Ana SayfaManşetÇağın tüketmek istediği bir varoluş biçimi: Direniş – Fatma Koçak

Çağın tüketmek istediği bir varoluş biçimi: Direniş – Fatma Koçak

HABER MERKEZİ – Jineoloji dergisinin 11. sayısı “Kadın Direniş Yöntemleri I” geçtiğimiz günlerde çıktı. Derginin bu sayısında yer alan makalelerden biri de Fatma Koçak’ın kaleme aldığı “Çağın tüketmek istediği bir varoluş biçimi: Direniş”. Koçak bu yazısında 1915’te halkını korumak için 25 kişilik bir kadın birliği kurarak direniş örgütleyen Maryam Çilingiryan ve Khanum Ketenciyan’dan İrlanda’nın bağımsızlık savaşında rol alan Constance Markievicz’e, Zapatistalı yerli kadınlardan Efrînlilere dek uzanan bir kadın direniş portresi sunuyor okurlara.


Fatma Koçak


Çağın en büyük sorunsallarından biri yaşamın, tarihin içinden süzülerek gelen ve uğruna büyük bedeller ödenen değerlerin/kavramların tüketilmesi, değersizleştirilmesi ve gitgide hiçliği çağrıştıran tanımlamalar içinde kullanılması. Kavramların, kimliklerin, aidiyetlerin savurganca tüketildiği bir dönemde yaşıyoruz. Bireyin kendini tarif etmek için kullandığı her özelliğin, toplumun genelinden farkını belirtmek için altını çizdiği her aykırılığın, yaygın tüketim toplumu kalıpları içinde şekillenen pazar havuzuna dahil edildiği kapitalist modernite çağında eskilerin deyimi ile ‘at iziyle it izinin’ birbirine karıştığı zihinlerden başlayarak sürüyor bu tüketim hızla. İnsanın/doğanın/tekmili canlının, her şeyin kullanım süresinin belirlendiği kapitalist modernite çağında ‘direniş’ kavramı da tüketilen, eskitilen demode bir söylem olarak kalmaya başladı.

‘Direniş’ -ki evrenin kendi oluşu, canlıların hayat bulması ve insanın dünya üzerinde ilk görüldüğü günden bu yana değişmez bir yasa olarak kendini var eden, anlamını bulandır. Direniş hakim olan, tahakküm eden ile varlığını korumak, geliştirmek isteyenin tarih boyunca en etkin eylemlerinden biri ola gelmiştir. ‘Güçlünün her zaman galip geldiği’, sözü ve eylemi ile her daim tetikte, saldırıda olan erkek egemen iktidarın hegemonyasına karşı evrenin belleğindeki en erdemli ve en naif var olma biçimidir direnmek. Halklar, canlılar bunu çok iyi bilir. Yazılı/insanmerkezli/ataerkil tarihte olmayan bu direnme biçimi bir yaşam refleksidir. Bir kediyi köşeye sıkıştırdığınızda direnmeyi seçer ve tırnakları ile direnir, bir gülü koparmaya çalıştığınızda dikenleri ile bunu engellemeye çalışır ve direnir, yuvasına el attığınız bir kuş yuvasını başka yere taşır ve direnir, kovanına çomak soktuğunuz arılar iğnesi ile direnir ve o kovandan uzaklaştırır…

‘Direniş’in sözlükteki karşılığı ‘karşı koyma, dayanma’ olarak geçer -ki yeryüzündeki bütün canlılar için vazgeçilmez evren yasasıdır, içgüdüseldir, kazansa da kaybetse de illa ki direnmeyi seçer. An’da kazanmaz belki ama zaman içinde var olmanın bir parçasına dönüşür direniş. Örneğin ormanda aslana karşı koymayan ceylan bulamazsınız; çünkü varlığına yönelen her saldırıya karşı canlının kendini korumak için başvurduğu biricik kuraldır bu. Ya da dili-kültürü-kimliği yok edilmeye çalışılan bir halkın bunu sessizce kabullenmesi beklenemez. Direnişe geçer ve eninde sonunda varlığını korumanın bir yolunu bulur.

Canlılar için varlığını korumanın kendisi olan direniş, her coğrafyada farklı yöntemlerle uygulanagelmiştir. Pozitivist/erkek/güçlüyü yazan tarih anlayışının sisler arkasında bırakmaya çalıştığı yaşanmışlıklara/hikâyelere odaklandığımızda bu yöntemlerin gücü, etkisi ve öğreticiliği hepimize ders niteliğindedir. Kuşkusuz pozitivist tarih anlayışının tabiri ile “tarih tekerrürden ibaret” değildir ama iyi bir öğreticidir.

Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti’nde bunu özetle, “Yazının icat edilmesinden beri tarih yazma işlevi erkeklerin tekelinde olduğu için erkeklerin yaptıkları ve yaşadıkları ‘tarihsel öneme’ sahip bulunarak kadınların deneyimleri marjinalleştirilmiştir” diye anlatır ve Gerda Lerner’in sözlerine atıfta bulunur: “Eğer tarihe kadınların gözüyle bakılsaydı ve geçmiş onların tanımladığı değerlerle düzenlenseydi bildiğimiz tarih tümüyle farklı bir ışık altında görülürdü…”[1]

Tarih, geçmiş-bugün-gelecek canlı akan ve bütüncül bir olgudur ve bu olgu sislerin arkasını görenler için geleceği inşa etmek için en iyi öğreticidir. Hegemon sistemin yok etmeye çalıştığı evren/insan/canlı hafızasında özellikle söz konusu olan kadın tarihi olduğunda o sis perdesinin daha bir kalınlaştığını ve arkayı görmenin zorlaştığını biliyoruz. Sanırım kadın sistemini inşa etmek için başvuracağımız temel kaynak da tarihin içinde yaşanmış ve direnmiş kadınların hikâyelerinde gizli.[2] Yakın geçmişten uzak geçmişe bu hafızayı tazelemek, hepimiz için en büyük tarih bilinci ve öğreticisi olacak.[3]

Çok eskilere ya da çok uzaklara gitmeden geçtiğimiz yüzyıldan bu yana bu topraklarda bir kaç hikâyedir bu yazıda anlatılacak olan, büyük bir tarihsel direniş mirasının yöntemlerine dair.

“Dönüp dövüşmeye devam ederim…”

Maryam Çilingiryan

Maryam Çilingiryan ve Khanum Ketenciyan, 1915 Ermeni Soykırımı’nda halkını korumak için 25 kişilik bir kadın birliği kurarak, direniş örgütleyen iki kadın.

24 Nisan’da aydınların İstanbul’da evlerinden alınıp bilinmeyene sürüklendiği soykırımın başlangıç günlerinin ardından Anadolu’nun birçok yerinde direnişler başladı. İşte bu yerlerden biriydi Urfa ve direnişin örgütleyicileri kadındı.

Khanum ve Maryam askerlerin mahallelere girmesini önlemek için kurdukları kadın birliği ile harekete geçtiler. İlk eylemleri bir Osmanlı karakoluna yönelikti. Karakoldaki tüm silahları toplayarak mahalleye döndüklerinde, eylem dalga dalga şehirde yayıldı ve halka umut oldu.

Tam da bugünlerde Almanlar devreye girdi ve sözde uluslararası bir yardım kuruluşu aracılığı ile halka çağrı yaparak, “Teslim olanlara canı bağışlanacak” duyurusu yapıldı. Bunun bir tuzak olduğunu bilen Khanum ve Maryam, “Bu tuzak, teslim olmayacağız” diyerek direniş mevzilerini güçlendirdiler.

Urfa’daki direniş Osmanlı subayı Nedim Bey ve Alman yüzbaşı Wolfskeel komutasında oluşturulan yerel çetelerle kırıldı. Alman topçu birlikleri Ermenilere ait mahalleri yıkmaya girişti. Maryam direniş sırasında yaşamını yitirdi, Khanum ve 4 arkadaşı ise sağ olarak esir alındı. Osmanlı subayı ile Khanum arasında geçen şu diyalog belleğin tazelenmesi gibidir bu günlerde.

Osmanlı subayı: Hayatını bağışlarsam minnettarlığını nasıl gösterirsin?

Khanum: Geri dönüp dövüşmeye devam ederim.

Osmanlı subayı: Davanız umutsuz. Ne yapacaksınız?

Khanum: Direnerek öleceğiz.

Osmanlı subayı: Seni zorla götürecekler. Eğer istersen karım olabilirsin. Diğer kızlar evlenmek istedikleri insanları seçsinler. Hiçbir kuvvet kullanılmayacak, herkes özgürlüğüne kavuşacak.

Khanum: Şerefsizlikle demek istiyorsun

Bu diyaloğun sonunda Khanum cebine sakladığı tabancayı çıkararak Osmanlı subayını öldürür ve ardından 4 arkadaşı ile birlikte kurşuna dizilir.[4]

İsyan kibritini çakan Constance

Khanum’un onur direnişin yaşandığı günlerde başka bir coğrafyada bir başka kadın yine kendi hikâyesini yazıyordu, geleceğe miras kalacak olan. İrlanda’nın bağımsızlık savaşında kontes, sanatçı, politikacı, bağımsızlıkçı, devrimci, süfrajet ve sosyalist Constance Markievicz.

Paskalya Ayaklanması ya da ‘hendek-barikat savaşı’ olarak bilinen ülkesinin bağımsızlık savaşında isyan kibritini ilk çakanlardandı Constance. Savaş meydanında yazılan bir şiirde aynı barikatta birlikte savaştığı çocukluk arkadaşı “Kalk, kibrit çakmamı iste…” diye sesleniyordu Constance’a.

İngiliz askerlerinin saldırılarına karşı Komutan Constance öncülüğünde kadınlar barikatlar kurdu, hendekler kazdı, öz savunma birlikleri oluşturdu. Barikatlar arkasında teslimiyeti kabul etmeyerek direnen kadınlar tarihe ‘1916 Kadınları’ olarak geçti.

Ayaklanma sonuç olarak Avrupa’da kadın haklarını tanıyan ilk anayasa özelliğine sahip İrlanda Cumhuriyet İlanı’nı getirdi. Constance ayaklanmada yakalandı ve idam cezasına çarptırıldı, kadın olduğu için bu ceza ömür boyu hapse çevrildiğinde İngiliz askerlere cevabı şuydu: “Takımınızın beni vuracak inceliğe sahip olmasını dilerdim.”[5]

Futbol ile direnmek: Oyunda bizde varız

Kadınlar için bir yaşam biçimi olan direniş, zengin yöntemleriyle dikkat çekicidir. Sadece savaş meydanında barikat arkasında değil, yaşamın her alanında direnen kadınlardandır futbol oynayarak var olmayı seçen Zapatistalı kadınlar.

Zapatistalı yerli kadınların hikayelerini, verdikleri özgürlük savaşını hepimizi biliriz. Ancak daha az bilinen bir direniş biçimidir Zapatista Kızkardeşler’in 1990’lardan itibaren futbol ile hem ataerkil geleneklere hem de egemenlere karşı direnme biçimi olarak sahaya inmesi. Sokakların ataerkil geleneklerle ve savaşla yasaklanmasına karşı bir direniş biçimidir Zapatistas Hermanas kadın futbol takımı için yaşam.[6]

Rekabet ya da ödül için oynamazlar, paylaşmak için oynarlar. Çıplak ayaklarıyla bazen sırtlarında çocukları futbol oynarken oyunun ataerkil kurallarına çomak sokarlar. Kadınca direnişin inceliklerinden bir örnek Zapatistas Hermanas.[7]

Hypatia’dan Ferhunde’ye felsefede kadınların hakikat direnişi

Antik çağda Agora’da bir direniştir İskenderiyeli Hypatia’nın buluşları, üretimleri ve dünyayı sorgulama biçimi. Kadın belleği bilgiyi olduğu gibi taşır nesilden nesile aktarır, erkek zihniyetine karşı bir panzehir olarak. Ama erkek zihniyeti de bu direnişe karşı her çağda değişmez bir saldırıyla karşılık verir.

Hypatia’nın hikâyesini hepimiz biliriz az çok, ama Ferhunde’nin hikayesinin aslını çok azımız biliriz, çünkü erkek iktidarı görmemizi engeller sis perdesi arkasındaki gerçeği.

Afganistanlı Ferhunde, teoloji okuyan bir felsefecidir. Herkes ‘linç edilen zavallı kadın’ olarak okudu Ferhunde’yi. Ancak ‘zavallı’ olan bu çağın körleriydi, çünkü Ferhunde gerçeği haykıran bir direnişçiydi sokaklarda, erkek zihniyetine ve bunun içindi yaşadıkları. Ferhunde, Kabil’de din tüccarlarının muska yazarak insanları kandırmasına karşı sokaklarda inanmak ve var olmak üzere çelişkilerini anlatmaya girişti. Sahte din tüccarlarının kullandıkların türbenin çevresinde çoğunluğu erkeklerden oluşan kalabalıklara “Hakikat o muskanın içinde değil, inanç size iyileşmek için güç verir ama iyileştirmez, o güç sizde” diyerek hakikati yüzlerine vurdu. Durumdan rahatsız olan din tüccarların Ferhunde’yi yanlarına çağırarak, “Ayağını denk al” minvalinde tehditlerde bulundu ancak o buna aldırmadı, direndi ve bildiğini anlatmaya devam etti.

Din-erkek-cehalet işbirliği, felsefeci bir kadının hakikati yüzlerine vurmasına tahammül edemeyerek 19 Mart 2015’te türbenin önünde önce linç etti, ardından yaktı Ferhunde’yi. Tıpkı 1500 yıl önce hakikatin izinde bilim ve felsefede kadın olmanın direnci ile yürüyen ancak buna tahammül edemeyen din tüccarları tarafından İskenderiye’de linç edilen Hypatia gibi.

Dünyanın hangi toprak parçasına ayak bassanız, hangi halkın kültürüne yazılan ‘resmi tarih’ dışında dokunsanız benzer direnme ve var olma hikâyeleri ile karşılaşırsınız, zira bunun için sis perdesinin arkasına bakmak yeterlidir. Yukarıda kalemin yettiğince anlatmaya çalışılan birkaç örnekten ibarettir, direnmeyi bir yaşam biçimi bir gelenek olarak bin yıllardır sürdüren kadınlara saygı niyetine.

Ve Efrîn…

Kadınların tarihsel direniş mirası hala sürüyor ve sürecek kuşkusuz ancak söze Efrîn’de ‘Çağın Direnişi’ne yakın tanıklık içinde, şimdiden tarih olan bir kaç kadının hikâyesiyle devam edelim. Öğretici, öğretici olduğu kadar hakikat ve umudu müjdeleyen kadınlardandır çünkü Efrînli kadınlar. Toprakları gibi naif, bir o kadar bilgecedir direniş yöntemleri.

Sisli bir ilkbahar gününde Efrîn’in yeşile kesmiş bir köyünde avluda rastladığım Rozerin’in direnme biçimi var mesela. Adından başka bir şeyi bilmediğimiz hayatını anlatma fırsatımız dahi olmadan şenliğe gider gibi ceng meydanına giden Rozerin. Oralı değildi ama Efrîn’de anlamını bulan bir yaşama aşık olmuştu belli ki. Ve duru bakışları ile son eylemine gitmeden önce, vasiyet eder gibi direnişinin mirasını fısıldamıştı tüm kadınların kulağına: “Biz kimseye güvenmedik bu direnişe başlarken, toprağımız, kimliğimiz ve geleceğimiz için bile isteye seçtik. Sonu ne olur onu tarihe bırakmak lazım, ama şu anda buradayım ve tarihe bırakacağım iz için savaşıyorum. Tüm kadınlar için…”

Savaşın kıyasıya sürdüğü, uçakların her gün vurduğu kentin her ilçesinde Kadın Öz-savunma Birlikleri’nin örgütlenmesinden bahsedelim. Mabeta’da 4 yaşındaki çocuğunu yeni uyutup, komşularına emanet ettikten sonra cepheye gitmek için hazırlanırken rastladığımız Lamîa Cemal. Onun dilinden anlatmak gerek direnmenin nasıl bir erdem olduğunu: “Çocuğum çok küçük ama ben yine de ona anlatıyorum. Toprağımız için, ülkemiz için gittiğimi söylüyorum ona. Halkımıza hizmet için gittiğimi söylüyorum. Küçük olduğu için fazla anlamıyor ama onun için olduğunu bir gün anlayacak.”

Bir başka cephe bir başka direnme mekanı Şera. Mevzide nöbet tutan 4 çocuk annesi 50’li yaşlarında bir kadın Fatıma Mıstafa. Halep’te Suriye iç savaşının başladığı günlerde de elinde silahı ilemahallesini savunmuş ve ardından Efrîn’e dönmüş. “Biz bu toprakları yeniden yurdumuz yapmak için çok direndik, çadır kurduk bağımızı bahçemizi ektik, evimizi yaptık şimdi birileri bizi yurdumuzdan atmaya çalışıyor, bunu kabul etmemizi kimse beklemesin” diye başlıyor sözlerine Fatıma. Mevzi kazmaktan kanamış ellerini göstererek devam ediyor, direnerek var olma hikâyesini: “Kendimizi, çocuklarımızı ve evimizi savunmak zorundayız. 40-80 yaş arası kadınların hepsini eğittik. Saldırılar çok vahşice. Ama bu saldırılara karşı biz de kendimizi savunmak için silahlanıyoruz. Halep ve Til Rıfat savaşlarında da cephelerdeydik. Gece gündüz savunmamızı yapıyoruz, direniyoruz.Gücümüz yettiği yere kadar…”

Cinderes’te işgal saldırıları başlamadan önce işlettiği küçük tekstil atölyesini yaralılar için hastaneye dönüştüren ve yaralılara ilk müdahaleyi yapan Azime’ye de kulak vermek gerekiyor. Kısacık boyu ve esmer yüzü ile gözleri parlayan bir kadın anlatıyor direnişin birden fazla yöntemi olduğunu. İki çocuğu cephede işgale karşı savaşırken, Azime kendine direnmenin başka yöntemini bulmuş. Oluşturduğu küçük hastanesine gelen bütün yaralılara çocukları gibi şefkatle bakıyor. Azime’nin şefkati ve sözleri iyileştiriyor birçok yarayı ve iyileşenler hemen yeniden cepheye gitmeyi ve işgale karşı daha güçlü direnmeyi seçiyor. Yaralarını sardıktan sonra eğiliyor ve anlatıyor: “Ağrın var biliyorum ama bu yara kutsal. İyileşeceksin, bizim toprağımızın bereketi bütün yaraları iyileştirir. Direnmelisin. Yara insanı öldürmez, umutsuzluk öldürür. Umudumuz varsa iyileşmeyecek hiçbir yara yoktur…”

Bu anlatılanlar Efrîn’deki binlerce kadının hikâyesinden birkaç kesit sadece ve Azime’nin sözlerinde saklı aslında direnmenin mirası. Sade, sade olduğu kadar da bilgece: “Umut varsa iyileşmeyecek hiçbir yara yoktur.” Bu yüzdendir belki de işgal saldırılarına karşı dünyada eşine az rastlanır bir irade ile direnen binlerce Efrînli kadının şimdilerde Şehba’da geri dönüş için örgütlediği yaşam ve direniş. Topraklarından ve kurdukları kadın özgürlükçü sistemden uzaklaşmamak için kamplarda zor koşullara rağmen umudu ve direnci koruyan kadınların direniş biçimi başka bir hal almış.

Şehba’da direnişin başka bir hali başlıyor ve orada Doha Îbîş alıyor sözü. Efrîn’in Raco ilçesinden işgale karşı direnişte kaybettiklerinden sonra yanında getirebildiği birkaç parça eşya ve çocukları ile birlikte yol kenarında duruyor öylece. Eşini işgal saldırılarına karşı direnişte Efrîn’de kaybettiğini anlatıyor. “Savaş uçakları eşimi vurduğunda hastaneye gittim. Yanmıştı hepsi, sadece kemikler kalmıştı. Elimi göğüs kafesine koydum çok sıcaktı, eskiden çok üşümeme rağmen o günden beri yüreğim ateş yeri gibi ve hiç üşümüyorum…” diyor Mart soğuğunda yol kenarında beklerken. “Verilmiş bir sözüm var” diyor ve topraklarına geri döneceği günü bekliyor Doha, “Verilmiş sözüm var, kendime, çocuklarıma, kaybettiklerime, o gün gelene kadar, buradayız…”

Evet; Maryam, Khanum, Constanze, Hypatia, Ferhunde, Zapatistalı Kızkardeşler, Zilan, Fatima, Azime, Doha… Bin yıllardır süren bir mirasın son yüzyıla sığmış hikâyelerinden sadece bir kaçı, uzayıp giden isimler ve hikâyelerin hepsi direnmenin biçimleri/yöntemleri. Her direniş bir miras bırakıyor, bazen an’da kaybedilen zamanda kazanılıyor ve dün, bugün, yarın içinde anlamını ve yerini illa ki buluyor. Basit, sade ve anlaşılır hikayelerle öğretiyorlar bize çağın tüketmeye çalıştığı varoluş biçimi ve yöntemimizi yani Direnişi…


[1] Bektay, Fatmagül, Tarihin Cinsiyeti, Metis Yayınları, İstanbul: 2010, s28

[2] Çakır, Serpil, Tarih Yazımında Kadın Deneyimlerine Ulaşma Yolları, Kadınların Beleği Bülteni 36, 2004

[3] Aslan, Alev, Tarihin Arka Odasında “Kadın”, Ankara Üniversitesi İLEF Dergisi 2, 2015, s77-94

[4] Ermeni Ulusal Arşivi, Kedername: Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni Soykırımı 1915, Çev: Diran Lokmagözyan, Belge Yayınları: 2014

[5] Countess Markievicz, bkz: https://www.historylearningsite.co.uk/ireland-1845-to-1922/countess-markievicz/

[6] Bkz: https://www.chiapasparalelo.com/noticias/chiapas/2018/03/clausuran-el-encuentro-mujeres-que-luchan-convocado-por-zapatistas/

[7] Bkz: http://meydangazetesi.org/gundem/2013/03/dunyanin-bir-ucundan-diger-ucuna-direnen-kadinlar-ozgurlesiyor/


Jineoloji Dergisi’nin yeni sayısı çıktı: ‘Kadın Direniş Yöntemleri’


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Birkaç gün sonra cezaevine girecek gazeteci: Haberim hala yalanlanamadı ama cezam kesildi
Sonraki Haber
AKP'nin ‘sağlık düzenlemesi’ teklifi Meclis'te kabul edilerek yasalaştı