmanın bir yolu gibi görünüyor. Denememek niye?

(1) Buna karşı, majör depresyon, özellikle 1 yılı geçkin devam ediyorsa intiharla sonuçlanabilir (evet, depresyonu tanımlayan ana-akım tahakkümdür ama bu depresyonun bir gerçeklik teşkil ettiğini değiştirmez). Metinde bir dirence dönüştürülebileceği savunulan hafif bunalımlar ve kendine zarar verme, intihar düşüncelerine varmayan veya birkaç aydan sonra duygusal şiddeti artarak devam etmeyen depresif süreçlerdir. Uzun süreli ve kendini tekrar eden depresif süreçler ile intihar düşüncesi içeren bunalımların dirence dönüştürülebilmesi için öncelikle psiko-fizyolojik etkilerin kontrollü ilaç kullanımı ve/veya kişinin dünya/hayat/politik görüşüyle zıtlaşmayacak bir uzman desteğiyle stabilize edilmesi mutlaka tavsiye edilir.

(2) Meta-analiz çalışması aynı konuda (aynı veya çok benzer değişkenleri içerip aynı veya benzer etkilere bakan), birbirinden bağımsız olarak yapılmış farklı bilimsel çalışmaların sonuçlarının niceliksel gözden geçirilmesi ve söz konusu değişkenlerin dahil edilen çalışmalar genelinde etki katsayılarının hesaplanmasıyla elde edilen bir “sentez” çalışmadır.


Kaynakça

Cai, N., Bigdeli, T. B., Kretzschmar, W., Li, Y., Liang, J., Song, L., & Yang, L. (2015). Sparse whole-genome sequencing identifies two loci for major depressive disorder. Nature, 523, 588-591.

Hill, D. W. (2015). The Pathology of Communicative Capitalism. Palgrave Pivot.

Lorant, V., Deliège, D., Eaton, W., Robert, A., Philippot, P., & Ansseau, M. (2003). Socioeconomic inequalities in depression: a meta-analysis. American journal of epidemiology, 157(2), 98-112.

Ratner, C. (2011). Macro cultural psychology: A political philosophy of mind. pp.236-237. Oxford University Press

Risch, N., Herrell, R., Lehner, T., Liang, K. Y., Eaves, L., Hoh, J., & Merikangas, K. R. (2009). Interaction between the serotonin transporter gene (5-HTTLPR), stressful life events, and risk of depression: a meta-analysis. Jama, 301(23), 2462-2471.

Ritsher, J. E., Warner, V., Johnson, J. G., & Dohrenwend, B. P. (2001). Inter-generational longitudinal study of social class and depression: a test of social causation and social selection models. The British Journal of Psychiatry, 178(40), s84-s90.

Saraceno, B., Levav, I., & Kohn, R. (2005). The public mental health significance of research on socio-economic factors in schizophrenia and major depression. World Psychiatry, 4(3), 181.

Uysal, M. S., Alıcıoğlu, Ö., & Tosun, U. (2015). Depresyon Etiyolojisinde Etnik Köken ve Arkadaşlık Örüntülerinin Etkisi. Eleştirel Psikoloji Bülteni, 6, 145-157.


3 Kasım 2015’te fraksiyon.org’da yayınlanan bu yazının kısmen güncellenmiş hali, Dünyadan Çeviri‘den alınmıştır.