Ana SayfaGüncelOrtadoğu tahterevallesi ve Rosetta taşı – Nejat Uğraş

Ortadoğu tahterevallesi ve Rosetta taşı – Nejat Uğraş


Nejat Uğraş*


Trump’un kararı sanırım herkes için beklenmedik bir gelişmeydi. Konuyla ilgili bütün kesimler kararı şaşkınlıkla karşıladılar. Trump’un sosyal medya üzerinden başlattığı bu tartışmaya binaen çokça şey yazıldı, çizildi. Konunun uzmanı kişiler tarafından önemli analizler/çözümlemeler yapıldı. Konuya duyarlı bir yurttaş olarak şunu söylemeye cüret edeceğim: “dünya siyasetinin merkezi artık Ortadoğu değildir. ABD’nin küresel gelecek projeksiyonu Ortadoğu’yu eksen alan bir minvalden çıkmıştır.” Trump’un, Twitter aracılığıyla bütün dünyaya ilan ettiği şey mevcut gerçekliğin en çıplak haliydi. Ortadoğu’ya ilişkin küresel aktörlerin temel yaklaşımı “bırakın birbirleriyle dalaşıp dursunlar” şeklindedir. Bu noktada halen birçok kesimin ki buna Kürt çevreleri de dâhildir, sıkı bir Ortadoğu-merkezciliğine takılı kaldıklarını söylemek gerekiyor. Oysa öte tarafta ticaret savaşları başladı ve bir haylidir devam ediyor.

Peki, reel-politik açıdan küresel güç matrisinde bu durum neyi ifade ediyor? Türkiye ve Kürtler açısından üçüncü bin yılda yine/yeniden ama asla yeni olmayacak bir çatışma sürecine mi giriliyor? Türkiye ve Kürtler bu gelişmelerden nasıl etkilenecek?

Başlıklar halinde sıralayacak olursak;

I-Ekonomik anlamda yavaş ilerleyen ve dirençli görünen bir resesyon yaşandığı herkesin malumu. Bu, büyüme oranlarının düşüşü, artan işsizlik ve kar oranlarının düşmesi anlamına geliyor. Dahası kapitalist dünyanın bütün aktörleri nasıl bir çare geliştireceklerini bilmiyorlar. 1970’lerin ortalarından itibaren bir büyüme formülü olarak geliştirilen neo-liberalizm özelleştirme, ucuz emek alanlarına yönelme ve finansallaştırmayla havalı bir dönem yaşadı. Ancak deniz bitti. Hem özelleştirilecek pek bir şey kalmadı, hem de yeni ucuz emek alanları yeteri kadar yağmandı. Hakeza rekabet reel sektörde ciddi bir elemeye yöneldi. Yakın zamanda birçok şirket birleşmelerle günü kurtardılar fakat bu da kar oranlarını düşmekten alıkoyamadı. Şu anda hiç kimsenin elinde bir çözüm formülü yok, palyatif koruma tedbirleri dışında.

II-İşte söz konusu koruma tedbirleri daha çok, temeli güçlü ekonomiler için gündeme geliyor. Milliyetçilik ve ekonomik içe kapanma şekline özetlenebilecek bu yaklaşım devlet destekli iç piyasanın korunmasını öngörüyor. ABD ve Trump’un birçok adımı buradan besleniyor. Eğer kendi gümrük sınırlarımızı yükseltip, şirketlerin garantili iç pazar üretimini sağlarsak büyümeyi yeniden sağlarız diye düşünüyorlar. İngiltere’de Brexit meselesi de bu model etrafında gündemleşti. G-8 içindeki ülkeler bu modele göz kırpıyorlar. Ancak bu noktada ortaya çıkan başka bir aktörün varlığı meseleyi çatallaştırıyor. O aktör de Çin’dir. Her şeyi hem ucuz hem de kaliteli üretebilecek kapasitesiyle rekabet alanlarını silikleştiriyor. Birkaç yıl içinde dünya ekonomisinin lokomotifi olmaya en büyük aday konumunda. İşte ABD siyasetindeki iç tartışma burada alev almaya başlıyor. İzolasyonalist-içe kapanmacılar ve çatışmacı-küreselciler arasında Çin konusunda bir tartışma yürüyor. Konu sadece tartışma zemininde kalmıyor. Pratik adımlarına da şahit olduğumuz bu tartışmalarda görünen o ki bir sonuca ulaşılabilmiş değil. P. Cockburn’ün Trump’ın adımını mantıklı bulması ilk seçeneğe yakınlığa işaret ediyor.

III-Dünyanın belli başlı kavşak bölgelerinde istikrarsızlık üreterek, silah sanayi ve ileri teknoloji ürünlerinden iç piyasalara güçlü para akımları sağlamayı hedefleyen bu hususa birçok ekonomist ve yazar işaret ediyor. Ancak vurguları oldukça zayıf. Zira bu çatışmalar hemen her sahada “vekalet savaşları” denilen bir model üzerinden işliyor. Bazı çevreler/aktörler büyük çaplı çatışmalar bekliyorlar ancak yanılıyorlar. Çünkü büyük aktörler açısından bunlar ticari olarak büyük kar kaynakları iken, yerel aktörler açısından kronik kan kaybından başka bir anlama gelmiyor. Ortadoğu bu başlık minvalinde önem arz ediyor. Trump’un İran’la 5+1 anlaşmasını iptal etmesi, Suriye’den çekiliyoruz açıklaması, Afganistan’dan önemli oranda güç çekmesi silah ticaretini artırıp çatışmaları kronikleştirme yaklaşımının adımlarıdır. Sahanın Rusya’ya terk edilmesinden Pentagon yetkilileri bile bahsediyor ama mesele bu kadar basit değil. Rusya’nın uzun süreli istikrarsızlık durumunu kaldıracak kapasitesinin olmadığını herkes biliyor.

IV-Türkiye’nin de dâhil olduğu G-20 ülkelerinin çoğu ciddi bir ekonomik çıkmazla karşı karşıyadır. Bu ekonomiler esas olarak dışarıdan gelecek finansal kaynak ve dış pazarlara ucuz mal satmak için teknolojik ithalat girdisine muhtaçtırlar. Yukarıda bahsettiğimiz ekonomik ve siyasal nedenlerden ötürü finans aktörleri daha güçlü alanlara – esas olarak da Atlantik Paktı ülkelerine- yöneldiler. Durumu halen anlayamayanlar biraz da biçare bir şekilde finansçıları ikna seferlerine çıkıyorlar. Faiz oranlarını yükseltmek, AB’ye üyelikten yeniden dem vurmak olsa olsa bu çevrelerin müstehzi gülüşlerine neden olur sadece. Türkiye toplumu hep beraber Özal’dan beri geliştirilen ve AKP tarafından doruğa ulaştırılan ne(o)-liberalizmin bıraktığı korkunç sonuçlarla 31 Mart sonrası yüzleşmeye hazır olmalıdır. Çünkü ne özeleştirilecek bir şey kaldı ortada ne de elde kalan hazine arazilerinin yüzüne bakacak kimse. Sadece bu olsa öpüp başımızın üstüne koyacağız ya, ithalata dayalı piyasaların etkisiyle güdükleşmiş bir reel ekonomi ve konkordato sınırına dayanmış “inşaat ya resulallah”çı kalkınmacı anlayışın patlayacak bir balon gibi ülke semalarında duruyor olması tehlikenin sınırlarına yeterince işaret ediyor. Yakın zamanda ev fiyatları ne kadar ucuzlarsa ucuzlasın –ki satılamıyor ve satılamayacak- mevcut ortamda herkes ellerini başının arasına alıp kara kara düşünecektir. Toplumun % 80’inin krediler ve kartlar aracılığıyla borçlandırıldığı bir durumda iktidar açısından elde kalan tek seçenek IMF seçeneği gibi görünüyor.

V-Osmanlı tarihini inceleyenler bazı dönemleştirmeler geliştirmişleridir. “doğuş, gelişme, gerileme ve çöküş” gibi. Yavuz Selim, Kanuni Sultan Süleyman’a dolu bir hazine bırakır. Kanuni, Osmanlı’yı üç kıtada en büyük sınırlarına ulaştırırken halefine de tam takır bir hazine bırakır. İşte Osmanlı’nın gerileme dönemi de Kanuni sonrası başlar. Büyümenin sınırlarına dayanmanın bedeli tamtakır bir hazine ve geriye dönüşü olmayan bir çöküş sürecinin başlamasıdır. Türkiye’nin durumu da sözüne ettiğimiz durumla benzerlik göstermektedir. Sanki çareymiş gibi iktidar milliyetçi ve izolasyonalist politikalara yöneliyor. “yerli ve milli” edebiyatı bu politikaların kodunu oluştururken; “beka sorunu” söylemi ise tehlikenin büyüklüğüne işaret ediyor. İşaret etmekle kalmıyor, itirafa dönüşüyor aynı zamanda. İktidarın etrafında güç tahkimatı yapan bazı aklı evvel danışmanlar güney hatları boyunca petrol sahalarına ulaşılabileceği fikrine zat-ı muhteremi ikna etmiş gibiler. O yüzden Rusya ya da ABD kim olursa fark etmez, onunla her maceraya atılacak gibiler. Elbette bu arada hem ABD hem de Rusya Kürtleri Türklere, Türkleri de Kürtlere karşı sınırlandırma yönünde araçsallaştırıyor. Ruslar çoktandır buna oynuyordu. Trump’un son hamlesi de buna yöneliktir. Türkiye’nin askeri kapasitesi hızla bazı hatları ele geçirmeye yeterlidir. Ancak bu hatları uzun bir zaman dilimi içerisinde kontrol etmeye ne ekonomik ne de askeri kapasitesi yetmez. Bu nedenle ABD’nin Suudi Arabistan’ı bırakıp Ortadoğu’da Türkiye’ye tekrar büyük rol verdiği okuması oldukça abartılıdır. Makarayı Kaşıkçı suikastına doğru geri çevirdiğimizde bunu daha net görebiliyoruz. Kaşıkçı, Suudi Arabistan adına çalışan ve Müslüman Kardeşlerle ilişkiyi sağlayan etkili bir ajandı. ABD ile Selman ailesinin ilişkilerinden rahatsız olunca taraf değiştirip Türkiye adına çalıştı ve Esad ailesiyle bağlantıları da o oluşturdu. Günün sonunda ABD onu İstanbul’a yönlendirdi ve Suudiler de infazı gerçekleştirdi. Mısır’daki darbeden sonra Müslüman Kardeşlerin merkezi Türkiye’ye kaydığı için olayın İstanbul’a yönlendirilmesi bir tesadüf değil, planın bir parçası olarak işledi. Zira Erdoğan ve çevresindeki bazı kadrolar da aynı geleneğin-İhvan’ın- içinde görülüyorlar. Bu konuda Türkiye elitleri mesajı iyi okudular ve “teşekkür”ü hak eden bir tavır da gördüler. Konuyla ilgili yazılan ve dile gelen yorumlara bakınca Suudilerin beceriksizliğinden söz edilse de sorulması gereken esas soru bu cüretin ne anlama geldiğidir. Kaşıkçı olayı Müslüman kardeşler çizgisinin imhası konusundaki kararlılığın son kertesiydi. Sonrasında alayla valayla sunulan telefon görüşmesi ve G-20 zirvesinde verilen fotoğraf uluslar arası güç ve çıkar ilişkilerinin gerektiğinde daha kaç kaşığın kırılabileceğine dair ibretlik mesajlarla doluydu.

VI-Kürtler açısından 2003’ten beridir süren bahar havası geçen iki yıl içinde yapılan ardışık hatalarla tersine demeyelim ama epeyce değişmiş durumda. Güney Referandumu sonrası Barzani-Talabani hegemonyasının içine düştüğü açmaz; Kuzey’de “hendek sonrası” ve ardından Efrin meselesiyle ortaya çıkan tablonun yarattığı olumsuzlukların etkisi halen hissedilebilir bir durumda. Ortada güç zehirlenmesinin de eşlik ettiği yanlış bir siyasal okuma var. Hatta kulaklarını tıkayıp konuştuklarını her gün tekrar eden bir okuma kaybı söz konusu. Çevrelerinden fikirsel olarak beslenmek yerine söylediklerine herkesin uymasını ve onaylamasını beklemek ciddi bir takıntı ve tarz-ı siyaset olmuş durumda. Küresel çapta ilerleyen içe kapanmacı ve milliyetçi akımın Kürt hareketini de etkisi altına aldığı aşikâr. Söylemek gerekiyor, eğer Abdullah Öcalan sürece müdahale edebilecek durumda olsaydı, Efrin’de Rusya ve Esad’la önceki posizyonu koruyan bir hamle yapacağını hemen hemen herkes dillendirdi. Sorun şu ki, karar alıcılar hem hâkim olmak istiyorlar hem de sorumluluk üstlenmek istemiyorlar.

Bu minvalde, ilk etapta şaşırtıcı ve biraz ürkütücü gelse de Trump’un “Suriye’den çekiliyoruz” hamlesi Kürtler açısından birçok hayırhah sonuç barındırmaktadır. Sürdürülemez bir ilişkinin yükünden kurtulmanın yanında, yaşanan “güç zehirlenmesi” ve sahaya uymayan“yersiz aşırı güven”in getirdiği aşırı yüklerden kurtulma şansı doğmuştur. Artık herkes adımlarını birlikte ve demokratik bir çerçevede yaşayacağı güçlerle tandem atacaktır. ABD’nin seçim yapmaya zorlamasının getireceği sonuçlar herkesçe biliniyordu. Ayrıca Türkiye’nin NATO’nun sadık kanadı olarak kalması önündeki hiçbir engele Batı dünyası izin vermez. Doğru çözümün ne olduğunu 2011-2014 arasında defalarca, en yetkili karar alıcılardan biri olan Abdullah Öcalan tarafından dile getirildi. Öcalan’ın Ortadoğu ve Suriye’ye ilişkin öngörülerinin her tarihsel dönemeçte sınanarak doğrulanması aklın yolunun nereden geçtiğine dair yeterince done veriyor.

VII-Seçimlerin ne kadar anlamı kaldı, tartışma konusudur. Kayyum yönetiminde olan belediyelerin kahir ekseriyetinin geri alınacağı kesin gibi. İktidar ise epey kan kaybedecek. Seçimin bilinebilir özeti bu. 31 Mart sonrası Kürt siyasal hareketinin öncülüğünde “Demokratik Mücadele Kongresi” düzenlenerek, oluşan yeni duruma dair bir tartışma yürütülmesi elzem bir hal teşkil etmektedir. Özellikle 99 sonrası konu ile ilgili tüm belgeler, söylemler ve deklarasyonlar gözden geçirilerek demokratik mücadelenin esasları formüle edilip, uygulama esasları da güncellenmelidir. Burada esas konu demokratik mücadelenin yeniden örgütlenip geliştirilmesidir. Metal içerikli yöntemler ve uluslararası diplomasiden yararlanmak gibi hususlar ise talidir.

VIII-Ciddi bazı hususlar kaçamak yanıtlar vermeye tevessül edilmeden ele alınmalıdır. İmralı’dan çıkan bütün metinler masa üzerine konularak adına “öz savunma” denilen husus netleştirilmelidir. “hendek” süreci nasıl başladı? O kadar malzeme ve yaklaşım hangi mantıkla örgütlendi? Gerçekte bahsedilen özsavunma neyin nesiydi? vb. sorular açık yüreklilikle tartışılmalı ve bu konuda muğlaklığa yer bırakmadan 6-8 Ekim, “hendekler” ve Efrin ile ilgili bütün müphem tartışmalar tüketilmelidir. Sözüne etiğimiz bu mevzular Türkiye’de yaşanan darbeler ve çözüm sürecine dair yaklaşımlardan önce tamamen içsel bir dinamik çerçevesinde ele alınmalı ve özeleştirisi verilmelidir. Kürt toplumu, barış ve ciddi bir demokrasi mücadelesi çerçevesinde kitlesel katılımla sürecin arkasında duracağını bütün tarihsel dönemeçlerde göstermiştir. Unutulmamalıdır ki Kürt siyasetinin yaşadığı tıkanıklığı çözmesinin Rosetta taşı “tarih günümüzde gizli ve biz tarihin başlangıcında gizliyiz.” diyen mottonun ta kendisidir.


*Yurttaş



Önceki Haber
Erdoğan ile Trump görüştü, Ankara ve Washington'dan açıklamalar geldi
Sonraki Haber
İzmir’de bir fabrikada iş cinayeti: İki kişi hayatını kaybetti