Ana SayfaKültür-SanatAnılarımızın mekanı yok: İnanç Avadit ile ‘Kazı’ üzerine

Anılarımızın mekanı yok: İnanç Avadit ile ‘Kazı’ üzerine


Röportaj: Tuğçe Yılmaz


İnanç Avadit 1981 yılında İzmir Ballıkuyu’da doğdu. Turizmcilik, makine operatörlüğü, aktüel fotoğrafçılık, müzecilik gibi birbirinden bağımsız işlerde çalıştı ve çalışmaya devam ediyor. Natama, Karayazı, Palaspandıras, Çün, Şerhh gibi dergilerde yer alan Avadit’in Natama Yayıncılık’tan çıkan “Buradan Kurtulmak Bize Kaldı” isimli bir şiir kitabı var. İkinci şiir kitabı “Canavarın Kalbi” ise birkaç yıl içinde MonoKL yayınları aracılığıyla okurla buluşacak. Biz ise Avadit’in fotoğrafçı kimliğini ve ikinci sergisi “Kazı”yı konuştuk…

İzmir’in çarpık kentleşme sorununu ve nicesini görebileceğimiz serginin metni ise şöyle: “Kazı bildiğimiz anlamda yüzeyden derine doğru gerçekleşir. Araştırmak, ortaya çıkarmak, bulguları yorumlayıp zaman içinde ‘ne’ olduğunu ve buraya nasıl geldiğimizi anlamak için ya da tam tersi bir işlevle gömmek, saklamak, gün ışığından uzaklaştırmak için. Sürekli daha derine kazmakla lanetlenmiş eski zaman canlılarına dönüştüğümüz ve ulaştığımız çekirdekte bulduğumuz parçalara bir anlam veremediğimiz bir zamanda belki de artık kazının yönü tersine çevrilmiştir: Yüzeye, dünyaya, gün ışığına.”

Önce sergideki işlerin bir araya geliş sürecinden bahsedelim. Hangi dönemdeki işlerinizi kapsıyor bu sergi? Ya da sizin hangi döneminizi?

İlk fotoğraf makinemi alalı on yıl oluyor. Uzun süre fotoğraf çektim ama fotoğraf çekmeyi asıl öğrendiğim zaman bir siyasetçinin arkasında aktüel fotoğraflar çektiğim 2013 sonu, 2014 başı oldu. Oradaki deklanşöre basma temposu değiştirdi sanırım beni bu konuda. Sürekli biriktirdim çektiğim fotoğrafları. İzmir dışına çok fazla çıkmıyorum. Çıktığımda da o şehrin nasıl yaşadığını, nerelerde daha çok yaşadığını, nerelerde yaşayamadığını pek bilmiyorum. O yüzden başka şehirlerde çektiğim fotoğraflar daha yüzeysel oluyor. Ama İzmir’de doğdum, büyüdüm, dediğim gibi çok da çıkmadım. En iyi bildiğim yer burası. Bir tür öfke bile duyuyorum buraya karşı. Fotoğrafları bu düşünceyle birlikte çekmeye başladığımda işin değiştiğini fark ettim. Sergideki fotoğraflar da bu dört senenin fotoğrafları oldu.

Hangi dönemimi kapsıyor. Galiba kendimi biraz tanımaya başladığım, dolayısıyla İzmir’i, Türkiye’yi ve dünyayı tanımaya başladığım bir dönemimi kapsıyor.

Sergi için seçtiğiniz başlık “Kazı”. Bunu alt metinde biraz açıklıyorsunuz ama sizin için ne anlama geliyor kazı?

2015 yazında Kovakcs’ın Diggin şarkısını dinlemiştim. İnternette çevirisine baktığımda kazmaktan bahsettiğini, ama daha çok bizim “tırmalamak, tırmalıyorum” dediğimiz anlamda olduğunu fark ettim. Ya da yanlış anladım, bilmiyorum. Ama o zamandan sonra hep bir “yukarıya doğru kazmak” düşüncesi kaldı aklımda. Birkaç şiirde bahsettim hatta bundan. Alper “Hadi sana sergi yapalım,” dediği zaman da aklıma bunları birleştirmek geldi. Fotoğrafları seçerken de dikkat ettiğim en önemli nokta şuydu: Altında kaldığımız yüzeyin fotoğrafları olması.

İşlerinizin düşündürdüğü, İzmir’in kentsel dönüşüm ve beraberindeki yıkım sürecini yansıtan bir kent sosyolojisi çalışmasına benzediği. Siz bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

“Çalıştırmıcaklarmış bizi Tarlabaşı’nda” diyorum. Yani sürekli yıkılıyor, insanın çocukluk anıları olması başka bir şey, çocukluk anılarını yaşadığı mekânların hâlâ orada bir yerde durması, ziyaret edilebilir olması başka bir şey. Bizim anılarımızın mekânı yok. Bu gidişle çocuklarımızın da olmayacak gibi duruyor. Burada hiçbir şeyin eskimesine izin verilmiyor. Mekânın bir ruhunun olmasına, insanın bir ruhunun olmasına izin vermiyorlar. Gerçek bireylerin, daha az kırılmış bireylerin olmadığı bir yerde sosyolojiden bahsettiğimizde aslında bir tür sosyolojisizlikten bahsediyoruz. Çünkü şehirde sürekli bir kazı var.

Fotoğraf çekmeye veya görmeye, ne zaman başladınız?

Bakmaya ne zaman başladım diye düşündüm de, çocukken de bakıyordum sanırım. Ziraat Bankası’nın logosundaki muazzamlığı çocukken gördüğümü hatırlıyorum mesela. Tabelalara çok baktığımı hatırlıyorum. Daha çok araba camlarından hatırlıyorum tabelaları. Eşrefpaşa’dan, Varyant’tan geçen toplu taşıma araçları. Arkamız Tabakhaneler, Tepecik. Hep bakıyordum galiba. Sonra 2008’de taksitle bir makine aldım. O günden beri de çekiyorum.

“Yıkım” temasını izlemek için İzmir nasıl bir yer? Bir sanatçı olarak siz İzmir’i nasıl değerlendiriyorsunuz, çocuklarının ondan uzakta olmasını isteyen bir ebeveyn olabilir mi İzmir?

Aynen öyle. Benjamin’in 15 yaşındaki çocuklara öğüdü İzmir için de geçerli galiba. İzmir’den gitmek lazım bir süre sonra. Her yer için mi böyledir bilmiyorum, ruhunda ökse kalıyor insanın yaşadığı yer.

Yıkım temasını izlemek için şahane bir yer tabii. Türkiye Cumhuriyeti kümesi içinde yer aldığı için de seyir zevki bir kat daha artıyor. Dünyanın bütün şehirleri yıkılıp yeniden yapıldı tabii, kimisi yapılmadı hatta yeniden. Ama İzmir’le ilgili, çok da uzak olmayan bir zamanda “kozmopolit bir kent, Asya ile Avrupa’nın birleştiği yer, cennet gibi bir şehir, hoşgörü kenti, dünya mutfaklarından yemeklerin yapıldığı, en iyi kumaşların, en son modanın geldiği, akşamları Kordonboyu’nda laterna seslerinin yükseldiği” gibi cümleler kurulduğunu biliyorum. Binlerce yıllık medeniyet tarihi olan bir coğrafyada oluşmuş kültür 20. yüzyıla geldiğinde İzmir’de artık yerleşmişti. Burası gerçekten de özgür bir dünya şehri olabilirdi. Efesliler, Persler, Hititler, şimdi aklıma gelmeyen bir sürü medeniyet de İzmir’i yıktı. Ama o son yıkılıştan sonra toparlayamadı. Evet, yine bir özgür dünya şehri olabilir. Ama tarihini çoktan kaybetti. Hâlâ da kaybediyor demek isterdim ama ortada kaybedecek fazla bir doku kalmadı. Yıkımı eş zamanlı olarak, sürekli yaşıyoruz İzmir’de.

Sergide isim verdiğiniz tek fotoğraf var: “Cennetten çok uzakta” Bize bu fotoğrafı çektiğiniz bölgeyi anlatabilir misiniz? Eskiden nasıldı, şimdi nasıl; neden cennetten çok uzakta?

Fotoğrafa baktığınızda sol taraf Basmane tarafı. Burası Çankaya’dan İkiçeşmelik’e giriş. Az ileride Agora var. Biraz ilerleyip sağa dönen sokaklardan birine girerseniz Kemeraltı’na çıkmış olursunuz. Sol tarafa giderseniz de Anafartalar Caddesi’ne, onu geçerseniz de İkiçeşmelik’e çıkarsınız. Eski İzmir’dir oralar. Bizim sınıf oturuyor orada. İstanbul’daki gibi mutenalaştırma hareketi buraya henüz giremediği için değişmedi. Olduğu gibi duruyor.

Fotoğrafta sevdiğim şey yol işaretlerinin sizi sadece karşıya doğru yönlendirmesi. Oraya araçla geldiyseniz gitmek zorundasınız artık. Kıvrılmış Türk Bayrağı, arkada yoksulluk, hem komik hem de sinirimi bozuyor aslında.

Sizin bir de şiir kitabınız var, onun ismi de “Buradan Kurtulmak Bize Kaldı” Eserlerinizin isimleriyle ilgili konuşalım. Karamsarlık mı barındırıyorlar yoksa gerçekten kurtuluşumuz çok mu uzakta?

En azından bizden çok uzakta olduğunu biliyoruz. Yani biz öldükten on yıl sonra insanlık kurtulsa biz az farkla mı kaçırmış olacağız? Bunun yüzünden en azından ben yaşarken yaşanacak bir kolektif kurtuluş görmüyorum. Hatta iklim değişikliğinin geri döndürülemez seviyede olduğu söylenirken kurtuluştan bahsetmek naif bile kalıyor. Ama ben görmüyorum diye oynamıyorum diyecek de değilim. Zaten bu benim kendi derdim, yaşadığım sürece de birilerine bir şeyler düşündürmek, gelecekte yaşayacak herhangi birine eski zamanlarda ne olduğunu anlayabileceği bir belge bırakmak istiyorum. Bunu yaparken de en başta derdimi aktarmaya çalışıyorum. Yazdıklarım karamsar ama bu karamsarlık yapacak hiçbir şey yok anlamında bir karamsarlık değil. Bir şeyler yapılabilir, yapılmalı diyen bir karamsarlık daha çok. Bu arada birkaç ay içinde yayımlanacak ikinci kitabın adı da “Canavarın Kalbi”. Aynı duygu bu kitapta da var. Bir canavar ama onun da bir kalbi var. Bu durum nasıl bir durum, ne yapılabilir bununla ilgili yazmaya devam ediyorum.

Gezi Direnişi’nde kaybettiğimiz Berkin Elvan’ın isminin yazılı olduğu bir duvarın fotoğrafı da var sergide. Gezi Direnişi sanata yaklaşımınızı etkiledi mi? Biliyorsunuz pek çok yerde Gezi’den sonra nasıl bir sanat olmalı tartışmaları yürütüldü.

Gezi’nin üzerimizde kalıcı bir etkisi olduğunu düşünmüyorum artık. Daha yaşanırken yazılan kitapları düşününce o sırada bile çok bir etkisi olmadı sanırım. Henüz Gezi sönümlenmeden, tarihsel bağlamına oturtabilecek veriler henüz netleşmemişken kitap yazıp o parseli kapatanlar oldu. Düşününce en iyi açıklamanın bir “haysiyet isyanı” olduğuna dair yapılan açıklamalar olduğunu görüyorum. Yani birine arka arkaya sürekli tokat atarsanız o da dayanamayıp bir gün size vuracaktır. Soma’dan sonra bile protestolar o kadar sönüktü ki artık Gezi’nin o aradaki tek tokat olduğuna inanmaya başladım.

Ürettiğim şeyleri onların içine sızarak etkiledi muhakkak ama politik dertlerimi anlatma isteğim Gezi’den önce de vardı, Gezi’den sonra da olmaya devam etti.

Dönemin sanatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Geçmiş günlerde üretilen bir eser için bile şu an çıkıp “Politik bir iş değildi,” denebiliyor. Nasıl bir dönem sizce bu dönem?

Dönemin sanatını pek sağlıklı değerlendiremiyorum. Sanki bizim dönemde her şeyin içinde kaynadığı bir asit kazanı var. İçindeki çorbadan çıkarıp bir şeye baktığında onun bir sürü başka şeyle kaynaştığını görüyorsun. Değerlendirme yapmak bu yüzden çok zor.

Bir derdi olan sanatçılarla bir derdi olmadan, salt estetik kaygıyla, hatta bu kaygıyı da dekoratif ürünler üreterek değerlendiren sanatçılar var. Ama dönemin protest sayılan sanatçıları bile, Ai Weiwei gibi, sermayeyle kol kola yaşayıp gidiyor. Böyle bakınca dekorasyoncular daha bile samimi. En azından poz kesip bir şeyleri sömürmüyorlar. Hâl böyle olunca sanat gerçekten bitmiş, diye düşünüyorsun.

Bu süreçlerde üretimlerinize devam etmenizi sağlayan ne oldu? Bundan sonra ne olur?

Devam etmemi sağlayan tek şey içimdekini ifade etme takıntım. Kafamda sürekli bir şeyler var. Bunları paylaşmasam delirirdim demeyeceğim tabii de kendi kafamın içinde hayali bir kalabalığa konuşan biri olmaktansa sunmak daha mantıklı.

Aklımda tamamen kendi kısıtlı imkânlarımla çekmek istediğim bir İzmir belgeseli var. Burayı anlamaya çalışmaya devam ettikçe anladığımı sandığım şeyleri paylaşmaya devam edeceğim bundan sonra da.