Ana SayfaManşet‘Çılgın kalabalıktan uzakta’ bir aktris: Greta Garbo

‘Çılgın kalabalıktan uzakta’ bir aktris: Greta Garbo

HABER MERKEZİ – Özgür bir yalnızlık, kaçınılmaz hüzün ve ait hissetmediğini terk edebilme cesareti. Bunlar, Greta’yı tanımlamak için kullanılabilecek kelimelerden yalnızca birkaçı. Tarihten Kadın Portleri’nde bu hafta sinemanın en unutulmaz kadınlarından biri olarak gösterilen ancak henüz 36 yaşındayken sinemadan ve parlak spot ışıklarının altından çekip gitmeyi seçen Greta Garbo var.

Greta Garbo 18 Eylül 1905 tarihinde İsveç’in Stockholm kentinde dünyaya gelir.

Bir işçi ailesinin üçüncü çocuğu olan Greta’nın tam adı, Greta Lovisa Gustafsson’dır.

14 yaşında babasını kaybeden Greta, geçimlerini sağlamak için çalışmaya başlamak zorunda kalır. Çalışmaya kuaförde başlayan Greta ardından mağazada tezgahtarlık yapar. Onun oyunculukla tanışmasına vesile olacak iş ise şapka tanıtımı için mankenlik yapmaya başlaması olur.

Greta sinemaya, 1920’li sessiz sinema yıllarında adım atar ve ilk filmi olan ‘Peter the Tramp’ta 1922 yılında rol alır.

İşçi mahallesindeki evinden tiyatro sahnesine adımı da bu filmle birlikte gerçekleşir. Aynı yıl İsveç’in önde gelen sanat okulu Royal Drama Tiyatrosu’nda burs kazanan Greta burada eğitim almaya başlar. Ancak eğitimini 1924’te ‘Gösta Berlings Saga’da (“ Gösta Berling’in Öyküsü”) filminde aldığı önemli rol için yarıda bırakır. Film hem Almanya hem de İsveç’te büyük beğeni toplar.

Bu dönemde Greta yeni hayatına yeni bir soyadıyla devam eder: ‘Garbo’. Bu ad ona, filmin yönetmeni Mauritz Stiller tarafından verilir. Filmin getirdiği başarının yankıları sürerken Greta, ‘çirkin’ olarak nitelendirdiği ancak popüler sinemanın başkenti sayılan ABD’ye gelir ve 1925’te Hollywood’daki film şirketi Metro-Goldwyn-Mayer (MGM) ile bir sözleşme imzalar.

Greta’nın İstanbul günleri

Filmleri dünyayı gezen Greta’nın yolu bir gün İstanbul’a düşer. Almanyalı bir filmcinin fikri olan, İstanbul’da yaşayan Rus bir mültecinin kaleme aldığı aşk hikayesinin başrolü olacaktır Greta.

Yönetmenliğini Stiller’ın üstlenmesi planlanan filmin çekiminden önce oyuncuların İstanbul’a gidip, kentle tanışmaları kararlaştırılır.

Bir sonbahar günü İstanbul’a adım adan Greta ve Stiller, dönemin önemli otellerinden Pera Palas’a yerleşir. İstanbul’u tanıyıp sever Greta lakin çekmeyi planladıkları film planı şirketin iflas etmesi nedeniyle suya düşer ve 50 gün sonra Berlin’e dönmek zorunda kalır.

Birbiri ardına filmlerde oynayan Greta bulunduğu durumdan çok da hoşnut değildir aslında, onun istediği yalnızca oyunculuktur. Ancak kendisine biçilen ‘star’ ve onun getirdiği kimlikten kaçamadığını belirterek, şunları söyler:

“Bir film yıldızı olmanın anlamı, herkesin size her yerden bakmasıdır. Asla barış içinde yalnız kalamazsınız, sadece öyleymiş gibi görünürsünüz.”

Greta çoğu oyuncunun rüyalarını süsleyen sinema dünyası Hollywood içinse “Hollywood hayalleri kuranlar, keşke onun nasıl bir kapan olduğunu bilselerdi” ifadelerini kullanır.

Greta’nın ABD’deki ilk filmi, 1926 yapımlı ‘The Torrent’ olur.

Sahne ışıklarından uzakta

Uzunca bir süre sessiz filmlere hayat veren Greta’nın ilk sesli filmi 1930 yılında çekilen ‘Anna Christie’ olur.

Aynı yıl başrolünü oynadığı ‘Romantik’ filmi Greta’ya Oscar adaylığı kazandırır. Greta, ‘Anna Karenina’, ‘Kamelyalı Kadın’, ‘Mata Hari’ ‘Camille’ ve ‘Conquest’ gibi unutulmaz kadınlara ve kadın karakterlere hayat verdiği filmlerde de rol alır.

1920 – 1941 yılları arasında toplam 32 filmde oynar.

Derken sinemanın yıldızı haline gelen Greta, zaten yıldınızın bir türlü barışmadığı Hollywood dünyası ve MGM ile sorunlar yaşamaya başlar. Tüm sorunların birleşmesi ile birlikte Greta genç yaşta sinema kariyerini sonlandırırır ve 1941’de bir nevi inzivaya çekilir.

1955 yılında Ömür Boyu Akademi Onur ve Başarı Ödülü’ne layık görülür. Çoğu zaman kazandığı ödülleri almaya bile gitmez, sadece çok yakın olduğu kişilerle görüşür. Greta’nın son yıllarında hayatına eşlik dostlarından ikisi İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton ve Edgar Bergen olur.

Greta’nın aşkı ve mektupları

Greta yaşamı boyunca evliliğin kendisine uygun olmadığını söylemiştir. Greta’nın bir dönem Stiller ile beraber olduğu aktarılır ama özel hayatını gerçekten özelinde yaşamayı tercih ettiği için ilişkilerine dair fazla bir bilgiye erişilmez. Ta ki yaşamını yitirmesinden yıllar sonra ortaya çıkan mektuplara dek. Biseksüel (ya da lezbiyen kesin bir bilgi yok) olan Greta, “Kadınları her zaman erkeklerden daha çok sevdiğini” söylemiştir.

Greta, tiyatro okulundan ayrılırken aslında arkadaşı Mimi Pollak’dan da ayrılmıştır. Lakin bu ayrılık yalnızca fiziksel olur ve ikili 60 yıl boyunca mektuplaşır.

Yazar Tin Andersen Axell’in ‘Bloody Beloved Kid’ (Çok Sevgili Çocuk) adlı kitabında Greta’nın Pollak’a yazdığı mektuplar okuyucu ile paylaşır. Greta, kitapta yer alan bir mektubunda Mimosa diye hitap ettiği Pollak’a şöyle der:

‘Senden gelen bu mektup içimdeki özlem fırtınasını nasıl da yüzeye çıkardı… Sensiz yavaş bir kadınım, sıkıcı ve yorgun…’

Pollak evlenir, çocuk sahibi olur ancak Greta’nın sevgisi ve mektupları sona ermez. Greta bir mektubunda Pollak’a duyduğu sevgi ve özlemi şöyle anlatır:

“Seni görmeyi düşlüyorum. Göreceğim ve hálá bu eski sevgilini sevip sevmediğini öğreneceğim. Seni seviyorum, küçük Mimosa.”

‘Birinin karısı olma fikri bana çirkin geliyor’

Greta, İsveçli yayıncı Lars Saxon ve ABD’li oyuncu John Gilbert’ın kendisine ettiği evlilik tekliflerine not kağıdına yazdığı şu sözlerle yanıt verir: “Galiba hayatımın sonuna kadar bekar kalacağım. Birinin karısı olma fikri bana çok çirkin geliyor.”

“Yalnız kalmak istiyorum”

1980 yılında böbreklerinden rahatsızlanan Greta 15 Nisan 1990’da New York’ta bir hastanede aramızdan ayrıldı.

Greta’nın arkadaşı olan İsveç kontesi Marta Wachtmeister’a gönderdiği mektuplar da yıllar sonra ortaya çıktı.

Yıllarca özenle saklanan bu mektuplarda Greta’nın hem tercih ettiği ama – aslında yalnızlıktan bağımsız bir şekilde – içinde taşıdığı hüzün insanı sarsıyor.

‘Yalnız kalmak istiyorum’ diyor Greta arkadaşına, bu yalın cümle onun hayatının mini bir özeti gibidir aslında. Bir cümle bir cümleden fazlasıdır kimi zaman. Ve yalnızlık insandan bağımsız.

“Ben neredeyse her zaman yalnızım ve hep kendimle konuşuyorum. Sahile gidip yürüyüşe çıkıyorum ve bu her zaman harika hissettiriyor. Ama hepsi bu.”

Çılgın kalabalıktan uzakta ve özgür

Greta yaşamı boyunca, kendisine dayatılan otorite, gereklilikler ve suni karakterden kaçındı. Hiç birinin içinde yer almadı, sevdiğini söyledi sevmediğini de.

Bir ‘rüya pazarı’ haline gelen Hollywood’u kendi iradesi ile terk etti. Yalnızlık ve özgürlük arasında ince gibi görünen ancak oldukça derin bir ayrım vardır; o ,özgür ve kendi başına olmayı seçti. Farkındaydı ve tahammül etmedi.

‘Çılgın kalabalıktan uzakta’ olmayı seçen Greta’nın da dediği gibidir belki hayat:

“Eğer onunla ne yapılacağını bilseydik, hayat ne harika bir şey olurdu.”


Kaynaklar: Azize Bergin – Ses Dergisi (19 Kasım 1966)
Tin Andersen Axell –  ‘Bloody Beloved Kid’ (Çok Sevgili Çocuk)
Previous post
Yönetmen Elkabetz kardeşler ile "İsrail Usulü Boşanma" üzerine
Next post
Tutuklanan işçilerden mesaj var: Hak istemek suç değil