Ana SayfaKitapMinör bir edebiyat: Özgür Amed’den hiç de “komik” olmayan bir kitap

Minör bir edebiyat: Özgür Amed’den hiç de “komik” olmayan bir kitap


Nurhak Yılmaz


Diyarbakır kent merkezi 2006 yılında 5 gün süren çatışmalara sahne olmuş ve Bağlar İlçesi o dönem çok sayıda politik, sosyolojik değerlendirmeye konu edilmişti. Tartışmalar, “Sosyal patlama mı, isyan mı?” ana başlığı altında yürüyordu. Tartışmanın merkezindeydi Bağlar, çünkü çatışmanın merkeziydi.

1980’lerden 90’lara zorunlu göç dalgalarının vura vura “şişirdiği”, nüfusu 350 bine ulaşan, göçün tüm sonuçlarına maruz bırakılan bu ilçede her sokak, hatta her ev çatışmaların parçası haline gelmişti. Şehre cenazeler gelmiş ve Bağlar’dan çıkan on binlerce insan dört bir yana doğru yürüyüşe geçmişti. 12 Eylül’den sonra ilk kez şehir merkezine askeri tanklar inmişti. “Kim yönetiyor bunları” sorusu çok soruluyordu, şehirde kimi arasan elinde taş, Bağlar’daydı. 5 günün ardından herkes şaşkındı…

O günlerden bugünlere çok çatışma gördü Bağlar. Daha sonra Sur, hatta şehrin her yanı…

Sonraki yıllarda Bağlar’dan çok ev baskını, patlama, çok yoksulluk haberi yaptık. Çok açlık grevi, eylem, cenaze “bilgisi” geçti ajanslar. Çok uyuşturucu, hırsızlık, işsizlik, çarpık kentleşme “analizlerine” konu oldu. Oradan çıkıp başarı gösteren müzisyen, sporcu veya başka bir “yüz güldüren” hikâye şaşkınlıkla karşılandı. Çünkü sadece yüz göz yara bere insanların çıkması “olağandı.”

“Kürt sorunu eşittir…” cümlesinde boşluğa yazılacak isimlerden biriydi Bağlar. Kürdün halini bildiren koordinat. Oraya bakan kimse gülen yüzleri görmedi, ya da kimse gülen yüzle bakmadı. Tam da hariçten gazel okuyanın yapacağı cinsten bol yargılamalı, baş okşamalı, ağlamaklı değerlendirmeler yapıldı. Hepimizin envai türden tanımlar aradığı ve kapı kapı “çıkış tabelası” aradığı şu günlerin her halinden o günlerde geçti Bağlar. Köyle kent, gülmekle ağlamak, açlıkla yoksulluk, göçmekle kalmak arasında kök saldı. Kendi haline güldü. Yaşadı yani demek istiyorum. Ölmedi…

Bağlar’ın “bu yüzünü” bize anlatanlar ise oranın çocukları oldu. Her dönem “dil ve araç” farklı olsa da hep şahsına münhasır ve gerçekti anlattıkları. Geçmişten sebep, “uzağı görmek” çok erken nasip olmuştu onlara…

Özgür Amed o “anlatıcılardan” biri. El kadarken arkasında yanmış bir köy hatırası bırakan Bağlarlı. Taş atan çocukların mahalle arkadaşı. Şehri çöplerinden tanıyan çocuk. O şehrin kendisine çocukken zorla öğrettiği dilden, onu eğip büküp perişan ederek intikam alan genç. Freud’u mezarından çıkarıp Bağlar sokaklarında gezdiren, o da yetmez cezaevine düşüren mizahçı. Kendisini bir köyün kıyısında terk edenlerle, her an kamyon kasasına doluşup “geri dönebilecek” karakterler yaratarak hesaplaşan “gizli özne.” Devasa bir trajedinin kaynama/donma noktasında “maddenin beklenmeyen halini yaratan” yazar. Ve bugün yaşadığımız zamanların olağaüstülüğüne cin gibi bir mizahla gülen gençlerin yakın takibindeki “aranan şahıs.”

Nur topu gibi bir kitabı var Özgür Amed’in, “Böbreği Kim Yedi” diye soruyor. Ama hiç “komik” değil(!) “Ee, gülmeyecek miyiz?” diye soranlar için açıklıyorum;

Hani 90’larda köyden kente göç eden yüz binler vardı ya? Biz onları merak etmeyeli çok olmuştu biliyorsunuz. İşte onlar orada kalmadı. Kitap, “o güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri” yeri anlatıyor. Rehberimiz ise Özgür Amed. Bir koluna tarih, felsefe ve sosyoloji, diğer koluna bizi takıyor. Sonra hepimizi Bağlar sokaklarında bırakıp, otuz iki dişiyle sırıtarak toz oluyor. Bu meselelere “bir de buradan bakın” diyor. “Tanısanız gülersiniz” diyor.  Bu da sebep olanlara “dert” olsun…

Diyarbakır Bağlar bir yönüyle çok konuştuğumuz ancak senin anlattığın “yüzüyle” hiç tanışmadığımız bir yer. “Nasıl bilirsiniz?” sorusunun yanıtını hiç buradan vermemiştik biz.

Benim tüm beslenme alanım Bağlar. Çünkü orada büyüdüm. Köy yakıldıktan sonra geldiğimiz yer. 25 yıldır hep aynı evde yaşıyoruz. Etrafımızdakiler de bize benzerler. Aslında hepsi aynı psikolojik durumları yaşıyor. Benzer mutluluklara ve hüzünlere sahipler. Ve bir yerde hepsi politik.

Ama hayatta kalmak için gündelik yaşamda dehşet bir mizah gücüne de sahipler. Seviyorum burayı. Biraz asidir Bağlar. Mesela Ofis’ten (şehir merkezi) nefret etme sebebi Ofis’in Diyarbakır’ın ilk kent ve modern yüzü olmasıdır. Tren rayı onun için sınırdır. Rayların öbür tarafında doğanlar onun için bisküvi çocuğudur. Gerçi Ofis’in yerini şimdi Diclekent ve yukarısı aldı. Bağlar’ın ayrıca derdini anlatmama gibi bir sorunu var mesela. Ben Bağlar’ın çok dinlenildiğini, hikâyelere konu olduğunu düşünmüyorum.

Niye böyle düşünüyorsun?

Çünkü diptedir. En yoksullar Bağlar’dadır. Kendine ait bir dünyası var. Bir dayanışma ağına sahip. Birbirleriyle ilişkileri olan, sokakta yan yana oturan, kentin modern yüzüne bulaşmamış insanlar. Mesela benim annem şu an direniyor, çıkmıyor Bağlar’dan. Bağlar gençliği, anne motifi, baba figürüyle; kahve, kuş, direniş ve yoksulluk figürüyle kendine has. Bence Bağlar Diyarbakır’ın toplam yüzüdür. Diyabakır’ın en net, en keşfedilecek yüzüdür. Negatif ve pozitif yönleriyle her şeyi içinde barındıran büyük bir dünya. Ve ben oradan çıktım. Gördüğüm, yakın olduğum, temasta bulunduğum yer Bağlar. Çünkü Bağlar’da yaşıyorum.

Kitaptaki hikayelerin birkaçı dışında tümü orada geçiyor zaten. Senin ailen veya mahallende geçmeyenler de bir şekilde “Diyarbakır’a dönüş yolunda” yaşanıyor. Kitaptaki karakterlere istesen 30 yıllık çatışmanın yarattığı öfke ya da hüzünle bakabilirsin. Sence komik mi olup bitenler?

Hayır komik değil, şüphesiz trajik. Ancak ‘bunlar böyle mi anlatılır’ diye soranlar için yanıtım, bu anlatım biçimi benim için bir tercih. Örneğin çanak anten meselesi. Annemle babamın halen temel gündemlerinden biri çanak antendir. En son bizim binanın üzerinden alıp yan binanın üzerinde bir yere bağlayıp saklamışlar. Çünkü yüksekte sinyal kırıcı etkiliyor yayını. İkisi bir tek o antenin çektiği kanalları izliyor. Her akşam saat yedide haberin başına geçerler. Bu benim gıptayla baktığım bir şey. Çanak anten kitapta anlattığım meselelerden biri. Amed’de bir çanak furyası vardı. Neredeyse “yurtsever çanakçılar” diye bir parti kurulacaktı. Geçenlerde Elazığ Cezaevi’ne bir arkadaşın görüşüne gittim. Onun koğuş arkadaşı geldi, “Seni tanıyorum, ben sizin çanakçınızım” dedi. Ben cezaevindeyken annem babamla tanışmış ve bizim yeni çanakçımızmış. “Çok selam söyle” dedi. Çanak anten üzerinden nelerin nasıl değiştiğini, insanların haber almak için nasıl mücadele ettiğini, bunu nasıl bir kavgaya dönüştürdüklerini okuyabilirsin. Bu küçümsenecek bir şey değil.

Mizah senin için bir tercihse, bu tercihi yapmanın bir sebebi de vardır…

Ortaokulda kompozisyon yazmaya başladıktan sonra gelişen bir anlamlandırma ve iyileşme yöntemi. Ama esasta yazmaya başladığım 2010 yılından bu yana netleşti. ‘Evet, ben derdimi böyle anlatabilirim’ dedim. Bana göre kendimle yüzleşmenin yolu. Şöyle bir hikâyem var;  üniversitedeyken başımızdan geçenleri ve halen yaşadıklarımızı anlattığımda insanların inanmadığını fark ettim. Bu anlatım tarzının aslında seni mağdur rolüne soktuğunu ve işe yaramadığını anladım. Ve sonra inandırma çabasından vazgeçerek tersten anlatmaya başladım! Düşünsene, televizyonda halen Kürtler vardır-yoktur tartışmasına denk gelebiliyoruz. Bu durumun bende yarattığı duygu tiksinti açıkçası. Mağdur diline karşıyım. Bu bize yakışan bir dil değil. Çünkü haklıyız. Buradan hareket etmeliyiz.

“Acılarımızdan rant sağlayan bir sınıf var”

Yani ‘bir de böyle anlatalım’ mı diyorsun?

Bize, “kendinizi acındırarak anlatın” diyorlar. Bizi bu kıskaca sokanların bizden beklediği odur. İnsanlar acımayı seviyor. Ama acımaları tek taraflı, aslında kendilerini ondan kurtarmak üzerine kurulu bir acıma. Ve ben bunu kabul etmiyorum. Dönüp arkaya baktığımda her dönem bir çıkış olduğunu görüyorum, bir mücadele görüyorum, bir emek görüyorum. Ben niye bunu sahiplenmeyeyim? O anlamda benim anlatımım komik değil. Zapatalar ‘Görünmek için yüzümüzü kapattık” derler. Ben de ‘Görülsün diye mesajı saklıyorum.” Hikâyeler trajikomik ama onlar benim için bahane.

Bir de yaşadığımız coğrafyada her zaman acı avcıları oldu. Acılarımızı av gibi bekleyen, rant sağlayan bir sınıf var. Bir yazar sınıfı var, bir aydın sınıfı var. Bu şahsen benim midemi bulandırıyor. Şüphesiz acımızı da anlatacağız ama ezop dili ile değil. Ben direniş dilini doğru buluyorum.

Kitaptaki karakterler güldürüyor evet ama kahkaha atmaya da izin vermiyorlar.

Küçük şeylerde büyük şeyler saklı olduğuna inanıyorum. Onun için çok uzağa gitmiyorum. Kendime, anneme, babama bulaşıyorum. Oradan sokağa, mahalleye, şehre, oradan da biraz daha dışarı çıkıyorum. Çünkü annemin politik dönüşümünün aslında tüm annelere ait olduğunu biliyorum. Xalê Silheddin’in, dedemin veya diğerlerinin çok evrensel olduğunu düşünüyorum. Kafaya taktığım bu küçük şeylerin çok muazzam. çok devrimci yanlarının olduğunu düşünüyorum.

Tabi bir de seni böyle “yollar aramaya” iten bir yaşam hikâyen var. Kitabın başından sonuna kadar göç yollarına, yakılmış köylere işaret eden, arkada sürekli insanın kulağını patlatan bir uğultu var…

93-94 yılları Kulp’ta köy yakmaların başladığı süreçti. Bizim köy gerçekten çok güzeldi. Adı Behmdê (Bahamdan). Aram Tigran’ın köyü. Ölmeden önce de gelip ziyaret etti. Kendine yeten bir köydü. Ben orada kendi halinde bir ailenin çocuğu olarak doğdum. 6-7 yaşlarındaydım köy yakıldığında. Aslında köy 3 kere yakıldı. İlkin yaktılar birkaç ev bıraktılar. Sonra gelip tekrar yaktılar. Son iki aile kalmıştı ve o son iki aileden biri de bizim aileydi. Çünkü gidecek yerimiz yoktu. Birileri Silvan’a gitti, birileri Batman’a gitti, ama anne-babanın gidecek yeri yoktu. Ve en son, bir kış gelip son iki evi de yaktılar. Öyle ortada kaldık. Eşya meşya da olmadı. Babam o dönemden kaynaklı halâ hastadır. Çok yetenekli, vasıflı bir insandı. Köyde elektrikten anlayan, kaval-arbane çalan, diş çekmesini bilen tek kişiydi. Aynı zamanda taş ustasıydı. Bilmediği şey yoktu. Böyle bir adamı önce gözümüzün önünde dövdüler. Sonra şehre geldik, ne iş bulsa yapmaya çalışan bir adam oldu. Gittiği yerde eski değeri görmedi.

Köyden kopuşun sende yarattığı, hatırladığın duygu neydi?

Annem halen anlatır, kamyonun kasasında köyden çıkarken durdurmuşum arabayı, inip köyün girişinden birkaç taş almışım. Anneme demişim bunlar bizde kalsın unutmayalım köyü. Şehre böyle geldik. 6-7 çocuklu bir aile, sıfırdan tutunmaya çalıştık. Sıfırdan ama. Bu nedenle her şey çok zorlu geçti. Yapmadığımız iş kalmadı. Benim çalıştığım işlerden biri çöp oldu. Sonra tüm Bağlarlı çocuklar gibi simit sattım, tatlı, su, sakız, eskimo. Bunların yansımaları kitapta yer yer var.

Bir de şehirde konuşulan başka bir dil var, şehirdeki okul da köyden farklı…

Okulda ilk iki yıl hiçbir şey yapamadım, dünyanın dayağını yedim. Oysa köyün en başarılı öğrencisiydim. Hem dil, hem okumayı yapamıyordum. Sınıf, kalabalık, müfredat, kitaplar… Anlamıyordum hiçbir şeyi. ‘Bunu ezberle diyorlardı’, ben diyordum bir insan nasıl ezberleyebilir? İmkansız geliyordu bana. Okul işkenceye dönmüştü, ders zilinin çalmasını bekliyordum. Sonra şunu fark ettim, bu meseleden çıkışın tek yolu başarılı olmaktı. Dördüncü sınıfta level atladım, okuma yarışmasında birinci oldum. Ve hoca geldi elini kafama sürdü. O hareket tüm hayatımı değiştirdi(!). Lise sona kadar hep takdir getirdim. Fakat dilimin ortaokulda, lisede nasıl paramparça olduğunu, benliğimin nasıl gittiğini, düşüncemin nasıl sakatlandığını üniversiteye döneminde anladım. Asimilasyonun bendeki etkisini orada fark ettim.

“Benim dil ‘Minör Edebiyat’ kapsamına giriyor”

Dil demişken, senin gazete yazılarında alışık olduğumuz kırık Türkçe veya Diyarbakır’a özgü qırıx Türkçesi’ne bu kitapta senin deyiminle level atlatmışsın. Okurun ağzına pelesenk olma ihtimali olan yeni kavramlar üretmiştin. “Jitemkar, heywanki, malmirator, miyavsal” gibi. Kürtçe’den Türkçe’ye sinsice bir saldırı hissettim ben burada…

Esasta o dil bir direniş meselesidir. Hakim olan dile direnen ve onu eğip büken ama kendini anlatan bir yanı var. Benim dil biraz Deleuze ve Guattari’nin belirttiği “Minör Edebiyat” kapsamına giriyor. Kendini yersiz-yurtsuzlaştıran, zorunluluktan doğan, mecburiyetin sınırlarında dolaşan bir dil. Tabi kültürel kodlar da çok değerli. Bir İtalyan için “mammamia” nasıl hayati bir yere denk geliyorsa, benim için de sadece burada yaşayan insanın anlayacağı kodlar var. Mesela “weeouww”. Bu başka bir yerde yok. Zaten mizahı kültürden kopardığınız zaman komediye dönüşür.

“Bu kitap kişisel bir bağırıştır”

Peki sen yazılarını kime yazıyorsun? Kürtleri başkalarına mı anlatıyorsun, kendilerine mi? Diyarbakır’dan yazıp da batıda çok okunan az sayıda yazardan birisin. 

Hedefimde öncelikli olarak biz varız. Çünkü o yazılar bizimle ilgili. Şunu demek istiyorum; olup bitenler içerisinde ben taraflıyım. Ben tarafım. Ne olduğum, neyi savunduğum yazılarda var. Öncelikle bunu vurguluyorum ki okurun benden başka bir beklentisi olmasın.

Kitaptaki karakterlerin yaşadıkları ve davranış biçimleri hem seninle kan bağı olan, aynı zamanda senin “tarafına” da tercüman olan kişiler. Örneğin bazıları her an köye geri dönecek gibi duruyor.

Öyle arzuluyorlar. Aslında tüm yazıların çıkma sebebi trajedilerdir. Bir kere benim için mizah trajedi demektir. Trajedinin olmadığı yerde mizahın olacağına inanmıyorum. Mizahı güçlü olan toplumlar genelde kıyıdadırlar, kuytu köşelerden sesleri çıkar. O anlamda mizah bir yankı işidir. Bu kitap da kişisel bir bağırıştır. Dolayısıyla trajediyi mizahi öykülerle anlatırken çok ciddiyetsizsin, yaşananları kaale almıyorsun anlamına gelmiyor.

Fakat yine de travmatik bir zeminde mizah yapmaya çalışarak “büyük bir risk” almıyor musun? Gülecek ne var diye soran olmuyor mu sana?

Çok nadir de olsa bu tür tepkiler alıyorum. Onlara göre benim yaptığım şey “dalga geçmek.” Olayın ciddiyetini kavramamış biri olduğumu düşünenler var. Hatta bir tanesi beni, “Kürt gençlerini yoldan çıkarmakla” itham etmişti. Bak bu çok trajikti! Ben böyle tepki gösterenlerin yazıları okumadığını düşünüyorum. Ortam gerginken yazılmaması gerektiğini iddia edenler de var. O zaman ne zaman yazmalıyım? Ne yazmalıyım? Hangi ara iyidir yazmak için?

Şimdi etrafta olan bitenlere bakalım, bunları gerçekten hangi yolla anlatabiliriz? Egemen akıl, öyle şeyler söylüyor ki aklın durur. Mahkeme salonlarında seni öyle suçlarla itham ediyor ki. Bunu yaparken o kadar ciddiler ki. Bu anlamda mizah benim için bir direniş yöntemidir. Bir izah işidir. Pes etmediğimi hissediyorum. Ve biraz da umut verdiğini düşünüyorum. Okuyandan da bunu bekliyorum. Kitabın o nedenle şimdi çıkmasını istedim.


Fotoğraflar: Aylin Kızıl

Özgür Amed’den trajikomik hikayeler: “Böbreği Kim Yedi?”

Previous post
Annelerden Soylu'ya yanıt: Bizleri meydanlardan gönderemeyeceksiniz
Next post
Fransa'da mevkidaşı ile görüşen Albayrak: Dolar güvenilirliğini kaybetti