Ana SayfaGüncelMavi hap mı, kırmızı hap mı? – Nejat Uğraş

Mavi hap mı, kırmızı hap mı? – Nejat Uğraş


Nejat Uğraş


Baskın Oran bir yazısında “Türkiye gündemini yakalamak istiyorsanız gün içindeki kadın programlarını seyrediniz” demişti. Sanırım haklıydı. Gerçi haklı olmanın tarih boyunca bir işe yaradığı görülmemiştir. Psikolojik hatlarımız o programları izlemeye el vermese de adına tartışma programları denilen “uzman zortlaması” programları bile izlemeyi çoktan bıraktık. –yo, inanın belgesel falan da izlemiyoruz- Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan gündemlerini takip etmekten yorgun düştüğümüz zamanlar yaşıyoruz. İktidarın yarattığı yeni Türkiye’yi anlayabilene aşk olsun. Aslında bazen düşünüyorum da tarih boyunca iktidarın yapısında bir değişiklik oldu mu acaba? Yoksa Foucault yanılıyor muydu? İktidarın güç ve hegemonya üzerinden epeyce analizi yapılmıştır. Ancak sanki az sayıda fırsatçı ve çok sayıda soytarı iktidarın dinamiğini daha iyi açıklıyor. Bu ülkede siyasi çoğunluğu anlatmak için argo bir deyime başvurarak mevzuyu da başka bir derinlikten açıklayabiliriz pekâlâ: “nerde bir hıyar olduğunu duysalar tuzluğu alıp koşuyorlar.” Türkiye deki siyasi dinamikler ve iktidar meselesini bence bu durum Foucoult’dan daha iyi açıklıyor. Bakın etrafınıza ve çevrenize tuzluğu cebinde dolaşan o kadar çok kişi var ki… Yetmiyor bütün ceplerine tuzluk sokuşturuyorlar. Tuz kadar seviyorlar üstlerini-başlarını…

Neyse bizim daha ağır sorunlarımız var! Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasi kriz, ABD, Rusya, Çin, İran ve tabi ki Rojava! Hakikaten neler oluyor? Ben de bir yurttaş, bir aktivist olarak fikirlerimi paylaşmak istiyorum: El kaldırıyorum!!!

Kapasite aşım sorunu

Bütün ülkeler bazen kapasite sorunuyla karşılaşırlar. Bunun kimi zaman yıkıcı sonuçları olabiliyor. Nerdeyse devrimle sarsılan ülkelerin-hepsinde-öncesinde bir kapasite aşımı durumu vardır. Halk dilinde bu durum “yalancı baharın bitimi”, “güzel günlerin sonu”, “gitti o günler, gelmez o günler” gibi ifadelerle dile getirilir. Bu kapasite aşımı en yaygın biçimde ekonomide kendini gösterir. Ancak bazen de askeri ve siyasi olarak kendisini gösterebilmektedir. Dahası kültürel görünümleri bile vardır. Eğer bir ülke bu kapasite aşımıyla malul bir ülke yıkıcı sarsıntılarla karşılaşmışsa çoğunlukla sert bir yalpalanma yaşıyorlar. Bu güçlü yalpalanmalar sarsıntının yıkılışa evrilmesini engellemek için egemenlerin çare arayışlarının sonuçlarıdır. Türkiye son bir yıldır her alanda ciddi bir kapasite aşımı sorunuyla karşı karşıyadır. Öncelikle ekonomik duruma değinecek olursak; yetersiz ve giderek zayıflayan bir reel sektör, tamamen dışa bağımlı bir finans yapısı, faizleri anaparayı aşan dış borç ve kabul edilebilir oranları çok aşan bir ticari açıkla zayıf bir çevre ekonomisi ile kendine yetemeyen bir ülke var ortada. Buna karşın alınan kredilerin yandaş müteahhite aktaran ve inşaat sektörüyle büyüme yarattığını sanan tamamen irrasyonel yollara tevessül eden bir ekonomi-politik mevcut! Kısacası ürettiğinden kat kat fazlasını harcayan bir batış yolculuğu söz konusu. Krizden söz ediyorlar ama ötesi var! Zira klasik anlamıyla “ekonomik kriz” Türkiye’nin standart durumudur. Oysa şu anda neo-liberal politikaların özelleştirme ve deregülasyon uygulamaları sonucu bütün varlıkları satılmış ve batışa doğru gidilen bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu ekonomik kapasite aşımına eşlik eden siyasal bir veçhe de mevcut “bölgesel güç olma”, “Osmanlı alanında yeniden siyasal aktör olma”, “Müslüman dünyanın sözcülüğü gibi” gerçekte hiçbir zemine ve dinamiğe dayanmayan ve boş sözden ibaret siyasal hayaller kumkumalığı yapmak”; lakin “oyun kuruculuk, olmadı bozuculuk” altında sürekli bir gündem oluşturma çabası söz konudur. Ama gerek bölgede gerekse Müslüman dünyada etkin veya güçlü hiçbir siyasal aktörü ikna edilebilmiş durumda değiller.

Ekonomiye çığlık attırmak

Küresel siyasal aktörler, Türkiye’deki siyasal irrasyonalizmin karşısında bazen şaşkınlığa düşebilmektedirler. Aslında Mavi Marmara olayında İsrail’in yaptığı şey Türkiye’nin siyasal ihtiraslarının kapasitesini aştığını ilan etmekti. Suriye meselesinde ise geldikleri nokta hem askeri hem de siyasal kapasite aşımının tam bir tablosudur. Rusya’nın uçağı sonrasında yaşananlar ve gelinen noktada “Rusya’nın izniyle sahaya girdik” denilmesi belki de durumun en ağır ve en net ifadesidir. Şimdilerde bir de ABD ile “Rahip Brunson” koduyla yaşanan durum var. Çok uzun zamandır ABD askeri-siyasi eliti Türkiye’nin girdiği, onların deyimiyle “boyunu aşan” hamlelerine karşı aktifleşmek istiyordu. Ancak Obama ve Trump belli oranda bunu frenliyorlardı. Ortaya koydukları master planının ilk adımını “ekonomiye çığlık attırmak” dedikleri hamleden oluşturdukları görülüyor. Şu anda yürürlükte olan para piyasalarını istikrarsızlaştırma ve bazı temel sektörlerde kısıtlamalar bunun diğer adımları olacaktır. Sonrasına geçmeden önce ABD’nin Türkiye için kabul etmediği hususları yorumlamak istiyorum. Temelde iki konuya odaklanıyorlar. İlki, BOP çerçevesinde Türkiye siyasal elitinin Müslüman Kardeşler dâhil, radikal dinci yapıları “kabul edilebilir” çerçevelere çekmek yerine bu grupların radikalleşmesine ve Amerikan karşıtlığının artmasına meyilli olduğunu tespit etmeleridir. İkincisi, İran dâhil bazı konularda farklı dalga boylarında hareket ettiğini gözlemeleridir. Şimdi sonrasına geçelim. Bahsine ettiğimim ekonomik adımları siyasal adımların takip edeceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Öncelikle Türkiye siyasal elitini uluslar arası alanda tecrit etmek; sonrasında kriminal soruşturmalara konu etmek ve yönetememe krizini derinleştirmekten ibaret adımların sıraya girdiğini düşünüyorum. Şu çok sözü edilen S-400 tartışması da askeri sınıflandırmayı ifade eden bir kod adıdır. Esasen teknik ve askeri olarak S-400’ler hiçbir şey ifade etmiyor. Her ne kadar öyle ifade edilmese de kimse bunu Türkiye’nin taraf değiştirmesi olarak da görmüyor. Hatırlatmak istedikleri Türkiye’nin kendi başına böyle bir adımı atamayacağını ve buna kapasitesinin olmadığıdır. Muhtemelen bazı ambargoların yanında “Çuval Hadisesi”ne benzer bazı vakalar da tekerrür edebilir.

Post–Erdoğan sonrası (mı?)

Türkiye’de çokça dillendirilen “başka seçenekler” politikasının bir politikacı palavrası olarak ne maddi zemini vardır ne de yanaşılacak bir seçenek. Rusya hiçbir alanda Türkiye’nin sorunlarına çare olacak bir seçenek değildir. Bazıları Çin’den söz ediyor. Ancak Çin’le karşılıklı bir ticaret serbestliği en fazla üç ay içinde Türkiye’deki reel sektörü eritir. Teknik ve finansal transfer konusunda da Türkiye’ye sunacak kaynağa sahip değiller. Aslında Türkiye’yi yönetenlerde bunun farkında. O nedenle siyasal söylemde dini retorikten milliyetçi retoriğe kırdılar direksiyonu. Devleti tamamen MHP kadrolarıyla yeniden yapılandırıyorlar. Bu durumda AKP’ye ne kalıyor? AKP’den geriye sadece Erdoğan kalıyor. Mesele şu ki; Batı eliti artık Erdoğan’ı taşımak istemiyor. İki seçenek var ya O’nunla birlikte Türkiye de batışa gidecek ya da Türkiye büyük kayıplarla, ekonomik fakirleşme, siyasal daralma ile post-Erdoğan bir yeniden yapılandırma sürecine girecek. Bunun ihalesi de sanrım Avrupa’ya verilecek. Yakın dönemde İdlip ve İran meselesinde sözüne ettiğimiz kapasite aşımı çok yönlü şekilde tezahür edecektir. Ekonomi çevrelerinde “sıfıra doğru yarış” denilen bir olgu vardır. Türkiye Özal’dan beri bu yarışın içinde zaten. Aynı yarıştan söz edenler finans oligarşisinin daima arkasında bir enkaz bıraktığından da söz ederler. Son zamanlarda yaşadıklarımız iktisadın bilinen kurallarının icrasıdır aslında. Sorun şu ki, Türkiye’nin bu krizini fırsata çevirme yolunun hiç kimseye yararı yoktur. Hayalci olmadan tutarlı bir ekonomi projesine eşlik eden demokratik bir yeniden yapılanma, güçlü fren ve denge mekanizmalarına sahip bir demokratik cumhuriyet politikası en makul seçenek olarak duruyor olsa da dokularına çürüme işlemiş bir yapılanmadan böyle bir geri dönüş bekleyemeyiz. O zaman ortada bir tek seçenek kalıyor. Yıkıcı sarsıntılar ve parçalanma riski sadece herkes için felaket olmakla kalmazlar büyük ve yıllarca sürecek bir kaosa sürüklenmeyi bile getirebilirler.

Kürt sokağı

Kürt siyasal hareketinin mevcut hali, dili ve projesiyle alternatif bir Türkiye yaratma durumu söz konusu bile değildir. Elbette alternatifin önemli bir bileşeni olacaktır. Yakın ya da orta vadede bir post-Erdoğan döneminde uluslar arası güçler Kürt siyasal hareketinin mevcut halini kabul etmeyeceklerini daha net ifade edeceklerdir. Kürt sokağının en sevilen cümlelerinden biri olan “bir paradigma değişimi şart heval” şartı ileri sürülebilecektir. Çok emin olmamakla birlikte Suriye konusunda içinde İsrail’in de olduğu bir ABD ve Rusya anlaşması olduğunu düşünüyorum. İdlip’te bir gürültü çıksa da yakın dönemde Suriye sorunu soğumaya bırakılacak. Bu süre boyunca ABD ve Rusya bölgesi şeklindeki ayrımın derinleşerek süreceğini öngörebiliriz. Esad ile Kürtler arasındaki görüşmelerde yakın dönemde bir sonucun çıkması için statü, özsavunma ve ordulaşma meseleleri konusunda bir mutabakatın olması gerekiyor. Oysa ki Esad’la görüşmelerde süreci en çok zorlayacak başlıklar olarak bunlar öne çıkıyor. Öne çıkanlar umudu şimdilik biraz ırak kılıyor. Sorun Sahada alınanların masada verilmemesinde düğümleniyor. Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonu da sürdürülebilir bir noktada değildir. Efrin’de yeni bir Kıbrıs yaratma projesi bir pirus zaferine dönüşmüş durumda. Rojava’da, Efrin çözüm bağlamında son halka konumunda. Yıllar sonra vaka-i nüvisler Suriye’deki durumu izah ederlerken Efrin öncesi ve sonrası diye izah edecekler.

Kürt sokağında bir diğer önemli sorun da tarz-ı siyaset konudur. Siyaset kitleler için sıkıcı bir hale geldi artık. Giderek bir mesafe beliriyor zaten. Aynı tartışmalar, değişmeyen zihniyet ve tutucu tarzlar. Tekelcilik, egemenlik, iktidarcılık, mühendislik, bürokratik ve şematik dikey örgüt modeli, devlet taklidi kurumlar ve işleyiş… Sanki bu döngü hiç bitmeyecek.  Lacan ‘Siyaset bilinçdışıdır’ bile demiyorum; tek dediğim şu: ‘Bilinçdışı siyasetin ta kendisidir’ demişti. Aslında yapılan şey bir tarz-ı siyaset mi yoksa toplumsal bir mühendislik mi? sorusu tartışmanın can alıcı sorusunu oluşturuyor ve hakkıyla bu durum tartışılmayı bekliyor. Bilinmeli ki toplumda bu tarzdan son derece muzdarip. Efendilere karşı savaşırken yeni efendiler yaratmanın siyasal kazanımları sekteye uğratıcı bir yanı da var. Lacan, 1968 Paris olaylarından hareketle söylemişti zaten; “Devrimciler olarak istediğiniz şey, yeni bir Efendi. İstediğinize sahip olacaksınız.” Ama umut her zaman vardır ve hüzün her kentte mavidir. “Ne olacak halimiz?” diyen hallerin giderek bekleme pozisyonuna dönüşmesi karşısında Ada’dan gelecek bir esintinin kelebek etkisi göstereceği muhakkak. Ancak böyle bir etki Kürt sokağını silkeleyebilecektir.

Hülasa;

Dünyada yakın dönemde önemli bir kısır döngü iklimi olacak gibi duruyor. Birçok ülke milliyetçilikle geleceğe dair pozisyon almak istiyor. Bu durumu araya girerek Marks’ın Hegel’e atıfla, hepimizin diline pelesenk olmuş ünlü özdeyişi ile açıklayacaksak “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olur” dediği durumu yaşıyorlar şu anda.

Milliyetçilik belli bir tarihsel durumun tezahürü olarak ortaya çıktı. Günümüzün küreselleşen dünyasında artık komik kaçıyor. Tekno- kapitalist bir işletme dünyası şekilleniyor. Bu aynı anda birçok ülkeyi çapraz kesen hatlar oluşturuyor. Dolayısıyla alternatif bir projede aynı hatlara karşılık gelecek bir strateji oluşturulmasını zorunlu kılıyor. Bu strateji ekonomik, ekolojik ve sosyal bileşenler içerdiği gibi bir örgütleme sorunuyla da karşı karşıya kalıyor. Bizler Hindistan’daki köylüler, Amerika’daki kadınlar, İngiltere’deki işçiler ve Gana’daki kabilelerle hangi yakınlıkları, nasıl kuracağız? İşte esas soru budur heval… Yoksa ülke bazlı milliyetçi çözümler herkesin-ezilenlerin-başına beladır. Çözüm sizi sadece post-kolonyalist bir merhaleye evirip kendi efendilerinizle kavgaya tutuşacağınız başka tarihsel bir kavşağa bırakır. Evet “bir paradigma değişimi bu hatlar boyunca yaşanmalı heval.” Kapitalizmin istikrarsızlığı ulus –devletteki istikrarsızlıkları da açığa çıkarıyor. Bu gidererek derinleşme eğilimi olan son derece güçlü bir metamorfoza dönüşebilir. Sonrası mı?

O zaman herkese Matrix’teki gibi “deprem kuşağına hoş geldiniz, kırmızı hapı mı, yoksa mavi hapı mı seçeceksiniz? Denilecek…

Kırmızıyı seçerseniz trajedi, maviyi seçersiniz komedi!!!


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Gençlik festivali GezginFest Van başlıyor
Sonraki Haber
14 yıldır günlük yayınlanıyordu: Özgür Ses gazetesi artık haftalık çıkacak