Ana SayfaÇeviriSamir Amin’in son yazısı: 170 yıl sonra Komünist Manifesto

Samir Amin’in son yazısı: 170 yıl sonra Komünist Manifesto

HABER MERKEZİ – Geçtiğimiz Ağustos ayında aramızdan ayrılan Bağımlılık Okulu’nun kurucularından, Mısırlı Marksist düşünür Samir Amin’in Monthly Review‘e ölmeden önce gönderdiği son yazısının  başlığı “170 yıl sonra Komünist Manifesto” adını taşıyor. Ona göre Marks ve Engels’in kaleme aldığı bu metin “günümüz gerçekliğine, 1848’in gerçekliğinden daha çok tekabül ediyor.”


Çeviri: Özgür Girişen

Samir Amin


1

19. yüzyılın ortalarında yazılanların içinde, Karl Marks ve Friedrich Engels’in 1848’de yazdığı Komünist Manifesto kadar geçerliliğini koruyan başka metin yoktur. Bugün bile metnin tüm paragrafları günümüz gerçekliğine, 1848’in gerçekliğinden daha çok tekabül etmektedir. Marks ve Engels’in, o çağda anlaşılması neredeyse imkansız olan önermelerden yola çıkarak vardıkları sonuçlar 170 yıllık tarih boyunca meydana gelen gelişmelerle tamamen doğrulanmış durumdadır.

Sezgilerine bakınca, Marks ve Engels kendilerine vahiy inen iki peygamber miydi ya da kristal küreye bakan iki sihirbaz, yoksa olağanüstü iki varlık mıydı? Hayır. Onlar sadece, kapitalizmi tanımlayan ve niteleyen özü, kendi zamanlarında ve bizim zamanımızda yaşayan diğerlerinden daha iyi kavradılar. Marks, ilk örneği İngiltere’de ortaya çıkan yeni ekonomiyi ve Fransa’da başlayan yeni tarz siyaseti incelemek suretiyle tüm hayatını bu analizi derinleştirmeye adadı.[1]

Marks’ın Kapital’i, kapitalist üretim modelinin ve kapitalist toplumun ne olduğu ve daha önceki modellerden hangi açılardan farklı olduğu üzerine titiz bilimsel bir analiz sunar. 1. cilt, sorunun kalbine derinlemesine bir dalış yapar. Özel mülkiyet sahipleri arasında gerçekleşen meta mübadelelerinin (meta mübadelesi daha önceleri de var olmasına rağmen, modern kapitalist dünyada merkeziliği eşsiz olan bir fenomendir), özellikle de değer ve soyut toplumsal emeğin ne anlama geldiğini tam olarak açıklığa kavuşturur. Bu temelden yola çıkarak Marks, proletaryanın, emek gücünü “paralı adama” satışının, kapitalistin sömürdüğü artı değer üretimini ve peşi sıra gelen gelen sermaye birikimini nasıl garantiye aldığını anlamamızı sağlar. Değerin egemenliği yalnızca kapitalizmin ekonomik sisteminin yeniden üretimine değil, aynı zamanda modern toplumsal ve politik yaşamın tüm yönlerine hükmeder. Meta yabancılaşması kavramı toplumsal yeniden üretimin genel birliğini ifade eden ideolojik mekanizmaya işaret eder.

Marksizmin gelişimi ile doğrulanan bu entelektüel ve politik araçlar, değerini kapitalist gerçekliğin genel tarihini isabetli bir şekilde tahmin etmesi ile göstermiştir. Marksizmin dışından -ya da genelde karşıt düşüncelerden- bu gerçeklik hakkında düşünme girişimi olmaması karşılaştırılabilir sonuçlar doğurmuştur. Marks’ın, burjuva düşüncesinin ve özellikle de “vulgar” diye doğru bir şekilde nitelediği onun iktisat biliminin sınırlarına yönelik eleştirileri tam bir usta işidir. Bu yabancılaşmış düşünce, kapitalizmin temel gerçekliğinin ne olduğunu anlama becerisine sahip olmadığı için aynı zamanda kapitalist toplumun nereye doğru gittiğini de tahayyül edebilecek bir kapasiteye sahip değildir. Gelecek, sermaye egemenliğine son verecek sosyalist devrimlerle mi şekillenecek yoksa kapitalizm ömrünü uzatmada başarılı olup toplumun çöküşüne mi yol açacak? Burjuva düşüncesi Manifesto’da sorulan bu soruyu göz ardı ediyor.

Aslında bu bizim Manifesto’da okuduğumuz “her seferinde ya toplumun tümüyle devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan bir çatışma sürekli mevcuttur” cümlesidir.[2] Bu cümle benim uzun zamandır dikkatimi çekiyor. Buradan yola çıkarak, eşitsiz gelişme kavramı ve çeşitli, olası dönüşüm süreçlerinin merkezden değil çevreden başlayacağı fikrine odaklanan bir tarih okumasını tedrici bir şekilde formüle etme noktasına geldim. Aynı zamanda bu meydan okumaya karşılık gelen her iki yolu da açıklığa kavuşturma girişimlerim oldu: devrimci yol ve çöküş.[3]

Evrensel deneyimlerden tarihsel materyalizmin yasalarını çıkarma yolunu seçerek, bütün sınıflı toplumların eğilim gösterdiği, benzersiz bir prekapitalist modelin alternatif bir formülasyonunu, yani tribüter üretim modelini ortaya attım. Sonuç olarak, Batı’nın tarihi -eski Roma’nın kuruluşu, çözülüşü, feodal Avrupa’nın kuruluşu ve nihai olarak merkantilist çağın mutlakiyetçi devletlerinin kristalize oluşu- en güçlü örneği Çin olan, Batı dışındaki başka yerlerde görülen, Batı’daki kadar kesintiye uğramayan temel eğilimin özel bir biçimini ifade ediyor. Bizim tarih okumamızda köleci model evrensel değildir; özgüldür ve kati surette meta ilişkilerinin genişlemesine bağlı olarak ortaya çıkar. Ayrıca, feodal model de ilkel ve tribüter modelin tamamlanmamış bir formudur.

Bu hipotez, Roma’nın kuruluşunu ve akabindeki çözülüşünü tribüter yapıya prematüre bir girişim olarak görüyor. Roma İmparatorluğu ölçeğinde üretici güçlerin gelişmesi tribüter bir merkezileşmeyi gerektirmedi. Merkezileşme yönünde ilk başarısız girişim, Batı’nın mutlakiyetçi monarşileri çerçevesinde yeniden kurulacak olan merkezileşmeye bir geçiş olarak zorunlu bir feodal parçalanmayla sonuçlandı. Ancak bundan sonra eksiksiz tribüter modele yaklaşılmıştır. Dahası, Batı’daki üretici güçler, emperyal Çin’in eksiksiz tribüter modelindeki üretici güçlerin gelişmişlik düzeyini elde etme sürecinin daha başındaydı; şüphesiz bu bir tesadüf değildir.

Roma’nın başarısızlığı ve Batı’nın feodal parçalanmayla ifade edilen geri kalmışlığı kendisine kesinlikle tarihi bir şans vermiştir. Aslında eski tribüter modelin kendine has unsurlarıyla, barbar komünal modelin kombinasyonu feodalizmi karakterize etmiş ve Batı’ya esnekliğini bahşetmiştir. Bu, Avrupa’nın tamamlanmış tribüter evreyi yaşamadaki hızını, Doğu’nun üretici güçlerinin gelişme seviyesininin üstüne hızlı bir şekilde çıkmasını ve böylelikle Doğu’yu geride bırakıp kapitalizme geçişini izah ediyor. Bu esneklik ve hız, Doğu’nun durağanlığı ve eksiksiz tribüter modellerinin yavaş evrimi ile zıtlık oluşturmuştur.

Elbette ki başarısız tribüter inşanın yegâne örneği Roma-Batı, değildir. Bu türde, her biri kendine özgü koşullara sahip en az üç örnek daha sayabiliriz: Bizans-Arap-Osmanlı, Hindistan ve Moğolistan. Bu örneklerde, tribüter merkeziyetçiliği kurmak için atılan adımlar, sağlam bir sistem için gerekli olan, üretici güçlerin gelişimi için ihtiyaç duyulanları karşılamanın çok uzağındaydı. Her bir örnekte, merkezileşme biçimleri; muhtemelen devlet, para-feodal yapılar ve meta araçlarının spesifik kombinasyonlarıydı. Örneğin İslam Devleti’nde meta merkezileşmesi belirleyici bir rol oynadı. Hindistan’da peş peşe gelen başarısız girişimler, benim Konfüçyüsçülükle karşılaştırdığım Hindu ideolojiyle ilişkili olmalı. Cengiz Han imparatorluğuna gelince, bildiğimiz üzere o da son derece  kısa ömürlü oldu.

Günümüz emperyalist sistemi de, artığın dünya ölçeğinde merkezileşmesidir. Bu merkezileşme, kapitalist üretim tarzının temel yasaları ve kapitalist tarzın ona bağımlı çevredeki pre-kapitalist üretim tarzının üzerindeki egemenliği temelinde işledi. Dünya ölçeğinde sermaye birikim yasasını, bu ölçekte işleyen değer yasasının ifadesi olarak formüle ettim. Değerin merkezileşmesi üzerine kurulu emperyalist sistem, birikimin ivmelenmesi ve sistemin çevresindeki üretici güçlerin gelişimi durdurulup sakatlanırken, sistemin merkezindeki üretici güçlerin gelişmesiyle nitelendirilir. Gelişme ve az gelişme aynı madalyonun iki yüzüdür.

Yalnızca insanlar kendi tarihlerini yaparlar. Ne hayvanlar ne de cansız varlıklar kendi evrimlerini kontrol altında tutabilirler, aksine ona tabidirler. Praksis kavramı, determinizm ve insan müdahalesinin sentezinin bir ifadesi olarak topluma mahsustur. Altyapı ve üstyapı arasındaki diyalektik ilişki de topluma mahsustur, doğada muadili yoktur. Bu ilişki tek taraflı değildir. Üstyapı altyapının ihtiyaçlarının bir yansıması değildir. Eğer öyle olsaydı, toplum sürekli yabancılaşır ve kendini özgürleştirmede nasıl başarılı olabildiğini görmek mümkün olmazdı.

Bu, bir üretim modelinden diğerine nitelik olarak farklı iki tür geçişi ayırt etmeyi önermemizin sebebidir. Eğer bu geçiş bilinçsizce ya da yabancılaşmış bir bilinçle gelişirse, yani sınıflar üzerinde etkisi olan ideoloji değişim sürecini sınıfların kendi kontrollerine almalarına izin vermezse bu süreç, ideoloji bu doğanın bir parçası haline gelerek doğadaki değişime benzer bir şekilde işleyecektir. Bu tür bir geçiş için biz “çöküş modeli” ifadesini uygun buluyoruz. Ama tersi olur da, ideoloji arzu edilen değişimlerin gerçek boyutunu bütünüyle ele geçirirse ancak o zaman devrimden söz edebileceğiz.

Burjuva düşüncesi, kapitalizmin sonsuza kadar sürecek rasyonel bir sistem ve “tarihin sonu” olduğunu düşünebilmek için bu soruyu görmezden gelmek zorunda.

2

Marks ve Engels de aksine, Manifesto zamanından bize kapitalizmin insanlık tarihinde sadece küçük bir parantez olduğunu şiddetle savunuyorlar. Gelgelelim, onların zamanındaki kapitalist üretim modeli, İngiltere, Belçika, Kuzey Fransa’nın küçük bir bölümü ve Prusya Vestpalyası’nın batısından öteye gitmiyordu. Avrupa’nın diğer bölgelerinde karşılaştırılabilecek bir bölge yoktu. Buna rağmen Marx, “yakın zamanda” Avrupa’da bir sosyalist devrimin olacağını düşündü. Bu beklenti Manifesto’nun her satırında apaçık görülmektedir.

Şüphesiz, Marks devrimin hangi ülkede patlak vereceğini bilmiyordu. Kapitalist gelişmede ileri gitmiş olan İngiltere olabilir miydi? Hayır. Marks, İngiliz proletaryasının, İrlanda’nın sömürgeleştirilmesine verdiği destekten vazgeçmeden bunun mümkün olmayacağını düşünüyordu. Kapitalist olarak daha az gelişmiş ama büyük devrimin getirdiği mirasla politik olarak daha gelişmiş bir halkı barındıran Fransa olabilir miydi? Belki 1871 Paris Komünü, sezgilerinde Marks’ı haklı çıkarabilirdi. Aynı sebeple Engels de devrimi en çok “geri kalmış” Almanya’dan bekliyordu: burada proleter ve burjuva devrimi aynı anda patlak verebilir. Manifesto’da bu bağlantıya şöyle işaret ediyor: “Komünistler dikkatlerini en başta Almanya’ya yöneltirler; çünkü Almanya burjuva devriminin arifesindedir ve çünkü bu altüst oluşu genel olarak Avrupa uygarlığının daha ileri olduğu koşullarda ve onyedinci yüzyıl İngilteresi ile on sekizinci yüzyıl Fransa’sındakinden çok daha gelişmiş bir proletarya ile gerçekleştirecektir. Öyle ki Alman burjuva devrimi ancak akabindeki bir proletarya devriminin dolaysız ön gösterisi olabilir.”[4]

Bu gerçekleşmedi: Gerici Prusya’nın dünya-tarihsel sahtekâr Bismark yönetimi altında birleşmesi ile Alman burjuvazisinin korkaklığı ve politik vasatlığı milliyetçiliğe zafer kazandırdı ve halk ayaklanmasını da marjinalize etti. Marks ömrünün sonuna doğru bakışını devrimci bir rota izleyebileceği konusunda beklentisinin olduğunu Vera Zasulich’le mektuplaşmasından anladığımız Rusya’ya çevirdi.

Sonuç olarak Marks, devrimci dönüşümün sistemin çevresinden başlayabileceğine dair bir sezgiye sahipti- Lenin’in, sonrasında “zayıf halka” diye nitelendirdiği. Fakat Marks, kendini bu noktada dayatan her durum için çıkarımda bulunamadı. Bunu görmek için, “tek ülkede sosyalizmin inşası” olarak nitelenen yeni bir strateji tahayyül edebilmeye başlayan komünistler V.I. Lenin ve Mao Zedung ile tarihin yirminci yüzyıla doğru ilerlemesini beklemek gerekti. Bu, benim uygun bulmadığım uzun bir açımlama yapmayı tercih ettiğim bir ifadedir: “Sosyalizme geçişin uzun yolunda atılan eşitsiz adımlar, egemen emperyalizmin sürekli savaş ve ağır tecrit stratejisi uyguladığı ülkelerle sınırlı kaldı.”

Komünizm istikametinde sosyalizme doğru uzun tarihi geçişle ve bu hareketin evrensel kapsama alanı ile ilgili tartışma, proletaryanın kendinde sınıftan kendi için sınıfa dönüşümü, kapitalist küreselleşmenin koşulları ve etkileri, bu uzun geçişte köylülüğün yeri ve anti-kapitalist düşüncedeki ifade çeşitliliği gibi bir dizi soruyu ortaya koyar.

3

Marks kapitalizmin misyonunun dünyayı fethetmek olduğunu herkesten daha iyi anladı. Bunu fethin tamamlanmasına daha uzun yılların olduğu bir zamanda yazdı. Bu misyonu, köklerinden, üç yüzyıllık merkantilizmden kapitalizmin eksiksiz son haline geçişin başlangıç noktası Amerika’nın keşfinden yola çıkarak inceledi.

Manifesto’da, “Modern sanayi Amerika’nın keşfiyle yolu açılan dünya pazarını kurdu… Burjuvazi dünya pazarını sömürerek bütün ülkelerdeki üretim ve tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırdı” diye yazdı.[5]

Marks insanlık tarihinin yeni fenomeni bu küreselleşmeyi memnuniyetle karşıladı. Manifesto’daki birçok sayfada bunun işaretlerini görürüz. Örneğin: “Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına has ilişkilere son vermiştir.”[6] Ayrıca: “Burjuvazi kırsal alanı kentin boyunduruğuna soktu…ve böylece nüfusun hatırı sayılır bir bölümünü kır yaşamının budalalığından (yalıtılmışlığından –Ed.) kurtardı. Tıpkı kırsal alanı kente bağımlı kıldığı gibi barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere, köylü halkları burjuva halklara, Doğu’yu Batı’ya bağımlı hale getirdi.”[7]

İfadeler çok açık. Marks hiçbir zaman geçmişe takılıp, eski güzel günlere üzülen biri olmadı. Düşüncelerini her zaman, Avrupa-merkezci gibi görünen bir noktaya kadar varan modern bakış açısıyla ifade etti. Bu doğrultuda epeyce yol gitti. Ama kent emekçilerinin barbarlaştırılması, proletaryanın rezil edilmesi değil miydi? Marks kapitalist yayılmaya eşlik eden kentlerdeki sefaleti görmezden gelmedi.

Manifesto’da Marks, sömürgeleştirilmiş ülkelerde çok daha büyük çapta olmak üzere Avrupa’nın kendisinde de meydana gelen köylü sınıfın imhasının politik sonuçlarını doğru bir şekilde ölçebilmiş midir? Kapitalizmin dünya çapında yayılmasının eşitsiz karakteri ile doğrudan ilişkili olarak bu sorulara dönüyorum.

Marks ve Engels Manifesto’da, kapitalizmin dünya çapında yayılmasının homojen olmadığını, yani fethedilmiş Doğu’ya tarihindeki kördüğümden kurtulma ve Batılı ülkelerin verdiği imaja uygun bir şekilde “uygar” uluslar ve gelişmiş ülkeler haline gelme şansı tanımayacağını henüz bilmiyorlardı. Birkaç metninde Marks, Hindistan’ın sömürgeleştirilmesini teselli olarak sunuyor. Fakat Marks sonrasında fikrini değiştirdi. Sistematik, ayrıntılı bir şekilde oluşturulmuş argümanlar yerine bu göndermelerin kullanılması sömürgeci fethin yıkıcı etkilerini kanıtlamaktadır. Marks, benim eşitsiz gelişme olarak adlandırdığımın,bir başka deyişle, egemen merkez ile egemenlik altına alınmış çevre arasındaki karşıtlık ve bununla birlikte, kapitalist küreselleşme (doğası gereği emperyalist olan) çerçevesi içinde kapitalizmin araçlarıyla merkeze “yetişmenin” imkansızlığı üzerine kurulu sistematik yapının yavaş yavaş farkına varıyor.

Bu bağlamda, eğer kapitalist küreselleşme dahilinde merkeze “yetişmek” mümkün olsaydı, hiçbir politik, toplumsal ya da ideolojik güç buna muhalefet etmede başarılı olamazdı. Çin’e “açılma” sorununa ilişkin Marks Manifesto’da Marks “Burjuvazinin metalarının ucuz fiyatları bütün Çin setlerini yerle bir eden, barbarların yabancılara karşı aşırı derecedeki nefretini zorla dize getiren ağır toplardır. ”[8] diyor.

Bu açılmanın oluş şeklinin bu olmadığını biliyoruz: Çin’e “açılmayı” sağlayan İngiliz donanmasının toplarıydı. Çin ürünlerinin rekabet gücü çoğunlukla Batınınkilerden yüksekti. Aynı zamanda şunu da biliyoruz ki, Hindistan’a egemen olmayı sağlayan İngiliz sanayisinden daha gelişmiş değildi (aynı şekilde, Hint tekstil ürünleri İngilizlerinkinden daha kaliteliydi). Aksine Hindistan’ın egemenlik altına alınması (ve Hint sanayisinin yok edilmesi) Büyük Britanya’ya ondokuzuncu yüzyıl kapitalist siteminin hegemonik konumunu bahşetti.

Gelgelelim, yaşlı Marks gençliğinin Avrupa merkezciliğini nasıl terk edeceğini öğrendi. Dünyanın evrimi ışığında görüşlerini nasıl değiştireceğini biliyordu.

Böylece, 1848’de Marks ve Engels, kapitalizmin tarihte küçük bir parantez olduğunu onaylar bir şekilde, Avrupa’da kendi zamanlarında bir ya da daha fazla sosyalist devrimin mümkün olduğunu düşündüler. Çok geçmeden olgular onları haklı çıkardı. 1871 Paris Komünü tarihteki ilk sosyalist devrimdi. Ne var ki, aynı zamanda gelişmiş kapitalist bir ülkede başarılan son devrimdi. İkinci Enternasyonal’in kuruluşuyla, Engels, özellikle Almanya’da yeni devrimci ilerlemeler için umudunu yitirmemişti. Tarih onun yanıldığını kanıtladı. Fakat İkinci Enternasyonal’in 1914’deki ihanetinin kimseyi şaşırtmaması gerekirdi. Reformizme kaymanın ötesinde, tüm Avrupa’daki işçi partilerinin, burjuvazilerinin yayılmacı, sömürgeci ve emperyalist politikalarıyla uyum içinde olması İkinci Enternasyonal’in partilerinden pek birşey beklenemeyeceğini göstermişti. Dünyanın dönüşümünün cephe hattı Doğu’ya doğru, 1917’de Rusya’ya, ve daha sonra da Çin’e taşındı. Kuşkusuz, Marks bunu tahmin etmedi ama daha geç zamanlarda yazdığı metinleri bize Rus Devrimi’nin Marks için muhtemelen sürpriz olmayacağını düşünmemizi sağlıyor.

Çin açısından Marks gündemde olanın bir burjuva devrimi olduğunu düşünmüştü. Ocak 1850’de şunları yazdı: “Bizim Avrupalı gericilerin… en sonunda Çin Seddi’ne ulaştıklarında… anıtın üzerinde Républiquechinoise, Liberté, Egalité, Fraternité yazısını bulmayacaklarını kim iddia edebilir”[9] 1911 devriminin ve Sun Yat-Sen’in Kuomintag’ı da tıpkı Marks gibi bunu hayal etti ve (burjuva) Çin Cumhuriyeti’ni ilan etti. Fakat Sun, ne eski rejim güçlerini (ülkeyi yeniden ele geçirdiler) yenmeyi ne de emperyalist güçleri, özellikle de Japonya’yı, defetmeyi başardı. Chiang Kai-shek’in Kuomintag’ındaki kayma, Lenin ve Mao’nun özgün bir burjuva devrimi için artık bir neden kalmadığı ve çağlarının artık sosyalist devrim çağı olduğu anlamına gelen argümanlarını teyit etti. Tıpkı Rusya’da, 1917 Şubat devriminin, eski rejime karşı bir zafer kazanamadığı için geleceğinin olmadığı ve Ekim Devrimi’ne gereksinim duyması gibi, 1911 Çin Devrimi de, aynı anda ulusal ve toplumsal kurtuluş beklentilerini karşılayabilecek yegâne kişilerin, Maoist Komünistler’in devrimine ihtiyaç duydu.

Sonuç olarak, Paris Komünü’nden sonra ikinci sosyalist devrimi sistemin “zayıf halkası” Rusya başlattı. Lakin, Avrupa işçi sınıfı haraketi, Rus Ekim Devrimi’ni desteklemedi aksine ona karşı mücadele etti, karşı çıktı. Rosa Luksemburg Avrupa işçi hareketlerinin bu yönde kayışını çok sert sözlerle eleştirdi. Başarısızlıklarından, ihanetlerinden ve “Alman proletaryasının tarihi görevini yerine getirmedeki hamlığından” söz etti.[10]

Gelişmiş Batı’da işçi sınıfının devrimci gelenekleri terk ederek geri çekilmesi hususuna, kapitalizmin emperyalist yayılmasının yıkıcı etkilerine ve emperyal toplumların bir bütün olarak (yalnızca burjuvazi değil) hâkim konumlarından elde ettikleri faydanın altını çizerek yaklaştım. Bu yüzden Ekim Devrimi’nin evrensel önemi üzerine okumamda bir bölümün tamamını, Avrupa işçi sınıfının tarihi görevinden vazgeçmesine ve Luksemburg’un  ifadelerine yol açan gelişmelerin analizine ayırmanın gerekli olduğuna kanaat getirdim. October 1917 Revolution isimli kitabımın dördüncü bölümünü kast ediyorum.

4

Dolayısıyla, sosyalist ya da komünist değişimin uzun yolunda atılacak devrimci adımlar hiç şüphe yok ki yalnızca dünya sisteminin çevresinden; tam da kapitalist küreselleşmeye dahil olarak “yetişmenin” mümkün olmadığını anlayan ve bu yüzden başka bir şey yapılmalı, yani sosyalist doğaya geçiş yolundan gidilmeli diyen ilericilerin bulunduğu ülkelerde başlayacak. Lenin ve Mao bu kanaati, çağımızın artık burjuva devrimleri çağı olmadığını, bunun yerine sosyalist devrimler çağı olduğunu ilan ederek ifade etmişlerdi.

Varılan bu sonuç bir başkasını gerektiriyor: sosyalizme geçiş tek bir ülkede olacak ve ayrıca dünya emperyalizminin karşı saldırılarından ölümcül bir şekilde yalıtılacak. Seçenek yok; eşzamanlı bir dünya devrimi olmayacak. Böylece, bu yolu tutan halklar ve devletler iki büyük sorunla karşı karşıya kalacak: (1) emperyalist kuvvetler tarafından yürütülen daimi bir savaşa (sıcak ya da soğuk) direnme; ve (2) sosyalizme doğru giden yeni yolda ilerlerken köylü çoğunluğu bu yola başarılı bir şekilde dahil etme. Ne Manifesto, ne de sonrasında Marks ve Engels bu sorulara dair bir şey söyleyecek konumdaydı; onların yerine bunu yapma sorumluluğu şu an yaşayan Marksizmin omuzları üzerindedir.

Bu düşünceler beni Marks ve Engels’in Manifesto’da köylülere ilişkin geliştirdikleri görüşleri değerlendirmeye itiyor. Marks kendisini, Avrupa’nın henüz tamamlanmamış burjuva devrimlerinin zamanı olan kendi zamanı içinde konumlandırıyor. Bu bağlamda Manifesto şuna işaret ediyor: “Demek ki proleterler bu aşamada kendi düşmanlarına karşı değil, düşmanlarının düşmanlarına karşı, mutlak monarşinin kalıntılarına, toprak sahiplerine… böylece elde edilen her zafer burjuvazinin zaferi olur.”[11]

Fakat burjuva devrimi, özellikle Fransa örneğinin gösterdiği gibi, köylülere toprak verdi. Böylece, köylülük büyük çoğunlukla, özel mülkiyetin kutsal karakterini savunanların kampına geçerek burjuvazinin müttefiki ve işçi sınıfının düşmanı haline geliyor.

Şu var ki, sosyalist dönüşümün ağırlık merkezi egemen emperyalist merkezlerden, boyunduruk altına alınmış çevreye göç edince köylü sorunu radikal bir değişikliğe uğrar. Halen daha, büyük köylü çoğunluğa sahip toplum koşullarında ve sosyalist öncüler bu çoğunluğu emperyalist kapitalizme karşı savaşan bloğa dahil edebilecek stratejileri uygulayabildikleri sürece devrimci atılımlar mümkün hale gelir.

5

Marks ve Engels, “her çağın hakim fikirleri her zaman hakim sınıfların fikirleri”[12] olduğu için, Manifesto’da da sonraki yazılarında da emekçi sınıfların kendiliğinden bir devrimci potansiyele sahip olduklarını asla düşünmediler. Bu gerçekten dolayı işçiler de diğerleri gibi kapitalist toplumun işleyişinde köşe taşı olan rekabet ideolojisine taraftardırlar ve böylece “proleterlerin bir sınıf olarak ve bunun sonucunda da bir siyasi parti olarak örgütlenmeleri kendi aralarındaki rekabet yüzünden sürekli sekteye uğrar”[13]

Sonuç olarak, proletaryanın kendinde sınıftan kendi için sınıfa dönüşmesi için komünist bir öncünün müdahalesine gereksinim vardır: “Komünistler…bir yanda bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı en ilerici parçasıdırlar; öte yandan teorik açıdan proletaryanın geri kalan kitlesi karşısında proletarya hareketinin koşullarını, seyrini ve nihai genel sonuçlarını kavrama üstünlüğüne sahiptirler.”[14]

Öncülerin kaçınılmaz rolünün tasdiki Marks’ın tek partiden yana olduğu anlamına gelmez.Manifesto’da : “Komünistler öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti kurmazlar.…İşçi sınıfı hareketine şekil vermek ve onu bir kalıba sokmak için sekter ilkeler ortaya koymazlar” diye yazar.[15]

Ve sonrasında, İşçi Enternasyonali’nin nasıl olması gerektiği konusunda Marks, reel halk ve işçi kitlesinden beslenen tüm düşünce ve eylem akımlarıyla, tüm partilerle bütünleşilmesi gerektiğini düşündü. Birinci Enternasyonal üye olarak Fransız Blankistlerini, Alman Lasalcıları, İngiliz Sendikalistlerini, Proudhon’u, anarşistleri, Bakunin’i içinde barındırdı. Elbette ki Marks eleştiriyi, sıklıkla da sert eleştiriyi birçok partnerinden esirgemedi. Birinci Enternasyonal’in kısa ömrünün kökeninde bu tartışmaların sertliği olduğu iddia edilebilir. Varsın öyle olsun. Ama bunlara rağmen bu örgüt, gelecekte kapitalizme karşı savaşacak olan kadroların eğitim aldıkları ilk okuldu.

İki gözlem / görüş partinin ve komünistlerin rolü sorununa bizi götürüyor.

Birincisi komünist hareket ve ulus arasındaki ilişkiye dairdir. Manifesto’da şu satırları okuruz: “İşçilerin vatanı yoktur. Onlarda olmayan bir şeyi onlardan alamayız. Proletarya önce siyasi egemenliği ele geçirmek, ulusal sınıf konumuna yükselmek, kendini ulus olarak kurmak zorunda olduğu ölçüde ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.”[16] Ve “içerikte olmasa bile biçimde proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi ilk önce ulusal bir mücadeledir.”[17]

Kapitalist dünyada proleterler kendi ülkelerinin milliyetçiliği ile aynı düşüncede olmazlar çünkü onlar o ulusa ait değillerdir. Burjuva dünyada milliyetçiliğin işlevi bir yandan ülkedeki işçilerin sömürülmesine, diğer yandan da  yabancı rakipleriyle mücadele ve emperyalist hırslarını gerçekleştirmede meşruiyet sağlamaktır. Ne var ki, olası sosyalist devrimin zaferi herşeyi değiştirecektir.

Yukarıda sözü edilenler, çevredeki toplumların sosyalizme geçişlerindeki ilk uzun aşamalarla ilgilidir. Aynı zamanda, benimsenen yolların kaçınılmaz çeşitliliğine bir saygının da ifadesidir. Bunun yanında, komünizmin nihai amacı kavramı proleter ulusların bu ulusal çeşitliliğinin önemini pekiştirir. Manifesto, komünizmin; bireylerin, kitlelerin ve ulusların çeşitliliği üzerine kurulduğunu zaten özlüce  ifade etti. Dayanışma hiçkimseyi dışlamaz, aksine hepsinin özgürce gelişmesini içerir. Komünizm, “bireyciliği” övmesine rağmen gerçekte rekabet aracılığıyla, sermaye egemenliği tarafından formatlanmış klonlar üreten kapitalizmin antitezidir.

Bununla bağlantılı olarak yakınlarda yazdığım October 1917 Revolution kitabımdan alıntı yapacağım:

Yürüdüğü çerçeve içerisinde stratejinin sınıfsal içeriği tanımlanmadığı müddetçe, ulusal bağımsızlığa taraftar olmak ya da karşı çıkmak çok ciddi yanlış anlamalara neden olur. Kapitalist toplumlardaki hakim toplumsal blok, ulusal bağımsızlığı kendi sınıf çıkarlarını yükseltmek için araç olarak görüyor. Ülkenin emekçi sınıfını kapitalist sömürüye tabi tutarken diğer yandan eş zamanlı olarak da küresel sistem içerisindeki konumunu sağlamlaştırıyor. Günümüzde, Triad’ın (ABD, Avrupa, Japonya) finans tekelleri tarafından yönetilen küreselleşmiş liberal sistem koşullarında ulusal bağımsızlık, yönetici sınıflara sistem içerisinde rekabet edebilen konumlarını korumalarına olanak sağlayan bir araçtır. ABD hükümeti, bu değişmeyen pratiğin en belirgin örneğini bize sunuyor: egemenlik, ABD tekelci sermayesinin ayrıcalıklı bir koruması olarak düşünülüyor ve bu anlama gelmek üzere ABD’nin ulusal yasalarına, uluslararası yasaların üzerinde bir öncelik tanınıyor. Bu, aynı zamanda geçmişte Avrupalı emperyalist güçlerin de pratiğiydi ve şimdi de Avrupa Birliği dahilindeki büyük devletlerin pratiği olarak devam ediyor.[18]

Bağımsızlığın erdemlerine düzülen methiyelerdeki milliyetçi söylemin amacının, egemen sınıf çıkarlarının hizmetinde çalıştığını gizlemek olduğu anlaşıldığı anda, bunun emekçi sınıfları savunanlar tarafından kabul edilemez olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Lakin bağımsızlık savunusunu, burjuva milliyetçiliği tarzına düşürmemeliyiz. Bağımsızlık savunusu, sosyalizme giden uzun yolda halkçı alternatifi muhafaza etme açısından hiç de daha az sonuç alıcı bir tutum değildir. Hatta bu yönde ilerlemenin kaçınılmaz koşulunu oluşturuyor. Bunun nedeni, küresel düzenin (ayrıca alt-küresel Avrupa düzeni) yukarıdaki halinden, yönetici sınıfların ortak kararlarıyla asla dönüşmeyecek olmasıdır. Bu noktada ilerleme her zaman, bir ülkeden diğerine değişen, mücadelenin eşitsiz gelişmesinin sonucudur. Küresel sistemin (ya da Avrupa Birliği alt sistemi) dönüşümü, çeşitli ülkeler çerçevesinde yürüyen, güçler arasındaki uluslararası dengede değişiklik yaratan bu değişimlerin ürünüdür. Nihayetinde dünyayı değiştirecek, kararlı mücadelelerin yayılması için tek çerçeve ulus-devlet oluyor.

Doğası gereği kutuplaştırıcı sistemin çevresindeki halkların; anti emperyalist, merkez tarafından dayatılan sistemi reddeden ve bunun için de potansiyel antikapitalist, olumlu, ilerici bir milliyetçilik konusunda uzun bir deneyimleri var. Sadece potansiyel diyorum çünkü bu milliyetçilik, egemen merkezin ulusal kapitalizmlerini yakalayabilecek, ulusal kapitalist bir düzen inşa etmek gibi bir yanılgıyı da teşvik edebilir. Bir başka deyişle, çevredeki milliyetçilik, yalnızca anti emperyalist kaldığı ve küresel liberal düzenle çatışmayı sürdürdüğü müddetçe ilericidir. Bunun dışındaki, küresel liberal düzeni kabul eden herhangi bir milliyetçilik (bu durumda yalnızca ulusal cephe), kendi halklarını ve daha zayıf partnerlerini sömürme ve böylelikle alt-emperyalist güçler olarak iş görme amacı taşıyan yerel yönetici sınıfların aracı durumundadır.

Bu iki zıt ulusal bağımsızlık kavramı üzerindeki kafa karışıklığı ve bununla gelen her türlü milliyetçiliği reddetme küresel liberal düzenden çıkma ihtimalini yok ediyor. Ne yazık ki sol -Avrupa ve diğer yerlerde- çoğunlukla bu kafa karışıklığının kurbanı oluyor.

İkinci bir nokta da, Manifesto’dan hatırlayacağımız, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak toplumun yalınlaşmış olmasına rağmen işçi sınıfının parçalanmışlığıyla ilgilidir: “Dönemimizin, burjuva döneminin, ayırt edici bir özelliği vardır; sınıf karşıtlıklarını yalınlaştırmıştır. Toplum bütün olarak iki büyük düşman kampa, birbirleriyle doğrudan karşı karşıya gelen iki büyük sınıfa bölünmektedir: Burjuvazi ve proletarya.”[19]

1848’de zar zor görülebilen bu iki hareket -proletaryanın konumunun genelleşmesi ve eşzamanlı olarak dünya işçi sınıfının parçalanmışlığı- günümüzde çok daha net bir şekilde görülmektedir.

Uzun yirminci yüzyıl boyunca, günümüze kadar, proletaryanın koşullarında daha önce görülmemiş bir genelleşmeye tanıklık ettik. Bugün, kapitalist merkezlerde nüfusun neredeyse tamamı emek gücünü satan işçi statüsüne indirilmiştir. Ve çevre ülkelerde de köylüler, onları egemenlik altına alınmış taşeronlara dönüştürerek bağımsız üretici konumlarını yok eden, gerçekte ise emek gücünü satanların statüsüne indirgeyen ticari ağlara daha önce hiç olmadığı kadar entegre oldular.

Bu faaliyet fakirleştirme süreçleriyle ilişkilidir: birey “fakirleşir ve bu fakirleşme nüfustan da zenginlikten de daha hızlı gelişir.”[20] Bu, Kapital’de ele alınıp genişletilen yeniden fakirleşme tezi vulgar iktisatçıların alaycı eleştirilerine konu olmuştur. Ve günümüzde, dünya kapitalist sistemi düzeyinde -gerçekliğin analizi için gerekli olanın tam kapsamını veren yegane düzey- bu fakirleşme Marks’ın hayal ettiğinden çok daha görünür ve gerçektir. Ne var ki, buna paralel olarak kapitalist güçler, emekçi sınıfları ulusal ve uluslararası olmak üzere her düzeyde parçalamayı amaçlayan sistematik stratejileri uygulayarak genelleştirilmiş proleterleşmenin yaratacağı tehlikeyi azaltmakta başarılı oldu.

6

Manifesto’nun “Sosyalist ve Komünist Edebiyat” başlıklı üçüncü bölümü o dönemin okuruna gerçekten geçmişe aitmiş gibi görünebilir. Burada Marks ve Engels bize, tarihi konulara ilişkin kendi zamanlarına ait yorumları ve yine kendi zamanlarına ait entelektüel ürünleri takdim eder. Çoktan unutulmuş bu sorular bugün, yalnızca arşivcilerin ilgi alanına giriyor.

Fakat, daha yeni, hatta günümüze ait bazı hareketler ve söylemlerle olan benzerlikler aklıma geliyor. Marks, kapitalist yayılmanın mantığına dair hiçbir şey anlamayan her türden reformisti eleştirir. Bunlar sahneden çekildi mi? Marks, kapitalizmin yanlış yaptığı işleri kınayan ama bununla beraber “politik eylemde…işçi sınıfına karşı her türlü zorlayıcı tedbirin yanında yer alanların”[21] yalanlarını ele verdi. Yirminci yüzyılın faşistleri ile günümüzün sözde dinci hareketleri (Müslüman Kardeşler, Fanatik Hinduizm ve Budizm) arasında bir fark var mı?

Marks’ın, Marksizmin rakipleri ve ideolojilerine yönelik eleştirileri ve bunun yanında, sözcülüğünü yaptıkları toplumsal çevreyi tanımlamak için gösterdiği çabalar, Marks açısından ve bizim açımızdan, gerçek antikapitalist hareketlerin ilham kaynaklarının çeşitli olmaması gerektiği anlamına gelmiyor. Halkların etkili mücadelesi ve gelecek vizyonu için gerekli koşul olan yeni bir Enternasyonal kurma perspektifinden doğan bu konuya ilişkin görüşlerimi yakın zamanda ifade ettiğim yere okuyucuyu yönlendiriyorum.[22]

7

Manifesto’dan anladığım aşağıdaki sözlerle yazıyı noktalıyorum.

Manifesto, uzun uygarlık tarihi boyunca eşi benzeri olmayan kapitalist modernitenin zaferine ve esinlediği dinamizme yazılmış bir ilahidir. Fakat aynı zamanda, Marks’ın her zaman kavradığı ve bize hatırlattığı gibi mekanizması kaos üretiminden başka bir şey olmayan sistemin son şarkısıdır. Kapitalizm, değişimine yol açacak maddi, manevi, politik ve ideolojik tüm koşulları yarattı. Kapitalizmin tarihsel rasyonalitesi bu ürettiklerinin ötesine geçemeyecek.

Marks’ın bakış açısı olduğuna inandığım, Manifesto’dan İkinci Enternasyonal’e kadar Engels’le yaşayan bu bakış açısını hep savundum. İleri sürdüğüm analizler, kapitalizmin uzun olgunlaşma dönemi -on yüzyıl- ve bu olgunlaşmaya dünyanın diğer bölgelerinden sunulan katkılar (Çin, İslamik Doğu, İtalyan şehirleri ve son olarak Atlantik Avrupası), zirve noktası (ondokuzuncu yüzyıl) ve son olarak iki sistemik krizle (birincisi 1890’dan 1945’e, ikincisi 1975’den günümüze) kendini gösteren uzun gerileme dönemiyle ilgilidir. Bu analizler, Marks’da sadece sezgi olarak var olan düşünceleri derinleştirme amacı taşımaktadır.[23] Kapitalizmin tarihteki yerine ilişkin bu görüş İkinci Enternasyonal’de Marksizm içindeki reformist akımlar tarafından terk edildi ve daha sonra Marksizm dışında geliştirildi. Yerini, kapitalizm yalnızca, gelişmiş merkezlerindeki modele göre gezegeni homojen hale getirdiği takdirde görevini başarıyla yerine getirmiş olacak diyen görüş aldı. Kapitalizm doğası gereği kutuplaştırıcı olduğu için gerçekçi olmayan, kapitalizmin küresel olarak gelişimi yönündeki ısrarlı görüşe karşı, dünyanın devrimci süreçlerle dönüştürülmesi görüşünü ortaya koyuyoruz—medeniyetin çöküşüne doğru yol alan ölümcül iniş çıkışlara teslimiyeti bırakıyoruz.


[1] October 1917 Revolution’ın üçüncü bölümünde bu konuyla ilgili yazdım: A Century Later (Montreal: Daraja, 2017).

[2] Karl Marx and Frederick Engels, The Communist Manifesto (New York: Monthly Review Press, 1998), 2.

[3] Bu sorunla ilgili daha fazla bilgi için Class and Nation isimli kitabımın son bölümüne bakabilirsiniz (New York: Monthly Review Press, 1980).

[4] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 61–62.

[5] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 4–8.

[6] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 5.

[7] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 9. Editors’ün Notu: “Idiocy” (ahmaklık ç.n.) kelimesi yanlış bir çeviridir: çünkü klasik Grekçede Idiotes şehirden (polis) dışlanma anlamına gelir ama Almanca’da ahmak anlamına geldiği için, terim Almanca sanılarak yanlış çevrilmiştir—bu durum Manifesto’nun birkaç çevirisinde fark edilmiştir Manifesto. See Hal Draper, The Adventures of the Communist Manifesto (Berkeley: Center for Socialist History, 1998), 211.

[8] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 9

[9] Karl Marx and Frederick Engels, On Colonialism (New York: International Publishers, 1972), 18.

[10] Rosa Luxemburg, The Russian Revolution, 1918, available at http://marxists.org.

[11] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 17.

[12] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 37.

[13] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 18–19.

[14] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 25–26.

[15] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 25.

[16] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 35–36.

[17] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 22.

[18] Amin, October 1917, 83–85. The Implosion of Contemporary Capitalism isimli kitabımın 4. bölümünde  bu sorunu Avrupa özelinde tartıştım (New York: Monthly Review Press, 2013).

[19] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 3.

[20] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 23.

[21] Marx and Engels, The Communist Manifesto, 44.

[22] Bkz. “UnitéetDiversité des MouvementsPopulaires au Socialisme” in the book Egypte, Nassérisme et Communisme; and “L’Indispensable Reconstruction de l’Internationale des Travailleurs et des Peuples,” in Investig’Action blog, http://investigaction.net/fr.

[23] Bakınız Samir Amin, The Implosion of Contemporary Capitalism.


Yeni Yaşam‘dan aldığımız bu yazı Özgür Üniversite‘de de yayınlanmıştır. Özgür Girişen’in tercüme ettiği yazının orijinaline de BURADAN bakabilirsiniz.



Önceki Haber
Suriye konulu dörtlü zirvenin ardından ortak açıklama
Sonraki Haber
Marcos'un "Zapatista'nın kalbi" dediği bir kadın devrimci: Comandante Ramona