Ana SayfaYazarlarElend AydınDoğa gibi olmak – Elend Aydın

Doğa gibi olmak – Elend Aydın


Elend Aydın


Buda, “Oturuyorsan sadece otur, yürüyorsan sadece yürü” der, tıpkı doğa gibi. Suyun akarken, rüzgarın eserken, karın yağarkenki yalınlığını hatırlamamak mümkün mü? Ya da bir çiçeğin açması gibi. Çiçek tüm çiçekliğiyle açar, kaotik bir süreç yaşamaz doğanın tüm diğer oluşumlarında olduğu gibi.

Ama genetik kodumuz doğanın organik ve inorganik tüm maddelerini içerse de zihinsel varlığımız doğadaki yalınlığa sahip değil. Yani otururken, sadece oturmuyoruz. Rivayete göre saniyede altmış bin işleme imza atan beynimiz, bulunduğumuz ve bulunmadığımız yerlerde tur atan ruhumuz, oturan halimizle hiç bağdaşmıyor. Bir tür “eli işte, gözü –oynaşta değil- bin bir yerde” olayı gerçekleşiyor. Ve yürürken de sadece yürümüyoruz. Savrulan bellek ve benliğimizle yürüyen varlığımızdan çok çok uzaklardayız ki kanımca yaşamı “yaşamama/yaşayamama”, ardından; nasıl da geçip gitti zaman hayıflanmalarıyla kalakalmanın da bu nedenlerle bağlantısı vardır.

Lakin “yazarken sadece yaz” düsturuna göre işlemediği için zamanımın tiktakları, aklım top oynayan kırk tilkide, gözüm binlerce yakın, uzak, soyut, somut “görüntüde” olduğu için bu yazının nasıl biteceğini bilmiyorum. Üstelik sevgili kardeşim M. Emin’in geçen yılın sonunda çok isabetli olarak şahsıma hediye ettiği nadide saatin, sadece salisesi yol alıp görüntü vermekte olduğundan, zamanın geri kalan parçalarını görebilmek için kadrajda bulunan minik pencereye dikkatle bakmak gerektiğinden farklı bir boylamdayım zaman itibariyle. Yani zaman sadece saliselerdir, yürek atımıyla birlikte hareket eden saliseler, nereye giderler? Peki saatleri yaratanlar sadece saliselerle yetinmiş olsalardı nasıl bir zaman algımız olurdu? Bitimsiz ve yalnız tiktaklar bizi ve zamanımızı nasıl şekillendirir, yüreğimiz, nabzımız ve saliselerimizi arasında nasıl bir anlam dansına tutuşurduk? Yılsız, günsüz ve aysız bir zamanda biz neyin, hangi zamanı olurduk? Tiktaklar özgür ve sayılamaz olduğu için bizler de gün, ay ve yıl kafeslenmelerinden orada özgür ve sayılamaz tasnif edilip kilitlenemez olur muyduk? Sanki denemek lazım değil mi? Elimize kimin ne zaman tutuşturup ezberlettiğini bilmediğimiz saatlerin; sadece kalbimize ayarlı saliselerini takip edip biraz da öyle yaşamak çok mu imkansız ve manasız? Belki o zaman Buda, “Sadece kalbimize ayarlı saliselere odaklan” der; bizler de zaten öyle yapmakta olurduk.

Ne zaman alışkanlıklar ve şartlanmışlıkları düşünsem aklıma okuma hızımız gelir ve okur-yazarlığımız, diplomayla sınırlı olmayan, mealen “okumadan, yazmadan duramama” olan okuryazarlığımız. Öyle ya, harf harf, hece hece, kelime kelime vs. öğretildiği için hızlı okuyamıyor, beyin ve gözün muazzam kapasitesinin heba olmasına neden oluyoruz. Oysa göz ve beyin en hızlı şekilde gördüğü –mesela- iki sayfayı anında okuma/algılama kapasitesine sahiptir. Üstelik satır satır, paragraf paragraf okumak hız ve kapasiteyi düşürdüğü için hem gözü hem de beyni, belleği yıpratıp yoruyor.

Her neyse. Şimdi nerede, nasılsak, ne yapıyorsak, durup sadece “onu” yapalım. Oturmuşsak bir ağaç gibi yalın, sadece “oturalım”, ruhumuzun bedenden uzaklarda çile çekip heder olmasına izin vermeyelim. Yürüyorsak olanca yalınlığıyla yürüyerek beden ve ruhumuzu zamansal ve mekansal yürüyüşünü duyumsayalım; şimdi ve burada olalım. Yarasaların, akrep ve çıyanların tadı ve anlamı kaçırmasına izin vermeyelim.

Biz gözleri yıldız tozundan –bazen- yanan yıldız tozlarıyız. Hiçlik ve varlığın salıncağında salise salise yürek atımı olan ömrümüzle, “Nereye gidiyoruz böyle, burası neresi, herkes kim? Kimse kimse değilken zaman nasıl saate ayarlı bir bomba oluyor böyle?” diye sorup gülerek salise salise yürüsek olmaz mı, hiç değilse şimdi?