Ana SayfaKitapSosyal adaletten kültüre: David Harvey’nin gözünden “Dünyanın Halleri”

Sosyal adaletten kültüre: David Harvey’nin gözünden “Dünyanın Halleri”

HABER MERKEZİ – Marksist düşünür David Harvey’nin makalelerinden derlenen “Dünyanın Halleri” isimli çalışma raflarda yerini aldı. Kitap, küresel çevresel yıkımdan postmodernizm çağına, emperyalizmin yeni mekanizmalarından toplumsal dönüşüme pek çok konuda ufuk açıcı perspektifler sunuyor.

Marksist düşünür David Harvey’nin siyaset, kültür, iktisat ve sosyal adalet gibi konularda kaleme aldığı en dikkat çekici makaleler “Dünyanın Halleri” isimiyle Sel Yayıncılık’tan çıktı.

Kitap, Harvey’nin elli yıla yayılan entelektüel yolculuğunun bir dökümü niteliğinde.

Sunuşunu arkasında büyük bir yazınsal miras bırakan editör John Davey’nin kaleme aldığı kitap, küresel çevresel yıkımdan postmodernizm çağına, kent ve doğa arasındaki ilişkiden finans piyasalarının krizine, emperyalizmin yeni mekanizmalarından toplumsal dönüşüme pek çok konuda ufuk açıcı perspektifler sunuyor. 

Harvey’nin kaleme aldığı makaleler, Marksist bir yöntemle coğrafi kavrayışın eşsiz bir sentezini yansıtıyor.

Kitapta emeği geçen çevirmenler ise Şükrü Alpagut, Zeynep Cansu Başeren, Bülent Doğan, Başak Kıcır, Mehmet Moralı, Sungur Savran, Esin Soğancılar, Ayşe Deniz Temiz ve Seda Yüksel. 

Kitabın Bülent Doğan tarafından çevirilen “Giriş”* bölümünden bir kısmı aşağıda okuyabilirsiniz: 

“Coğrafi çevremizin yeniden üretimi sayısız yoldan ve pek çok sebeple gerçekleşiyor. Hausmann’ın Paris bulvarları kısmen askeri istihkamlar olarak tasarlanmıştı, amaç geleneksel olarak dikkafalı kentsel nüfusun askeri ve toplumsal olarak kontrol altına alınmasıydı. Benzer şekilde Türkiye’de bugünkü baraj inşa etme çılgınlığı da özerk Kürt hareketinin tarımsal dayanağını su altında bırakarak yok etmeye, aynı zamanda da Kürtlerin bağımsızlığı için mücadele eden isyancı gerillaların hareketini sınırlamak üzere Güneydoğu Anadolu’yu çaprazlama hendeklerle sarmaya yöneliktir büyük ölçüde. Bulvarların ve barajların inşa edilmesinin fazla sermayeyi ve emeği absorbe etmesi tamamen rastlantısal görünür. Kültürel algılar ve töreler sürekli olarak özgül biçimlerde peyzaja dahil olurken peyzajın kendisi de hem kimliği hem de toplumsal ve kolektif anlamları gösteren bir dizi anımsatıcı haline gelir (Paris’teki Sacré Coeur bazilikası ya da Mont-Blanc dağı gibi). Toskana’nın tepelerdeki kasabaları ve köyleri, tepelerin kutsal ve dokunulmaz mekânlar sayıldığı Kore’deki boş tepelerle zıtlık içindedir. Bu türden farklı farklı özellikleri tek bir tutarlı teoride birleştirmek açıkça imkansızdır. Fakat coğrafya üretiminin her türlü insan anlayışının üstünde yer aldığı anlamına gelmez bu. Yeni coğrafyaların üretimini; kentleşmenin ve eşitsiz coğrafi gelişimin dinamiklerini (neden bazı yerler gelişirken, diğerleri çöküyor); genel olarak dünya gezegenindeki hayat açısından ve dünyanın bölünmüş olduğu mahalleler, kasabalar ve bölgeler mozaiğindeki gündelik yaşam açısından meydana gelen ekonomik, siyasal, toplumsal ve çevresel sonuçları anlamak için “çerçeveler”den bahsetmemin sebebi işte budur. 

Böyle çerçeveler yaratmak süreç temelli araştırma felsefelerini katetmeyi ve tipik Kartezyen ikiliklerin (örneğin doğa ile kültür arasında olanların) tek bir tarihsel ve coğrafi yaratıcı yıkım akışında çözündüğü daha diyalektik yöntemleri benimsemeyi gerektirir. İlk başta bunu kavramak güç görünse de, olayları ve süreçleri daha iyi saptayarak tehlikeli denizlerde nasıl seyredeceğimizi ve haritası çıkarılmamış topraklara nasıl gideceğimizi daha iyi kestirmek mümkündür. Geminin batmasını ya da karaya oturmasını, sükunetimizi kaybetmemizi ya da yılıp vazgeçmemizi engelleyeceği garanti olan bir çerçeve yoktur elbette. Ortadoğuda bugünkü ilişkiler ve etkile- şimler yumağına şöyle bir bakan herkes ne demek istediğimi muhakkak anlayacaktır. 

Bilişsel haritalar böyle keşmekeşlerin nasıl ortaya çıktığını araştırırken tutunacağımız bazı çıkıntılar sağlayabilir ve karşılaştığımız çıkmazlardan nasıl kurtulabileceğimize dair ipuçları sunabilir. Bu cüretkârca bir iddia. Ama yaşadığımız güç zamanlarda bir yerlere varabilmek için inançlarımız doğrultusunda belli bir cüret göstermemiz gerekiyor. Üstelik hatalar yapacağımızı kesinlikle bilerek göstermeliyiz bu cüreti. Bu konuda öğrenmek, zihnimizde taşıdığımız bilişsel haritaları genişletmek ve derinleştirmek demektir. Bu haritalar asla tamamlanmış değildir ve her durumda hızla değişirler, hatta bugünlerde giderek daha hızlı değişiyorlar. Kırk yıl çalışarak, düşünerek ve başkalarıyla diyalog kurarak oluşturulmuş bilişsel haritalar da eksiktir. Ama belki de içinde yaşadığımız ve varlığımızı sürdürdüğümüz karmaşık coğrafyanın hallerini eleştirel bir tarzda anlamak için bir zemin sunabilirler. 

Bu da gelecekteki dünyanın hallerinin neye benzeyeceği sorusunu gündeme getiriyor. 130 milyonluk bir şehirde yaşamak istiyor muyuz? Sermayenin krize girmesini önlemek için her yere beton dökmek akıllıcı bir şey midir? Bu yeni Çin şehri vizyonunu pek çok nedenle -toplumsal, çevresel, estetik, insani ve siyasi nedenlerle cazip bulmuyorum. Bu durdurulamaz imar treni karşısında ufacık da olsa bir kişisel ya da kolektif değer, haysiyet ve anlamı korumaya çalışmak başarısızlığa mahkum olacak ve en derin yabancılaşmaları üretecek bir göreve benziyor. Çoğumuzun böyle bir şeyi kişisel olarak isteyeceğini, destekleyeceğini ya da planlayacağını sanmıyorum, ama yine de şurası açık ki bazı fütürologlar bu türden ütopyacı vizyonların ateşini körüklüyor ve epeyce sayıda ciddi muhabir böyle inisiyatiflerle ilgili haberler yapmak isteyecek kadar inançlı ya da hayranlıkla dolu; ayrıca sermaye fazlalarını kontrol eden ve bunları kullanıp hayalleri gerçekleştirmeye hazır ve son derece istekli finansörler var. 

Kısa süre önce On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu’nda belirttiğim üzere, zamanımızda dünyanın değişen coğrafyasını eleştirel bir anti-kapitalist perspektifi en ciddi bir şekilde değerlendirmek hem mantıklı hem de zorunlu. Şayet sermayeyi siyasal iktisadın başat biçimi olarak sürdürmek ve yeniden üretmek her yere giderek daha hızlı beton dökmeyi gerektiriyorsa, ki durum böyle görünüyor, bu tür aşırılıkları üreten sistemi reddetme değilse bile en azından sorgulama zamanı muhakkak gelmiştir. Ya bu yapılacaktır, ya da çağdaş kapitalizmin savunucuları şiddetten ve tahribattan daha uzak yollarla sermayenin yeniden üretiminin gerçekleşebileceğini göstermek zorunda kalacaktır. Bu tartışmayı büyük bir ilgiyle bekliyorum.”


Kitabın “Sunuş” ve “Giriş” bölümlerini buradan okuyabilirsiniz.