Ana SayfaÇeviriJacques Rancière’le politika ve aşırı sağın yükselişi üzerine

Jacques Rancière’le politika ve aşırı sağın yükselişi üzerine

HABER MERKEZİ – Şili Üniversitesi’nden Prof. Federico Galende’nin, filozof Jacques Rancière ile eserleri, çağdaş politika ve aşırı sağın yükselişi üzerine gerçekleştirdiği söyleşiyi Mustafa Demirtaş tercüme etti. Evren o. Yurttaş’ın redaksiyonunu yaptığı söyleşi Dünyanın Yerlileri’nde yayınlandı. Biz de söyleşinin tamamına yer veriyoruz.

Belki de 1990’ların politik-felsefe modasının terk ettiği, ancak kitaplarının birkaçında yeniden tanımladığın bir kavram olan “halk” kavramıyla başlamalıyız. İşler iyi gidiyordu, yeni yüzyıl hareketler, yürüyüşler, Baharlar, ayaklanmalar ve neoliberal demokrasilerin parçalanmasıyla açıldı – ve sonra aniden Michelle Bachelet, Macri, Bretix, Le Pen ve Donald Trump’ın ithamlarıyla karşılaştık.

Bu yüzyılın, sizin söylediğiniz gibi, bir şekilde yeni bir “halk” fikrini yaratmaya çalışan demokratik hareketlerin kartopuyla başladığına inanıyorum. Bu benim görüşüm. Ancak görüşüme göre ayrıca halk kendiliğinden var olmaz, kendi içinde bir şey değildir, aksine daha ziyade bir inşanın sonucudur: Bir meydanda karşılaştığımızda, taleplerimizi öne sürdüğümüzde biz halkız, ancak anayasa da bir halk yaratır, medya da bir halk yaratır ve böylece sorulması gereken soru, en azından beni ilgilendiren soru, bizim şu an hangi halka sahip olduğumuzdur.

Hangi halka sahibiz?

Şey, bu soruyu başka bir açıdan yanıtlamayı isterim. Fikrimce, Fransa veya Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde bu mevzunun çok küçük bir politik sınıf tarafından tekel altına alınması söz konusudur. Bu politik sınıf içerisinde, giderek birbirlerinden ayırt edilemez hale gelen parlamenter sağ veya sol özgül karakterlerini kaybettiler ve bugün aşağı yukarı aynı olma eğilimindeler. Aynı zamanda, bir “biz” sözcelemi için alan oluşturan hareketler, halk hakkında başka bir fikir ileri süren bu daha küçük hareketler de halen var. Bunlar, siyasi ve finansal iktidarın giderek artan bütünleşmesinden kaçmaya çalışıyor, dolayısıyla tekrardan sahip olduğumuz şey politik elit ve sistemden dışlananlar arasındaki bir bölünmedir.

Fakat Trump, bu dışlananların iyice bir kısmına sesleniyor, bunu ne kadar sevdiğimizin bir önemi yok.

Trump demagojik olarak boş bir yer işgal ediyor: kendilerini temsil edemeyen bir halkın yeridir bu. Aslında yaptıkları şey yukarıdan bir tür hayali kimlik üretmek olduğunda, Marine Le Pen’in “derin Fransa’yı” çağırmasıyla aynı şekilde, Trump da derin Amerika’yı temsil ediyormuş gibi yapar. Politikanın malzemesinin sembolik olduğunu unutmamalıyız.

Ancak yazılarınızda politikanın malzemesi oldukça aşikâr bir deneyimdir, bedenler arasındaki ilişki, ortaklık içindeki yaşamdır. Tarihçilerimiz şu aralar çoğunlukla, halen sesi olmayanların sesine hitap edenlerin ve Béla Tarr üzerine hoş kitabınıza koyduğunuza benzer bir biçimde, vaat edilen ufkun olmadığı, artık herhangi bir merkez veya eksen bulunmayan, Miguel Valderrama gibi, bir tür post-tarih öne sürenlerin arasında iken, burada Şili’de “La comunidad de los iguales” (“Eşitler Topluluğu”) isimli bir radyo programı da var.

Evet, ama Béla Tarr hakkında yazdıklarımı, bekleme süresini ya da tarihin vaat ettiğinden uzak bir zamanı, bir biçimde konsensüs politikasının işlevsel olmasıyla sonuçlanan bu post-tarihsel ya da post-politik doğa imgesiyle karıştırmam. Benim için bu, bugün iktidarı tekelleştirenlerin ideolojisidir ve bu ideolojinin savunucuları, post-tarih hakkında ne söylerlerse söylesinler, neoliberalizmi bu sahte konsensüs politikasıyla nasıl maskeleyeceklerini çok iyi bilirler. Bu, politikanın sonuna dair bir inancı besler ya da daha da kötüsü, bu politika, iki fenomen arasındaki bağlantı ne olursa olsun, en nihayetinde iktidarın yönetimine indirgenebilir: Bir yandan, aşırı sağ stratejik olarak kendilerini politik sınıfın “kuruluşunun” dışına yerleştirerek halkın somutlaşmasını taklit eder, diğer yandan, politikanın ölmediğini, sembollere, belirli kolektif sembolleştirme aygıtlarına ihtiyacı olduğunu bize hatırlatır. Bu ilk nokta.

Ve ikinci olarak?

İkincisi, fikrimce, neoliberalizmin bugün sadece ekonomik bir öğreti olmadığını, aynı zamanda küresel bir düşünce biçimi olduğunu hesaba katmak önemlidir. Bu küresel düşünce, bir toplumun eşitsizlik üzerine kurulabildiği inancını gerektirir. Eşitlik utanç verici bir şeymiş gibi, bir eşitlik nefreti, küçümsemesi söz konusudur. Ancak burada bir paradoks da var, “neoliberalizm” kelimesi politikanın öldüğünü iddia etmek için tasarlandığından, aynı zamanda bu neoliberalizmin politik bir yönü de olması gerekir. Fakat bu elitler, doğru olmadığına inandığım bir şeyi sürdürür: bu politika iktidarın yönetimine indirgenebilir ve bu topluluk eşitsizliğe dayalı olabilir.

Evet, lakin her zaman biraz böyle oldu.

Ne var ki, yenilik bu sefer aşırı sağın onların yine çok ilkel ve temel kimlik sembollerini çağırmada başarılı olduğu gerçeğinde yatıyor, böylece üretilen şey aşırı sağ tarafından dayatılan kimlik sembolleri ve programlanmış bir eşitsizliğe politik inanç arasında bir kaynaşmadır. Çok yakın zamana kadar Fransa ve ABD’de sağın kendilerini böyle adlandırmayı reddettiklerini hatırlayacaksınız.

Burada hâlâ reddediyorlar.

(Gülüyor.) Reddediyorlar mı? Pekâlâ, daha önce yaptıkları gibi, kendilerini yine açığa çıkaracaklar, oysaki son zamanlara kadar “biz merkeziz” gibi şeyler söylediler ve ayrıca doğru olmadığı halde, eşitliğe inandıklarını belirttiler. Bugün yeni olan, bu insanların hepsinin kendilerini sağ-kanatta beyan etmeleri ve açıkçası eşitsizlik istediklerini bildirmeleridir.

Trump aslında her şeyi söylüyor, bir bakıma deneyimle kazanılan, öngörülemeyen bağlantılar üretmesi anlamında neredeyse aklına gelen her şeyi söylüyor. Bu tespitin dışında, en güçlü medyaya saldırıyor. Finansal sistemin verimsizliğini açıkça ifşa ediyor, Putin’e olan bağlılığını itiraf ediyor vb… Ve aynı zamanda, herhangi bir deneyim biçiminden uzak, oldukça geleneksel bir kimliğe geri dönüş çağrısı yapıyor.

Söylediğiniz doğru, Trump normalde karşıt olan iki söylem biçimini birbirine bağlıyor: bir yandan, kendini, kaybedenlerin Amerika’sına karşı kazananların Amerika’sını temsil eden bir iş adamı, bir şampiyon, zafer kazanmış biri olarak sunuyor ve diğer yandan, politik sınıf tarafından terk edilmiş olanlara, dışlananlara hitap ediyor. Bu, zafer kazanmış Amerika ile acı çekenlerin Amerika’sı arasında alışılmadık bir birleşme oluşturuyor. Neden acı çekiyorlar? Meksikalılar, Latinler, göçmenler yüzünden mi acı çekiyorlar? Trump, Amerikan kimliğinin iki biçimini akıllıca birleştirdi.

Ancak aynı zamanda sizin için politikanın bununla pek bir ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bu bir yönetim ya da yaşam meselesi değil, muhtemelen iktidar meselesi bile değil. Çalışmanızda, politika daha ziyade zengin ve yoksul arasındaki devamlı bir mücadele içinde oynanıyor.

Benim için politika etkili bir biçimde, düpedüz belirli sosyolojik kategorilere ya da toplumsal gruplara uymayan zengin ve yoksul arasındaki bu karşıtlığa, bu mücadeleye bağlıdır: Onlar daha çok bu karşıtlığın sembolik yapısında işlerler. Wall Street’i İşgal Et gibi hareketler, birçok grubun, birçok kimliğin, birçok öznellik biçiminin birleşmesinden meydana gelir. Bu minvalde, ezilenlerin yeri heterojendir, sizin önerdiğiniz gibi çokludur, ancak aynı zamanda bu ezilenler kendilerini neoliberal iktidar yönetimine karşı inşa ederler.

2011’deki öğrenci hareketiyle bizde olan şey buydu: iz bıraktı, önemli bir iz bıraktı, dönüştürülmüş bir duyarlılık…

Kesinlikle, zira bizim ilgilendiğimiz şey, çok farklı ufuklardan gelen ve aynı alanı, aynı yeri işgal eden halk, kolektif bir sembol olarak yeni bir halk türü üreten konfigürasyondur. Bu şekilde inşa ettikleri şey, resmi dünyaya, iktidarın yönetimi olarak anlaşılan politikaya karşı bir tür muhalefettir.

Fakat olayları bu şekilde görmede belli bir konformizm yok mu? Bazı insanlar sizi bir tür sofistike sosyal demokrat olarak görmeye geldi.

(Gülüyor.) Sosyal demokrat? Hayır, hayır, benim konumumdan daha ileri bir konum yok.

Şey, biliyorum, yine de burada olduğunuz için soruyorum, kendinizi nasıl tanımladığınızı ilk elden bilmek istiyorum. Avangard olmayan bir komünist, bir anarşist ya da solcu bir popülist olarak mı?

Kendimi radikal bir demokrat olarak tanımlıyorum. Şimdi, sadece insanlık komünizmi olsa bile, atıfta bulunduğunuz komünizmin bir anlamı varsa eğer o da bir tür radikal demokrasidir, tıpkı anarşizmin bir tür radikal demokrasi olması gibi. Demek istediğim, savunduğum şey aslında eşitliğin radikal bir uygulaması ve bunun kesinlikle bildiğimiz parlamenter politikanın parçası olan sosyal demokrasiyle hiçbir ilgisi yok. Popülizm söz konusu olduğunda, bunun çok belirsiz bir kavram olduğunu düşünüyorum, çünkü bir yandan halka politikanın çok önemli bir sembolü olarak atıfta bulunuyor, diğer yandan, bildiğimiz gibi halk ve lider arasında çok özel bir ilişki biçimine işaret ediyor.

Ve bunu ABD’ye nasıl uyguluyorsunuz?

Bence ABD’de (ve sadece ABD’de değil) olan politikacıların bir tür düşman yaratmada onu yararlı bulmalarıdır. Popülizm düşmandır, popülizm diğer tarafta olandır ve mevcut durumda iktidara sahip olanlarımızla aynı fikirde olmayan herkes aslında popülisttir. Bunu yapmanın akıllıca olduğunu düşündüler ve sonra başa gelen şey Trump oldu.

Yani, Rancière için sol-popülizm iyi bir şans değil.

Sol-kanat militanlar olarak “popülizmden” söz edemeyiz, zira genellikle bu adla anılan, demokratik güçlerin karizmatik bir lider tarafından tekelleştirilmesidir, örneğin açıkça halkı somutlaştırarak yönetmeye çalışan Cristina Kirchner. Buradaki küçük sorun, halkın somutlaşamamasıdır.

Hayır, tabii somutlaşamaz, ancak büyük finansal merkezlerden ve politik kuruluşlardan uzak işleyen ortak çalışmaya dayalı ağların kendiliğinden yayılması yerine, somutlaşmaya ya da eklemlenmeye atıfta bulunmuyordum. Felsefeci Rodrigo Karmy rehbersiz veya öncü olmayan isyanlardan bahseder ve Kaurismaki bütün bunları “pastoral komünizm” olarak adlandırır, beden pratiklerine içkin olan ve hiçbir ütopya ufkuyla örtüşmeyen bir komünizm. Bunu kendin de Blanqui’nin Eternity by the Stars’a (Yıldızlardan Ebediyete, çev. Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, 2015) önsözünde söylüyorsun: “komünizm, gökkubbeye dair aynı bilgiyi paylaşan insanların eşitliğidir.” Zekanın görünmez karakterine geçmeyi varsayan çok ilginç bir tanım: her zaman yaygın olan ve herkesin kullanabildiği, iradesine bağlı olabildiği bir şey olarak zekâ.

Elbette, öncüsüz bir ayaklanma, zekâ eşitliğinin komünizmin temeli olduğunu varsayar ve bu, komünizmin temelindeki şeyin, herkes tarafından paylaşılan inancın, öğretinin, bir zekanın bu türü olduğu anlamına gelir. Benim için bu temel, her bireyin yeteneğine itimattır ve bunun örneğin, Negri ve Hardt’ın genel zekâ fikri ya da yeni teknolojilerin neden olduğu sözde ortak becerilerle de bir ilgisi yoktur. Bu şekilde düşünmüyorum, demek istediğim bu değil, daha ziyade komünizmin her an, her ilişkide inşa edilen veya dokunan bir şey olduğunu düşünüyorum. Beni ilgilendiren nokta, bu anların her birinde, her bir ilişki türünde, her bir esnada eşitliğin varsayılabilir olduğu ya da eşitsizliğin yeniden üretilebildiğidir. Ve böylece ya komünist bir dünya inşa ederiz ya da eşitsizlik mantığını yeniden üretiriz.

Daha fazla aynı fikirde olamazdım. Eşitlik her halükârda sizin için bir varsayımdır, bir söz veya fethetmek istediğimiz bir şey değildir. Bu, uygulandığında kesinlikle performatif bir karaktere sahip olduğu izlenimini veren bir başlangıç noktasıdır. Bu olduğunda, gösterinin mantığı karnavalınkine dönüşür ve 2011’de Şili’de olan da buydu.

Bu doğru, şeylerin normal düzeni bozulduğunda her türlü yaratıcılığı, harekete geçen veya uygulanan tüm zekâları göz önünde bulundurmamız gerektiğine inanıyorum. Bir bakıma, tüm bu devrimci hareketlerin, tüm bu devrimci zamanların, insanların bir şeyler çokluğu yaptıkları tüm bu devrimci günlerin tanığıyız: azgınlıklarının eşitsizlik güçlerinin temelini çürüttüğü performanslar, eylemler veya partiler. Bunlar erkeklerin, kadınların, insanların, herhangi bir kapasiteye sahip oldukları düşünülmeyen kişilerin şeyleri yapma yeteneklerini kendilerine kanıtlayabildikleri anlardır. Ancak bu, meselenin sadece bir yanıdır, diğeri karnaval figüründe çok iyi özetlediğiniz zamansallıkla ilgilidir.

Ama sanırım karnavaldan hoşlanmıyorsunuz.

Hayır, hoşlanmıyorum değil; karnavalla ilgili sorun, belirli bir kurumsallaşmaya tepki gösteren popüler bir icat veya popüler bir yıkım biçimi olmasıdır. Her yıl halkın kadınları ve erkeklerinin krallar veya kraliçeler olduğu ve dünyayı altüst ettiği, onu tersine ya da baş aşağı çevirdiği bir an vardır, ancak belli bir zamanla sınırlıdır. Ve benim için bu, herhangi bir program ya da plan olmadan beklenmedik anlarda ortaya çıkan bu halk kapasitesinden farklıdır. Karnaval halkın zamanıdır, ancak bu zamandan sonra herkes evlerine, işlerine giderler, durumlarına geri dönerler. Bu ritüeller hakkında düşündüğüm şey, gerçekten yıkıcı bir etkiye sahip olmadıklarıdır, çünkü kısmen benim için başkalarının bize atfettiği yetersizliğin askıya alınmasında yer alan şey oldukça farklıdır: yeni bir zamansallığın icadıdır.

Proletarian Nights’taki gibi.

Kesinlikle, oradan oldukça tesadüfi bir örnek alabilirim: “proletaryanın bu gecesi” Mart başında başladı ve normal olarak otuz-birine uzadı, zira bundan sonra, hepimizin bildiği gibi, Nisan başlar. Ancak ilginç biçimde burada Nisan yoktu, ama Mart’ın otuz-saniyesi ve sonra Mart’ın otuz-üçüncüsü, vb. vardı. Bu sadece tesadüfidir, ancak zamanın yıkımı veya yeni bir zamanın icadı hakkındaki fikri gösterir.

Yine de karnaval bütün tarihin unuttuğu şey ile desteklenir: popüler geleneklerin eşitlikçi potansiyellerinin istilası. Hem sanatın hem de politikanın tam olarak teması olan bir tür kolektif performans yok mu?

Tabii ki, çünkü halkların hareketleri ve uygulamalarında ilginç olan şey, tam olarak politik performans ile sanatsal performans arasındaki belirsizliktir. Sahip olduğumuz, bir hareket etme biçimi, bedenlerin kendilerini düzenleme tarzı ve zamansal bir birimin sınırı olarak politika fikridir. Bu, hem en yeni politik hareketlerde hem de en güncel sanatsal performanslarda aynı derecede mevcuttur. Bu nedenle, çok farklı olan iki girişimden söz etmeliyiz: Bu girişimlerden ilki, politikanın tüm göstergelerini sanat alanına sokmak, politikayı sanat açısından yeniden oluşturmaktır; ikincisi ise politik protestodan gelen ve sanatsal performanstan ya da icattan türeyen biçimler arasında zaten var olan bağlar veya karışık ilişkilerden oluşur. Bu uygulamalar hakkında düşündüğüm şey onların belirsiz olduklarıdır.

Ve keza aralarındaki bağlantı.

Ve bağlantı da, belirli olmayan bir sınır. Ve bu yüzden politikanın dünyasını sanatın araçlarıyla yeniden yaratacak sanatsal iddiaya karşıyım.

Çok teşekkür ederim, Rancière.


Kaynak: Dünyanın Yerlileri
Previous post
Sema Kaygusuz’un yeni kitabı “Aramızdaki Ağaç” çıktı
Next post
Taraftarları taşıyan otobüs kaza yaptı: İki çocuk yaşamını yitirdi