Ana SayfaÇeviriBiyopolitika ve biyoekonomi bir çokluk politikası – Maurizio Lazzarato

Biyopolitika ve biyoekonomi bir çokluk politikası – Maurizio Lazzarato


Maurizio Lazzarato

Çeviri: Münevver Çelik


Referandum kampanyasından[1] önce, liberalizmin dünyasını bu kadar iyi anlamış değildik. Yine de bu ateşli tartışmaların liberalizmin mantığının anlaşılmasına bir katkısı oldu mu? Michel Foucault’nun yakın zamanda “Güvenlik, Toprak, Nüfus” ve “Biyopolitikanın Doğuşu” adlarıyla kitap olarak yayımlanan iki dersine bakılırsa, bu oldukça şüphe götürür.

Bu kitaplar, liberalizmin bir soybiliminin ve tarihinin izlerini sürer; kapitalizmi aynı anda Marksizmden, politik felsefeden ve politik ekonomiden farklılaşan bir şekilde okumanın bir yolunu sunar. Liberalizmin bu soybilimi içinde, Fransız filozofun ekonomi ve politika arasındaki ilişkiye dair analizine ve geliştirdiği emek sorunsalına yoğunlaşacağım. Foucault’nun, kökenlerinden itibaren kapitalizmin tarihine getirdiği çarpıcı yenilik şudur: Politika ile ekonomi arasındaki ilişkiden kaynaklı sorun, ikisinden de kaynaklanmayan teknikler ve dispositifler yoluyla çözülür. Bu “dışarı”yı, bu “öteki”yi sorgulamak gerekir. Politikanın ve ekonominin işleyişi, yararlılığı ve gücü, bugün herkesin bildiği üzere, bu mantıklara içsel olan rasyonalite biçimlerinden değil, tersine dışsal olan ve Foucault’nun “insanların yönetimi” adını verdiği bir rasyonaliteden türer.

Yönetim, modern devletin Hıristiyan pastoral teknikten (Roma ve Yunan geleneğinde olmayan özgün bir teknik) miras aldığı bir “insan teknolojisi”dir ve liberalizm bunu ruhların yönetiminden insanların yönetimine dönüştürmek suretiyle uyarlamış, değiştirmiş ve zenginleştirmiştir. Yönetmek, başkalarının davranışlarının (conduct) nasıl yönlendirileceği (conduct)[2] sorusunu sormak anlamına gelir. Yönetmek mümkün eylemler üzerinde eylemektir. Yönetmek, özgür olduğu düşünülen özneler üzerinde eylemek demektir.

Foucault, yönetimi zaten hastaları, yoksulları, suçluları, delileri vb. düzenleme ve kontrol etmenin dispositiflerini açıklamak için kullanmıştı. Liberalizmin soybiliminde, mikro-iktidarlar teorisi, önemli yeniliklerle birlikte, büyük ekonomik fenomenleri açıklamaya da katkı sunar. Liberal makro-yönetimsellik, sadece mikro-iktidarlarını bir çokluk üzerinde uyguladığı için mümkündür. Bu iki düzey birbirinden ayrılamaz. Mikro-iktidarlar teorisi, bir ölçek sorunu (deliler, mahkumlar vb. gibi spesifik nüfusların analizi) değil, bir yöntem, bir bakış açısı sorunudur.

Ekonomi ve politika

Peki, 18. yüzyılın ortalarında ekonomi ile politika arasındaki ilişki neden sorunlu hale gelir? Foucault bunu şu tarzda açıklar. Egemenin yönetme sanatı, bir toprak içerisinde ve hak sahibi uyrukları/özneleri üzerinde uygulanmalıdır, oysa 18. yüzyıldan itibaren bu mekâna, hiçbir hakkı olmayan ama belli çıkarlara sahip ekonomik özneler yerleşir. Homo oeconomicus figürü, kesinlikle heterojendir ve özdeş değildir; ne de homo juridicus’a ya da homo legalis’e indirgenebilir. Ekonomik insan ve hak öznesi, yerini tamamıyla heterojen olan iki kuruluş sürecine bırakır: Hak özneleri, bir feragat diyalektiği aracılığıyla öteki hak öznelerinin bedenine katılır. Aslında politik kuruluş, hukuki öznenin kendi haklarını bir başkasına devretmesini (feragat etmesini) önvarsayar. Öte yandan ekonomik insan, hakların devri yoluyla değil ama çıkarların kendiliğinden çoğaltılması yoluyla diğer ekonomik öznelerin bedenine (ekonomik kuruluş) katılır. Kişi kendi çıkarından feragat etmez. Aksine, herksin ihtiyaçlarının çoğalışı ve tatmini ancak kendi bencil çıkarını korumasıyla mümkün olur. Ekonominin politikaya indirgenemezliğinin bu ortaya çıkışı, beklenmedik sayıda yoruma yol açmıştır. Sorun, açık bir biçimde Adam Smith’in çalışmasının merkezinde yer alır, çünkü Smith tarihsel ve teorik olarak, bütün yorumcular için yüzyıllardır bir referans noktası olan bu dönüm noktasında konumlanır. Bu tartışmayı belki de en yetkin biçimde özetleyen Adelino Zanini açısından, Smith politik ekonominin kurucusu değil, etik, politika ve ekonominin artık örtüşmemesinin ya da tutarlı ve uyumlu bir bütün oluşturmamasının nedenini bulmaya girişen son ahlak filozofudur.[3] Zanini’ye göre, Smith şu sonuca ulaşır: Ekonomi ve politika arasındaki ilişki çözüme kavuşturulamaz, uyumlulaştırılmaz ya da bütünleştirilemez. Sonuçta İskoç filozof, bu bilmecenin çözümünü kendisinin izlediği yolu gerçekten de takip etmeyecek olan gelecek kuşaklara bırakır.

Hannah Arendt’e göre politik ekonomi, zorunluluğu, ihtiyacı ve özel çıkarı (oikos), başka bir ifadeyle klasik Yunan ve Roma geleneğinin politik-olmayan olarak tanımladığı tüm bu şeyleri kamusal alana sokmuştur. Ekonomi tam da bu şekilde, kamusal alanı işgal ederek politikayı geri döndürülemez biçimde bozar. Carl Schmitt’e göre, düşmanlar arasındaki yaşam savaşı işadamları (burjuvazi) arasındaki rekabete dönüştüğü için, politik ekonominin mantığı, politikanın depolitizasyonunun ve etkisizleştirilmesinin bir unsurudur; devlet topluma ve halkın politik birliği tüketicilerin, gezginlerin ve girişimcilerin sosyolojik çeşitliliğine dönüşür. Arendt’e göre ekonomi, klasik geleneği etkisizleştirirken, Schmitt’e göre Avrupa halklarının modern kamu hukuku geleneğini sakatlar. Marx için ise, burjuvazi (ekonomik özne) ve yurttaş (hak öznesi) arasındaki bu bölünme, diyalektik olarak yorumlanması gereken bir çelişkidir. Burjuvazi ve yurttaş, bir yapı üstyapı ilişkisi içindedir. Üretim ilişkilerinin gerçekliği, onları gizemlileştiren politik ilişkilerle bulanıklaştırılır. Devrim, bu iki bölünmüş dünya arasında bir uzlaşma vaadidir.

Foucault bu görüşlerin hiçbirine katılmaz ve tamamen özgün çözümler önerir: Her şeyden önce, bu farklı alanlar –politik, ekonomik ve etik- arasındaki ilişki, Schmitt, Arendt ve Marx’ta olduğunun aksine, artık geri dönülecek bir senteze veya birliğe gönderme yapamaz. İkinci olarak, ne yargı hukuku ne ekonomi teorisi ne de piyasa hukuku bu heterojenliği uzlaştırmaya muktedirdir. Ne hak öznelerinin ne ekonomik öznelerin bütünlüğü demek olan yeni bir sahanın, yeni bir alanın, yeni bir referans noktasının oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Bunlardan biri ya da öteki, bunları birleştirirken sadece ilişkilerini ve bileşimlerini değil aynı zamanda diğer bütün bir unsurlar ve çıkarlar dizisini de görünür kılacak olan yeni bir grup tanımlanabildiği ölçüde yönetilebilir olabilir.

Yönetimselliğin kendi global karakterini koruması için, iki alana (ekonomi sanatı ve hukuki yönetim) ayrılmaması için, liberalizm, Foucault’nun sivil toplum, toplum veya toplumsal dediği yeni bir referans düzeyine uygulanan bir dizi (yönetim) tekniği icat eder ve dener. Ama burada sivil toplum, devletten bağımsızlığı oluşturmanın alanı değildir, aksine belli yönetim tekniklerinin bağdaşığıdır. Sivil toplum, ilk ve dolaysız bir gerçeklik değil, modern yönetimsellik teknolojisine ait bir şeydir. Toplum kendinde bir gerçeklik ya da var olmayan bir şey değildir, tıpkı cinsellik veya delilik gibi, bir muameleler gerçekliğidir. Bu iktidar ilişkileriyle onlardan kaçmayı sürdüren ilişkilerin kesişiminde, bir bakıma yöneten ile yönetilen arasında bir arayüz oluşturan birtakım muamele gerçeklikleri ortaya çıkar. Bu kavşakta ve bu ara yüzün yönetiminde, liberalizm bir yönetim sanatı olarak kurulur ve biyopolitika doğar.

Dolayısıyla Foucault’ya göre homo oeconomicus, egemen iktidarın bölünmez özgürlüğünün bir atomu olmadığı gibi hukuki yönetime indirgenebilecek bir unsur da değildir, o daha ziyade ekonomik ilkeler uyarınca ve “mümkün olduğunca az” yönetme amacıyla tanımlı bir yönetim sanatının kendi kendini sınırlandırmasına ve düzenlemesine izin verecek “belli tür bir özne”dir. Homo oeconomicus, 18. yüzyıldan itibaren formüle edildiği haliyle yeni yönetimsel aklın eşi, karşılığı ve temel unsurudur.

En önemlisi liberalizm ne bir ekonomi teorisi ne de bir politik teoridir; daha ziyade piyasayı anlaşılırlığın bir sınması ve aracı olarak, toplumun hakikati ve ölçüsü olarak varsayan bir yönetim sanatıdır. Toplum, bir özneler çokluğu (sınıflar da bunun bir parçasıdır) tarafından birlikte örülmüş hukuki, ekonomik, kültürel ve toplumsal ilişkilerin bütünlüğü olarak anlaşılmalıdır. Piyasa derken, “metalaşma”yı kastetmiyoruz. Foucault’ya göre 18. yüzyıl dediğimizde, yabancılaşmayı ve insan ilişkilerinin meta mübadelesi tarafından belirlenen şeyleşmesini vs. anlatan Kapital’in birinci cildine geri dönmüş olmuyoruz. Dolayısıyla piyasa, insanın mübadele güdüsüyle tanımlanmaz. Bu artık Braudel’in bahsettiği, kapitalizme asla indirgenemez olan piyasa değildir. Foucault’ya göre, piyasadan, mübadele eşitliği yerine daima rekabet ve eşitsizliği anlamamız gerekir. Burada özneler, tüccar değil girişimcidir. Dolayısıyla piyasa, girişimlerin ve onların farklılaşan ve eşitlikçi olmayan mantığının piyasasıdır.

Heterojen iktidar dispositiflerinin yönetimi olarak liberalizm

Foucault, yönetimsel rasyonalitenin işleyiş biçimini de aynı derecede özgün bir tarzla açıklar. Bu rasyonalite, kamusal düzenleme (devlet) ve girişimci bireyin özgürlüğü arasındaki karşıtlığa değil, stratejik bir mantığa göre işler. Hukuki, ekonomik ve toplumsal dispositifler çelişkili değil heterojendir. Foucault açısından heterojenlik, bu farklı dispositifler arasındaki gerilimler, sürtüşmeler, karşılıklı uyuşmazlıklar ve başarılı ya da başarısız düzenlemeler anlamına gelir. Bazen yönetim bir dispositifi diğerine karşı kullanır, bazen birine bel bağlar bazen de diğerine. Karşımızdaki, piyasa ve rekabeti daima kendi stratejilerinin bir ölçüsü olarak kullanan bir tür pragmatizmdir. Liberalizmin mantığı, farklı yasa, özgürlük ve hak kavrayışlarına ve hukuki, ekonomik ve toplumsal dispositiflerin gerektirdiği süreçlere, uzlaşmış bir bütünlük içinde, egemen olmayı amaçlamaz. Foucault’ya göre liberalizmin mantığı, diyalektik mantığın karşıtıdır. Diyalektik mantık, çelişkili terimleri, bir uzlaşıda çözüme kavuşturulmalarını vaat eden homojen bir unsur dâhilinde ele alır. Stratejik mantığın işlevi ise, apayrı kalan apayrı terimler arasındaki muhtemel bağlantıları kurmaktır.

Arendt ve Schmitt’in savunduğu politikanın önceliğine ve Marx’ta ekonominin önceliğine karşı, Foucault bir çokluk [multiplicity] politikası tanımlar. Foucault, ekonomi veya politikanın bütünleştirici ilkesi yerine, her durumda olumsal birliklerin dereceleri kadar esaslı birlikler de olabilen aygıtların çoğalışını koyar. Majoriter özneler (hak özneleri, işçi sınıfı vb.) yerine Foucault, her zaman tekil olan kırıntıların, parçaların ve kısımların uygulanışı ve eklenişi yoluyla gerçeği işleten ve kuran “minöriter” özneleri geçirir. Bu kısımların, kırıntıların ve parçaların “hakikati” politik ya da ekonomik “bütün”de bulunamaz. Piyasa ve toplum vasıtasıyla, yönetim sanatı, hukuki, ekonomik ve toplumsal ilişkiler bütününün girişimci mantığın bakış açısından giderek artan müdahale, anlaşılırlık ve örgütleme kapasitesiyle uygulanır.

Nüfus/Sınıflar

Yönetim, her zaman, Foucault’nun politik ekonominin diliyle nüfus dediği bir çokluk üzerinde uygulanır. Foucault’ya göre global bir iktidar idaresi olarak yönetim daima, sınıflar (ekonomik özneler), hak özneleri ve toplumsal öznelerin de parçası olduğu “çokluğu” [multitude] kendi nesnesi olarak almıştır. Kapitalizm analizinde, kendi nesnesi olarak çokluk-nüfusu alan teknikler ve bilgiler ile sınıflara odaklanan teknikler ve bilgiler arasına bir ayrım çizgisi çekilir.

Foucault’ya göre kapitalizmin başlangıcından itibaren nüfus meselesi biyoekonomik bir mesele olarak kavranmıştır, ta ki Marx nüfus (iktidarın diliyle “çokluk”) meselesini sınırlandırmaya ve uygun biçimini artık biyoekonomik olarak değil de sınıfların tarihsel ve politik çatışması ve sınıf mücadelesinde yeniden bulmak üzere, bizzat nüfus kavramından kaçınmaya çalışana kadar. [4]

Nüfus ikili bir boyutla kavranmalıdır. Bir yanda insan türü ve onun yeniden üretiminin biyolojik, ekonomik ve toplumsal koşulları (doğum ve ölümün düzenlenmesi, demografinin yönetimi, yaşamla ilişkili riskler vb.) yatarken, öte yanda kamu ve kamuoyu yatar. Fransız filozofun da belirttiği üzere, iktisatçılar ve pazarlama aracıları aynı anda ortaya çıkar. 18. yüzyıldan itibaren yönetimin amacı, ekonomi ve Kanı üzerinde eylemektir. Dolayısıyla yönetimin eylemi, türlerin sosyo-biyolojik köklenmesinden, -“devletin ideolojik aygıtları” olarak değil- iktidar dispositifleri olarak kamunun sağladığı kapma yüzeyinin uzandığı yere kadar uzanır. Türlerden kamuya kadar uzanan, ekonomik ve politik öznelerin şeyleri söyleme ve yapma tarzlarını değiştirmek için, davranışlar, kanılar ve öznellikler üzerinde eylemenin yeni tarzlarından ve yeni gerçekliklerden müteşekkil bütün bir alan söz konusudur.

Disiplin ve güvenlik

Bizler hâlâ kapitalizme dair disiplinci bir bakışa sahibiz, oysa Foucault’ya göre öncelikli hale gelmekte olan, güvenlik dispositifleridir. Kendini Batı toplumlarında olumlayan ve çok eski zamanlardan, Polizeiwissenschaft’tan (polis bilimi) gelen eğilim, yukarıda bahsettiğimiz stratejik bir heterojenlik mantığını takip ederek, disiplin ve egemenlik dispositiflerini bastırmaksızın bunları kendine katan, kullanan, işleten ve yetkinleştiren güvenlik toplumu eğilimidir. Disiplin ve güvenlik arasındaki farkı kısaca açıkladık. Disiplin sınırları ve hudutları kapatır, sabitler; güvenlik ise dolaşımı gözetir ve güvence altına alır. Disiplin önlerken, güvenlik izin verir, teşvik eder, destekler ve kışkırtır. Disiplin özgürlüğü kısıtlarken, güvenlik onu (girişimin ya da bireysel girişimcinin özgürlüğünü) icat eder ve üretir. Disiplin merkezcildir, yoğunlaştırır, merkezileştirir ve kapatır; güvenlik ise merkezkaçtır, genişletir ve yönetim sanatına sürekli yeni unsurlar katar.

Burada bir hastalık örneği verilebilir. Bir hastalık, disiplinci bir tarzla ya da güvenlik mantığı uyarınca ele alınabilir. İlk durumda (cüzzam örneğinde), hasta olanı olmayandan ayırarak, hastaları kapatmak ve yalıtmak suretiyle hastalığın bulaşmasını engellemek için önlemler alınır. İkinci durumda ise, güvenlik dispositifleri yeni teknikleri ve yeni bilgileri (aşı) destekler ve hasta olanla olmayan arasındaki süreksizliği veya kopuşları ve ayrımları gözetmeksizin nüfusun bütününü hesaba katmayı amaçlar. İstatistikler (güvenlik aygıtlarının vazgeçilmez bir başka bilgisi) sayesinde, her yaş grubu, meslek ve şehir için ve her şehirde de her mahalle için vb. bulaşma riski hesaplanarak normalliğe dair farklılaştırıcı bir kartografi tasarlanır. Dolayısıyla risklerin bulunduğu yerden başlayarak farklı normallik eğrilerinden oluşan bir tablo bile oluşturulabilir. Güvenlik tekniği, en olumsuz risk eğrilerinin, yani normal eğriden en çok sapma gösteren eğriyi önleme girişiminden ibarettir.

Dolayısıyla iki farklı normalleştirme türü yaratan iki farklı teknik vardır. Disiplin unsurları, bir kod, bir model ve neyin yasaklanıp neye izin verileceğini, neyin normal neyin anormal olduğunu belirleyen normlar temelinde düzenler. Güvenlik ise, normalliklerin ve iyi ya da kötü olarak değil, doğal ve kendiliğinden fenomenler olarak görülen risklerin farklılaşan bir yönetimidir. Bu dağılımın bir kartografisini oluşturur ve normalleştirme işlemi, bir normallik diferansiyelini bir diğerinin karşısına çıkarmaktan ibarettir.

“Egemenlik toprağı kapitalleştirir; disiplin, aslen unsurların hiyerarşik ve işlevsel dağılımı meselesine odaklanarak bir mekân inşa eder; güvenlik ise, dönüşebilir ve çok işlevli bir çerçeve dâhilinde düzenlenmeleri gereken olası unsurlar ve olaylar dizisinden hareketle bir ortam oluşturmaya çalışır.” [5]

Güvenlik, olgulardan ziyade olası olaylara müdahale eder. Dolayısıyla, neyin tesadüfi, geçici ve gelişim seyri içinde olduğuna gönderme yapar. Sonuç itibariyle, disiplinin aksine güvenlik, bir ayrıntılar bilimidir. “Güvenlik, Toprak ve Nüfus”tan bir alıntıyı uyarlayacak olursak, güvenlikle ilgili şeylerin anlık şeyler olduğunu, oysa yasanın kesin ve kalıcı şeyleri ele aldığını söyleyebiliriz. Güvenlik küçük şeylerle ilgilenirken, yasa önemli meselelerle ilgilenir. Güvenlik her zaman ayrıntılarla uğraşır.

Vitalpolitik

Foucault, girişimin, piyasanın ve emeğin kendiliğinden “ontolojik” gücünü ve “majoriter” öznelerin (girişimcilerin ve işçilerin) kurucu kuvvetini görelileştirir. Marksistlerin ve politik ekonominin yaptığı gibi, zenginlik üretiminin (ve gerçeğinin üretiminin) kaynaklarını yansıtıcı bir tarzda üretmek yerine Foucault, bunların nasıl da “toplumu” etkinleştiren, teşvik eden ve “topluma” yatırım yapan bir grup dispositifin eyleminin sonuçları olduğunu gösterir. Girişimler, piyasa ve emek kendiliğinden güçler değildir, bunlar daha ziyade liberal yönetimin mümkün ve gerçek kılması gereken şeylerdir. Örneğin piyasa, genel bir ekonomik ve toplumsal düzenleyicidir, ama Marksistlerin ve klasik liberallerin düşündüğü gibi, toplumun temelinde bulunan doğal bir mekanizma değildir. Aksine piyasa mekanizmaları (fiyatlar, arz ve talep yasaları) kırılgandır. Bu kırılgan mekanizmaların işlemesi için sürekli olarak uygun koşulların yaratılması gerekir.

Yönetimsellik, piyasayı devlet müdahalesinin sınırı olarak varsayar: Bu, devlet müdahalelerini etkisizleştirmeyi değil, daha ziyade bunlara yeni bir nitelik kazandırmayı hedefler. Devlet ve piyasa arasındaki ilişki, Alman Ordo-liberallerin teori ve pratiğinde açıklığa kavuşur. Aslında liberal müdahaleler, Keynesçi müdahaleler kadar sayısız olabilir (“piyasa serbestliği, etkin ve son derece ihtiyatlı politikalar gerektirir”)[6], ama bunların amaçları ve hedefleri farklıdır. Bu müdahalelerin amacı, tam da piyasa olanağı yaratmaktır. Hedef, rekabeti, fiyat hareketlerini ve arz-talep hesabını mümkün kılmaktır. Ordo-liberallerin dediği gibi, piyasaya müdahale değil, piyasa için müdahale. Müdahalelerin kriteri, anlaşılırlık ilkesi ve karar mercisi olduğu için, piyasaya müdahale etmeye gerek yoktur. Peki, o zaman müdahaleye ihtiyaç duyan nedir? Alman liberallerine göre, doğrudan ekonomik olan değil, piyasa ekonomisini mümkün kılan koşullar üzerinde eyleme geçilmelidir. Yönetim, tüm bir ağı ve kalınlığıyla birlikte bizzat topluma müdahale etmelidir. Onların deyişiyle “toplum politikası” toplumsal süreçlerin sorumluluğunu üstlenmeli ve hesabını vermelidir; bu süreçler içinde piyasa mekanizmasına yer açmalıdır. Piyasayı mümkün kılmak için, genel çerçeve üzerinde eylemde bulunmak gerekir: yani demografi, teknikler, mülkiyet hakları, toplumsal ve kültürel koşullar, eğitim, hukuki düzenlemeler vb. üzerinde. Liberallerin ekonomi teorisi, piyasanın var olmasını sağlamak için, bir yaşam politikası (Vitalpolitik) tasavvur etmeyi başarır: “Yaşam politikası esasen, geleneksel sosyal politikaların yaptığı gibi, ücret artışlarına ve emek zamanını azaltmaya yönelik değildir; bunun yerine işçilerin bütününün yaşam koşulunun, sabahtan akşama akşamdan sabaha içinde bulundukları gerçek, somut durumun ayırdındadır.”[7] Öyle görünüyor ki Tony Blair’in “Üçüncü Yol”u Amerikan neoliberalizminden ziyade bu kıta liberalizminden ilham almaktadır.

İş ve işçiler

“Piyasanın dışına çıkma” ihtiyacına, kendi “gücünü” (puissance) ele geçirmek için emeğin “dışına çıkma” ihtiyacı eşlik eder. Dışına çıkma, “toplum” ve “yaşam” içinde hareket etmeyi ima eder. Liberal yönetim, emeği mümkün kılmak için işçilerin öznelliğine, yani onların tercihlerine ve kararlarına yatırım yapmalıdır. Ekonomi davranışların ekonomisi, ruhların ekonomisi haline geldikçe, kilise babaları tarafından yapılan ilk yönetim tanımı yeniden fiili hale gelir.

Amerikalı neoliberaller, klasik politik ekonomiye, özellikle Smith ve Ricardo’ya paradoksal bir eleştiri yöneltirler: Politik ekonomi her zaman üretimin üç temel faktöre (toprak, sermaye ve emek) bağlı olduğuna işaret etmiştir, ama bu teorilerde “emek her zaman araştırılmadan kalmıştır.”

Tersine Foucault, Adam Smith’in ekonomi teorisinin, emek ekonomi analizinin anahtarı olduğu için, emek üzerine bir düşünme ile başladığının söylenebileceğini dile getirir, ancak klasik politik ekonomi “emeği hiçbir zaman kendi içinde analiz etmemiştir ya da daha doğrusu onu sürekli etkisizleştirmek için, sadece zaman faktörüne geri götürerek onu sürekli etkisizleştirmek için kullanmıştır.”

Emek üretimde bir faktördür, ama aynı zamanda kendi içinde edilgendir ve istihdamını ve etkinliğini sadece yatırım oranına borçludur. Foucault, eleştiriyi genişletir ve bunun Marksist teoriye de uygulanabileceğini iddia eder. Hem klasik iktisatçılar hem de Marx emeği paradoksal biçimde neden etkisizleştirmiştir? Çünkü onların ekonomi analizi, kendini, üretim, mübadele ve tüketim mekanizmalarının incelenmesiyle sınırlar ve dolayısıyla emekçilerin niteliksel değişimlerinin, tercihlerinin, davranışlarının ve kararlarının üzerinden atlar. Öte yandan, neoliberaller emeği çalışanlar tarafından işletilen, rasyonelleştirilen ve hesaplanan ekonomik bir davranış olarak incelemek ister.

1960 ve 1970’ler arasında geliştirilen “insan sermayesi” teorisi işte budur. Foucault, yönetim mantığına bu geçişi ve bu mantığın derinleştirilmesini göstermek için bu teoriden yararlanır. İşçinin bakış açısından ücret, kendi emek gücünün satış fiyatı değil, kendi geliridir. Ama neyin geliri? Kendi sermayesinin geliridir, yani ait olduğu kişiden ayrılamayacak olan insan sermayesidir, işçinin kendisiyle bir ve aynı şey olan sermaye. İşçinin bakışından sorun, kendi insan sermayesinin büyümesi, birikimi ve iyileşmesidir.

Ama sermayeyi oluşturmak ve iyileştirmek ne demektir? Okul eğitimine, sağlığa, hareketliliğe, her türlü duygu ve ilişkiye (örneğin evlilik) yatırım yapmak ve bunları yönetmek demektir. Sorun kişinin emek zamanından ziyade yaşam zamanını yönetmek olduğu için, gerçekte işçiyi terimin klasik gözlükleriyle (Marx) görmüyoruz. Ve bu doğumdan itibaren başlar, çünkü gelecekteki bu performanslar aynı zamanda işçiye yakınları tarafından sağlanan, işçinin geliri tarafından ve yakınlarının “psişik gelir”inde sermayeleştirilen duygunun niceliğine bağlıdır. Bir işçinin girişimciye ve yatırımcıya dönüşmesi için “emeğin dışına adım” atılması gerekir. Kültürel, toplumsal ve eğitsel politikalar, içinde seçim yapan bireylerin geliştiği “geniş ve hareketli” bir çerçeve tanımlar. Tercihler, kararlar, davranışlar ve tavırlar, öncelikle güvenlik dispositifleri tarafından kesin bir şekilde düzenlenmesi gereken olaylar ve olay dizileridir. Burada, yapı analizinden birey analizine, ekonomik süreçlerin analizinden bir öznellik, öznel tercihler ve kendi yaşamının üretim koşullarının analizine bir kayma söz konusudur. Bu tercih etkinliği hangi rasyonalite sistemine uymalıdır? Bir bütün olarak toplumsal bedene genelleştiren piyasa yasalarına, arz-talep modeline, maliyet/yatırım modeline uyması gerekir; böylece bunlar “bir toplumsal ilişki modeline, bizatihi bir varoluş modeline, bireyin kendisiyle, zamanla, etrafındakilerle, geleceğiyle, gruplarla ve aileyle ilişkisine” dönüşür, ki bu da “ekonomi[nin], kıt kaynakların alternatif amaçlar için nasıl kullanılacağı üzerine bir inceleme”[8] olduğunu anlamına gelir.

Polanyi ve Düzenleme Okulu’nun düşüncesinin aksine, piyasanın düzenlenmesi onun düzensiz gelişimine bulunmuş bir çare değildir; bu düzenleme onun kurumudur. Peki, bakış açısı neden böyle tersine çevrilmiştir? Çünkü göz önünde bulundurulması gereken şey, ekonominin görece ihmal ettiği bir şeydir: yenilik sorunu. Yenilik varsa, yeni bir şey yaratıldıysa, yeni üretkenlik biçimleri keşfedildiyse, “bu, bizzat insan düzeyinde yapılmış olan yatırımların bir bütününün sonucundan başka bir şey değildir”. Bir büyüme politikası, sadece maddi yatırım, yani bir yanda fiziki sermaye ve diğer yanda çalışma saatleri çarpı işçi sayısı sorununa işaret edemez. Değişmesi gereken şey, insan sermayesinin içeriğinin düzeyidir ve bu “sermaye” üzerinde eyleyebilmek için, bir dizi dispositifi harekete geçirmek, “yaşamı” teşvik etmek, kışkırtmak ve ona yatırım yapmak gerekir.

Foucault, biyopolitikayı sadece “ırkın düzenlenmesi” (Agamben) olarak değil, tercihleri ve bireysel kararları teşvik ederek öznelliği kurmak amacıyla, dispositiflerin heterojenliğinin yaşam koşullarının bütününe müdahale ettiği bir “toplum” politikası olarak yeniden tanımlar. İktidar tam da bu anlamıyla “mümkün eylemler üzerinde bir eylem”, olaylara bir müdahaledir.

“Fark sistemlerinin optimizasyonunun söz konusu olduğu, gelgitli süreçlere alan bırakıldığı, bireylere ve minöriter pratiklere hoşgörü gösterildiği ve oyuncular değil oyunun kuralları üzerinde eylemde bulunulduğu ve son olarak müdahalenin bireylerin içeriden boyun eğdirilmesi değil de ortam üzerinde bir müdahale şeklini aldığı bir toplum imgesi, fikri ya da tema-programı vardır.”[9]

Güvenlik dispositifleri, “gevşek” bir çerçeve tanımlar (çünkü öncelikle olanaklar üzerindeki eylemlerle ilgilenir); bu çerçeve içerisinde, bir yandan birey, diğerleri tarafından belirlenmiş olan olanaklar üzerinde kendi tercihlerini uygulayabilecek, öte yandan, toplumlarımızın sürekli yenilenmesi durumunun gerektirdiği gibi, ortamındaki değişimlerin yarattığı risklere vereceği yanıtlar da kotarılabilir ve yönetilebilir olacaktır.

Foucault’nun bu iki dersini okuduktan sonra, onun liberalizmin büyüsüne kapıldığını düşünebiliriz. Aslında görünen o ki liberalizmde Foucault’nun ilgisini çeken şey, bir çokluk politikasıdır, çokluğun yönetimi olarak bir iktidar yönetimidir. Foucault’nun zihin devrelerinin nasıl çalıştığını görünür kılan bu somut metinler, bizi iktidarı var olan bir şey olarak değil, kendini yapan (aynı zamanda bozan!) bir şey olarak düşünmeye davet eder. Var olan şey iktidar değil, rasyonel ve önceden düşünülmüş bir tasarı (“plan”) oluşturmasa da bir sistem, bir bütünlük, daima olumsal olan bir sistem ve bir bütünlük oluşturabilecek olan bir dizpositifler, eylemler, yasalar ve kararlar çokluğu aracılığıyla, olaylarla doğrudan temas halinde olan, oluşum halinde olan iktidardır.

Fransız filozof, en ilginç katkılarıyla uzun zamandır bir çokluk filozofu olmasına rağmen, Fransız politikası da uzun zamandan beri bir “bütünlük”, “bir” ve “birlik” politikasıdır. Fransız sağı ve solu (Marksist ve sosyalist) burada yeniden birleşir. Bunu, Avrupa hakkındaki referandum kampanyasında daha da teyit etmiş olduk. Bu sadece sonuçlarla alakalı da değildir, sağ ve sol derhal, aslında hiçbir zaman terk etmemiş oldukları Ulusun o “güven verici” bütünlüğünün içine geri çekildi ve aynı akşam, işsizlik sorununu çözebilmek için, güven verici olduğu kadar etkisiz de olan başka bir bütüne müracaat ettiler: emek/istihdam. Bütünlük politikası “dışarı”yı tanımaz. “Evet” ve “hayır” diyenlerin güçsüzlüğü, aslında gerçek bir imkânsızlığa gönderme yapar: tüm esaslı “bütünler”in, yani emeğin, piyasanın, devletin ve ulusun dışarısından geçen bir çokluk politikasını düşünebilmenin ve uygulayabilmenin imkânsızlığı.


[1] 2005’te Fransa’da Avrupa Birliği Anayasası’nın kabul edilip edilmemesiyle ilgili yapılan referandum. Referandum sonucunda Fransız seçmenler Avrupa Birliği Anayasası’nı reddetti –ç.n.
[2] “Conduct” [Fransızcada conduit/conduire] sözcüğü hem davranış, tavır hem de yönlendirmek anlamlarını taşır. Foucault bu ikili anlamdan bilhassa yararlanmak ister –ç.n.
[3] Adelino Zanini, Adam Smith. Economia, morale, diritto, Bruno Mondadori, 1977 ve Genesi imperfetta. Il governo delle passioni in Adam Smith, G. Chiapelli, 1995.
[4] İngilizce çevirmenin notu: Foucault, College de France’da 1976’da verdiği “Toplumu Savunmak Gerekir” başlıklı derste, egemenliğe dair felsefi ve hukuki söylemi –evrensel haklara sahip öznenin politik teorisinin temeli- savaş olarak politika hakkındaki tarihsel-politik söylem ile karşılaştırır, bu ikincisi “hakikatin, partizan bir zafer için bir silah olarak işlev gördüğü” bir perspektivizmle ayırt edilir ve toplumda politik kurumların altında ve dışında yatan sürekli savaş olgusuyla ilişkilidir. Tarihsel politik söylem hakkında Foucault şöyle yazar: “Bu söylem ırklardan bahsetmesine ve ‘ırk’ terimi çok erken bir dönemde ortaya çıkmış olmasına rağmen, bizzat ‘ırk’ sözcüğünün durağan bir biyolojik anlamla sabitlenmiş olmadığı gayet açıktır. Durum böyleyken sözcük tamamen değişken de değildir. Sonuç olarak ırk sözcüğü, belli bir tarihsel-politik bölünmeyi tanımlar. Aynı bölgesel kökene sahip olmayan iki topluluğun tarihi yapıldığında iki ırk olduğu; en azından kökeninde, aynı dilde ve çoğunlukla aynı dine sahip olmayan iki topluluk, ancak savaşlarla, istilalarla, fetihlerle, çarpışmalarla, zaferler ve yenilgilerle, kısaca şiddetle bir birlik ve politik bir bütünlük […] kurmuş olan iki topluluk olduğu söylenecektir ve bu söylemde de öyle söylenir. […] 17. yüzyıl İngiltere’sinde ve 19. yüzyıl Fransa ve Avrupa’sında devrimci söylem, dava-tarihinin ve başkaldırı-tarihinin yanında konumlanmıştır.” Lazzarato, bu bağlamda Foucault’nun Marx’tan alıntıladığı şu pasaja referans verir: “Ne de olsa Marx’ın yaşamının son günlerinde, 1882 yılında Engels’e yazdığı mektupta şunu söylediğini unutmamalı: ‘Bizim sınıf savaşımını, onu nerede bulduğumuzu çok iyi bilirsin; onu ırklar savaşımını anlatan Fransız tarihçilerde bulduk.’ Devrimci tasarı ve pratiğin tarihi, sanıyorum, egemenliğin işleyişine bağlı Hint-Avrupalı tarihsel pratik biçimiyle bağını koparan bu karşı-tarihten ayrılabilir nitelikte değildir; ırkların ve Batı’da bunların çatışmalarının üstlenmiş olduğu rolün bu karşı-tarihinin ortaya çıkışından ayrı tutulamaz.” (M. Foucault, Society must be defended, Londra: Penguin 2003, p. 76-79, Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şahsuvar Aktaş, YKY, 2002, s. 87-91 [çeviri değiştirilmiştir]).
[5] M. Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, çev. Ferhat Taylan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 22.
[6] Michel Foucault, Naissance de la biopolitique, Gallimard / Seuil, 2004, s. 139..
[7] A.g.e., s. 164.
[8] A.g.e., s.247.
[9] A.g.e., s.265.

Kaynak: Demokratik Modernite

Previous post
FilmLoverss’ın seçimiyle: Şiiri anlatının merkezine yerleştiren 7 film
Next post
Hakkı Yırtıcı: Kentleşme ile demokrasi arasında güçlü bir bağ var - Özlem Ergun