Ana SayfaEkolojiEv’in tarihi ve topografyası: Barınak mı, hapishane mi? – Esra Bilge

Ev’in tarihi ve topografyası: Barınak mı, hapishane mi? – Esra Bilge


Esra Bilge


İnsan, yaşamını devam ettirebilmek için birçok şeye ihtiyaç duyar. Korunma, üreme ve beslenme bunların başatlarıdır. Tabi bu üçlü tüm varlıkların biyolojik devamlılığı için gerekli koşul ama insanı bu üçleme sığdıramıyoruz.

İnsan dediğimiz, metafizik bir oluşum; duygu, düşünce, inanç, felsefe, mitoloji, sanat, estetik vb birçok konu bu üçlemeyi besleyerek farklılaştırıyor. Benim bu yazıda ele almak istediğim konu ise insanın biyolojik devamlılığını sağladığı korunma araçlarından biri olan evlerimiz, hanelerimiz.

Acaba evimiz, ev diye tabir ettiğimiz yaşam araçlarımız nasıl bir gelişim tarihi izledi? Doğadaki farklılaşmadan etkilenen insanın sığındığı, korunduğu mekan, zaman içinde nasıl bir değişim yaşadı? İlk yerleşik yaşamda insanlık neden kalacağı bir yere ihtiyaç duydu? Köylerin ve şehirlerin gelişmesi ile birlikte yaşadığımız mekan olan evlerimiz nasıl bir değişim yaşadı?

Nüfus artışı ile birlikte yatay yapılaşmadan dikey yapılaşmaya, kutucuklara dönüşen evler… Lojmanlardan, toplu konutlardan birer tanesine sahip olmak için, sahip olduğumuzda da o konutları dayayıp döşemek için can hıraş koşturmalarımız… Evler… Artık sığındığımız, korunduğumuz mekan olmaktan çıkıp hapishaneye dönüşen evlerimizin hikayesini takip etmeye çalışacağım.

Mağaralarda kalan insanlık

İnsanlık tarihi açısından en önemli mekan Kuzey Afrika rifi. Fakat bu rifte yerleşik yaşama geçildiğine dair henüz bir veri elde edilmiş değil.

İnsanlık yağmur, rüzgar, şimşek, kar, tipi, fırtına, korktuğu hayvanlar, yine kendisine benzemeyen tüm canlılardan korunmak için bulduğu korunaklı yerlere sığınmış. Tabi bu hikaye insanlığın ömrünün neredeyse milyonlarca yılına tekabül ettiği bilimsel verilerle sabitlenmiş. Yani milyonlarca yıl ananelerimiz herhangi toplu konuttan kazandığı bir dairede yaşamını sürdürememekteydi. Bu dönem için kaya altları, ağaç kovukları, derin vadiler daha avantajlı yerler olarak tanımlanabilir.

İnsanlığın uzun ve büyük göç hikayeleriyle verimli hilale doğru yolculuğuyla birlikte yaşam alışkanlıkları da değişiklik göstermeye başladı. Bugün içinde yaşadığımız ev türü belki henüz inşa edilmiş değildi. Çünkü halen insanlık avcılık, toplayıcılık ile beslenirken, barındığı yerlerde daha çok beslenebildiği mekandan çok fazla uzaklara taşınamıyordu. Seyahat özgürlüğünün ayakların gücüyle doğru orantılı olduğunu söylemek yerinde olacaktır ama bizim için önemli olan insanlığın yerleşik yaşama geçişi ile birlikte yaşam alanlarına neden böyle mahkum olduğuna kafa yormak.

Dikkat edelim, kan bağı ile bir arada olan topluluklar için dışarıdan gelebilecek her türlü tehdide karşı en korunakları yer mağaralar olmuştur. Böylece iklim ve tanımadığı canlılardan korunacağı bir yer bulmuş bu topluluklar. Çünkü insan denilen varlık diğer canlılar gibi tek başına kendisini koruyacak yetilere sahip değildir. Özellikle mağaralarda yaşayarak, kendince dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı kendisini koruyabilmiştir insan. Tabi burada şunu da unutmamak gerekiyor, mağara yaşamı öncesi ve sonrası diye bir perde oluşturabilseydik, neredeyse yüz binlerce yıl mağaralarda yaşayan insanlığın gelişim seyri durmuş gibidir. Çünkü bu dönemde yeni üretimler oldukça sınırlıdır. İçeride dışarıdan yalıtılmış olan insan, korunmuş, barınmış ama büyük değişimler ve büyük üretimler yapmamıştır. Hatta on binlerce yıl aynı mağara içinde aynı yaşama normu ve taş aletlerin kullanıldığı görülmüştür.

Yerleşik yaşama geçiş

Buzulların erimesi, yerleşik yaşama geçişte başat gerekçe olsa da arkeoloji yerleşik yaşama geçişi birçok nedene bağlıyor.

İnsanlığın yerleşik yaşama geçişle birlikte tarıma geçiş, hayvanların evcilleştirilmesi ve bunların hepsi yapılaşmada büyük değişikliklere neden oldu. İnsanın, kaldı ki kadının bu konuda oldukça önemli tecrübeleri de oldu.

Klan topluluklarının küçük olması insanların kaldıkları yerlerde küçük, daha çok otların, ağaç dallarının bir araya getirilmesi ile oluşan yapılaşmalardı. Çok kalıcı yapılar olduğunu söylememiz mümkün değil. Ancak insanın tanımadığı, anlamlandıramadığı varlıkların gözlerinden ırak duracakları yapılar olduğunu söyleyebiliriz. Yine başta yağmur olmak üzere gökyüzünden yeryüzüne akan şeylerden korunmalarını sağlamaktaydı.

Tarımın gelişmesi, üretimin artması ve dolayısıyla nüfusun artmasını sağlayan başat faktör olmuştur. Besin oldukça nüfus artar, dolayısıyla artan nüfusu besleyecek yeni ekili arazilere ihtiyaç duyulur. Böylece, küçük yaşam grupları daha büyük yaşam gruplarına dönüşür. Büyük insan toplulukları daha büyük yaşam alanlarına ihtiyaç duyar. Bu dönem için bu yaşam alanı da köyler olmuştur. İşte bu köylerin oluştuğu, yerleşik yaşama geçişin yaşandığı dönem için John Lubbock tarafından 1865 yılında kullanılan alet ve yaşam biçiminde dair bir tanımlama önerisi gelmiştir; Neolitik.

Artık mağara dışına çıkan insanlık yeni bir barınak şekline doğru geçiş sağlamıştır. Tabi bu dönemin en önemli aktivitelerinden birisi de besinlerin pişirilmesi için yapılan toprak kaplardır. Evet, evler ve ev içinde kullanılacak materyallerin oluşum hikayesi böylece yeni bir mecraya taşınmıştır.

İlk köylerden birisi de Çatalhöyük’tür. Fotoğrafta da gördüğünüz gibi evler birbirine yapışık inşa edilmiş. Binaya giriş çatıdan sağlanmış. Evlerin güney bölümleri erzak deposu, fırın, ocak beslenmeyi sağlayacak bölme olarak kullanılmış. Halen birçok köyde kullanılan yöntem de budur.

Bizim köydeki evimizde de böylesi bir bölme vardı ve adı “aşxana”ydı. Uzun kış günlerinde tandırda ekmekler piştikten sonra üzerine bir taş konulur. Onun da üstüne kilim serilir ve sıcacık olan odada çocuklar oynar, neneler de çocuklara hikayeler anlatırdı.

Çatalhöyükteki evlerin kuzey bölümleri ise daha çok mistik bir karaktere sahip. Evlerin kuzey tabanlarına ölüler gömülür. Ölümün ve yaşamın, tarihin ve bugünün biraradalığı sağlanmak için böyle kullanıldığına işaret edilir. Ölümle tecrübenin yok olmadığı, ölenin ruhunun evin içinde dolaştığına inanılır.

Yani mimari, yaşamın içinden geçerek kurgulanır. Evlerin içindeki sanat yaşam ile tamamen ilgilidir. Avlanılan, ehlileştirilen hayvanlar iç mimari desenlerinde kullanılmıştır. Evin ikonu daha çok yabani hayvanlardır. Boğa, leopar, yırtıcı kuşlar vb değişiklik gösterse de gömütlerde ve mimari ikonografi de yaşamla birlikte değişiklikler görülmüştür. Ama burada anladığımız temel konu, insanlığın yaşadığı mekanı kendi yaşamıyla oldukça uyumlu kıldığıdır; ihtiyaçları, ilgileri iç mimari ile eşit düzeyde ilerlemiş.

Mekan mimarisi de yaşamın gelişimine ve konforuna katkı sunmuştur. Mağaranın muhafazakar kıldığı insanlık art arda gelişen Çeme Hallan, Çatalhöyük, Hacılar ve adı daha bir çok köy yerleşkesi ile birlikte daha açık bir düşünce yapılanmasına kavuşmuştur.

İnsanlık adına kurulan ilk çok katlı yapılar, toplumu da çok katmanlıya dönüştürmüştür.

Tarihler M.Ö. 3500-3000 dönemini gösterdiğinde Ortadoğu topraklarında Uruk merkezli olarak yeni bir yapılaşma ortaya çıktı. Fırat’ın Dicle’yle oluşturduğu deltanın kuzey kıyısında, şimdiki Bağdat’ın 300 km kadar güneyinde yer alan Uruk, M.Ö. 3. bin yılın başında 30.000 ila 50.000 sakini barındıran canlı bir kent olarak tasavvur ediliyordu. Kan bağı ile oluşan birliklerin giderek yan yana gelmesiyle birlikte köylerin şehirlere doğru evrildiği bir süreçten bahsediliyordu.

Unutmayalım artık metropol olarak tanımlanan bir yaşam alanı ortaya çıkmış durumda. İnsan topluluğun yaşam alanının değişmesi ile birlikte yönetim biçiminde de değişikliğe gidiliyor. Evet şehirleşme, ilk metropol odaklarının oluşumu da yönetim değişikliğinin yapıldığı yerlerden birisi oluyor. Uruk bu değişimin apaçık görüldüğü bir merkez.

Köy yaşamındaki yönetim odasının yerini Uruk şehir devletinde büyük, heybetli kamu binaları alır. İhtişamlı büyük binalar, davetkâr oldukları kadar kentin zenginliğini ve gücünü anlatmak için tasarlanmış olsalar gerek.

Büyük binaların kentin orta yerinde inşa edilerek, içinde yaşayanı da uzaktan bakanı da etkileyecek bir mimari tarzı oluşturulmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Tabi söz konusu köylerden kente doğru yaşanan evrim süreci henüz bütünüyle tamamlanmadığı için tanrıça kültü de Uruk gibi bir metropol şehirde bulunmaktaydı. Kadınların, müzik, el yapımı ürünler, günlük yaşama katılım sanatları öğrendiği bir mekan olarak da tanımlanan İştar’a da bir mabet adanmış. M.Ö. 3000 dolayı tarihlerine uzanan bu yeni tasarımın bir süre sonra farklı kutsal mekanlar ve ev yapımlarına da öncülük ettiği söylenebilir. Yani kadınlar bu tarihte de kendi mabetleri, ferah avluları içerisinde halen yaratıcılıklarını koruyabiliyorlardı. Çünkü döneme ait birçok tablet ve el yapımı üründe ciddi bir yaratıcılığın olduğu söylenebilir.

Kentin giderek zenginleştiği, kendinden önceki tüm tarihlerde yaşanmışlıkları da içine katan bir üretim seviyesinin olduğu söylenebilir. Şehirlerin etrafını çeviren duvarlar dışarıdan gelen saldırılara karşı toplumu korusa da içeride, süreklileşen düşünsel ve maddi üretimin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Zaman sadece toplumun kendisini besleme, savunma ve üremeye odaklı bir mekanı göstermediğini söylemek yerinde olacaktır. Yaratılan mitoloji bile bunun önemli bir göstergesi. Her ne kadar yeni bir yönetim şekline geçişte bu hikayelerin oldukça önemli bir rolü olsa da hikaye oluşturmak da önemli bir insan yetisi. Sanatsal, estetik yaratıcılığın geliştiği bir dönem olduğunu belirtebiliriz.

Toplumun bu yeni şehirleşme biçimindeki evler oldukça birbirine yakın, savunma ihtiyacı odaklı olmakla birlikte şehri çeviren yüksek duvarlar arkasındakinin düşüncelerine de çekilen bir set olmaktan öte sadece şehir savunması olarak tanımlayabileceğimiz bir düzlemde ilerlemiş. Neden böyle bir sonuca varıyoruz. Çünkü içindekiler halen üretken…

Kentleşen bu yaşam alanında artık eskisi gibi birbirinin aynı evlerin olduğunu söyleyemiyoruz. Köyde sadece yiyecek üretmekle meşgul olan bir köyün tersine kent ahalisi mesleki olarak ayrışmaya gitmiş. Zanaatkârlar, ulaşım ve yapılaşmayı sağlayan işçiler, yönetim erkine bağlı memurlar, tüccarlar, din adamları biçiminde birçok mesleki ayrışma yaşanılan yerlerde değişikliğe neden olmuş. Meslek grupları da kendi ihtiyaçları doğrultusunda yaşam mekanları inşa etmiş.

Yiyecek üreten sınıflar, çiftçilikten elde ettikleri ürünlerin bir kısmını vergi olarak kentin tanrısına yani orayı organize eden yönetime verdiği için epey semirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu sayede kente akan tarım fazlası kentli iş gücü büyük anıtsal binaların yapılmasına da yarayacaktır.

Bir kısım yöneticinin zengin olması ile birlikte kurumsal ve kamusal binalar oluşturulur. Bu binalara girmek için de özlem ve arzuyla yanıp tutuşan kesimler oluşturulur. Hiyerarşi binalar ile özdeşleşir. O binaların içinde yer alanlar ve alamayanlar olarak da ayrışmalar yaşanır. Bu ayrışmadan doğan yaşam mekanları oluşur.

Kentin nüfusu arttıkça farklı ihtiyaçlar da ortaya çıkar. Katlanarak artan nüfusun beslenebilmesi için tarlalar büyütülmeli, sulama zamanları ayarlanmalı, yeni ticaret yolları bulunmalı… Daha sayabileceğimiz birçok ihtiyaç yeni fikirlerin örgütlü hale gelmesinin de yolunu açar. Aritmetik, geometri, astronomi, matematik, mimari vb. birçok mesleki yapı oluşur. Düşünceye dayalı birçok meslek grubu ortaya çıkar. Bunun diğer adı sınıflaşmadır. Toplumsal tabakaların oluşması yaşam mekanlarında da farklılaşmayı beraberinde getirir. Yeni sınıflar, yeni mimari yapılardır.

Her sınıfın kendi mimari yapısı olsa da ev, bina, köy, kent, metropol halen koruma ve barınma sınırlarında seyreder. Klanın köye, köyün metropole evrildiği yaşam biçimi insanlığa son iki yüzyıldır yaşattığı kadar büyük zararlar vermemiştir. Özellikle endüstriyalizm ile birlikte ev tanımı çok başka bir anlama tekabül etmektedir.

Toplumun binlerce yılda değiştiremediği, değiştirmediği bazı gelenekleri, alışkanlıkları, kültürel fenomenleri endüstriyalizm sonrasında oldukça hızlı bir değişim yaşadı. Yaşam mekanları alabildiğine farklılaştı. Modernleşme, hızlı kentleşme sonucunda ekonomik sosyal, kültürel, teknik farklıları da içinde barındıran kapitalist metropoller, megapoller ortaya çıktı.

Şimdi bu yaşam alanın en geniş anlamda yaşadığı farklılaşma yaşamın tümünü değiştirdi. Kamusal mekanlar, özel mekanlar da bundan nasibini aldı. Dış mekan olarak tanımlanan çalışma mekanları yeni bir rasyonalite oluşturdu. Daha önce de belirtmiştik, meslek birimlerinin gelişmesi ile birlikte bu meslek birimlerinin kullandığı mekanlar farklılaştıkça yaşam mekanları da buna mukabil bir farklılığa gitti. Önce iş dünyası, çalışma yaşamı ve kamusal alandaki tüm maddi ilişki örüntülerini, ardından da özel alanın merkezi olan ev korunma, barınma mekanı olarak toplum-insan yaşamının oldukça önemli bir öznesiyken, nesneleşti.

Nesneleşme süreciyle birlikte ev; mimarlık, sosyoloji, felsefe, sanat, edebiyat gibi birçok bilimin de odağı oldu. Endüstriyalist sanat, mimari, estetik değerleri evi sürekli değiştirip dönüştüren bir arzu nesnesine dönüştürerek başkalaştı. Teknolojinin odağına oturduğu yaşam alanımız evimiz, sermayenin yeniden yeniden ürettiği değiştirdiği, bizim ise ardından koşturduğumuz, değiştirdiğimiz değiştirdikçe aslında kendimizden uzaklaştırdığımız hapishane mi yoksa barınak mı ikileminden çoktan kopan bir hale geldi.

Büyüyen metropol, ışıklı evleriyle köylülüğü sürekli anlamda küçümseyerek şehirleşmeye davet etmeye başladı. Yeni iş imkanlarıyla köyden şehre parya koparmaya çalışan şehirler aslında kendi ayağına baltayı vuruyordu. Köyün büyükçe herkesin rahat ettiği evlerinden küçük küçük küçücük evlerine yeni bir yolculuk başlamıştı.

Evet, yeni iş imkanları büyük metropollere akışı iyiden iyiye büyütüyordu. Bu aynı zamanda bir ekonomik büyümeydi. Dolup taşan kentlere kitleler halinde akan insanlık fabrikalarda, atölyelerde çalışmaya başladı. Onları yaşadıkları yerlere taşıyacak araçlar, araçların kurulumunu sağlayacak insanlar, o araçların gideceği yolları yapmak için insanlar sonuç itibariyle arttıkça artan kent nüfusu oldu. Bu nüfusu yerleştirecek yeni evler, yeni yerleşim birimleri inşa edildi.

Fabrikalar, seri üretim

Seri üretim kavramlaşma, toplumun giderek mekanikleştiğini de bize göstermiş oldu. Parçaları birleştiren kitleler yaşam alanları olan evleri de parçalar halinde inşa etmeye başladı. Kaldığımız evlerde yaşadığımız, dönemsel farklılığın önemli bir parçasıydı. Seri üretime dahil olabileceğimiz ergonomik evlere doğru atılmaya başladık. Fabrika lojmanları, hizmet sektöründe yer alanların kaldığı varoş mahalleleri oluşmaya başladı. Her ikisi de arasında büyük uçurumlar olan barınma mekanları olarak yeni metropollerde yerlerini almaktaydı. Lojmanlar aynı fabrikalar gibi öznelliğini giderek yitiren insanlığın seri üretimine benzemekteydi. Tüm detayları ile çalışma koşullarına uyarlanmış yapılar olarak karşımıza çıktı.

Gri fabrikalardan, gri kamusal binalara oradan gri evlere doğru bir dolaşım evresi oluşturulmuş oldu. Nasıl ki fabrikalarda her şey ölçülüp biçilerek üretiliyorsa, duygudan arındırılıp insanlık endüstriyalizmin yönlendirdiği bir robota dönüştürülüyorsa evler de parçalara ayrılarak standart yapılara dönüştürüldü.

Modernleşen evlerin işçi sınıfı için minimum yaşam standartlarında olması lojmanlar toplu konutlar vb. yapılaşmaya doğru gidildi. Bunun için özel projeler oluşturuldu.

Ev, yatak odası, mutfak ve banyo olarak hesaplanıp, standart ölçülere getirildi. Yer kazanmak için tasarlanan, açılıp kapanan, katlanan mobilyalar, ergonomik yataklar vb. iç dizayna gidildi.

Dışarıda seri üretimin karşılığı fabrikadaki işçi erkek, evin yöneticisi –hapisçisi- kadın olarak karşılığını bulur. Kadının kalesi mutfaktır, bu kaleyi kadın istediği gibi dayayıp döşeyecektir. Kadın hapsedildiği mutfağı istediği gibi yöneteceği, yenileyeceği kapitalist modernitenin tanrıları tarafından kulağına üflenerek arzuyla doldurulur.

Modernlik idealinin nesnesine dönüşen ev

1970’lerden sonra ev artık modernliğe dair birey olma adına özgürlük ve köklerinden uzaklaşma alanına dönüşür. İçinde yaşanılan akıllı evler fabrika benzeri bir makinedir. Barınılan, korunulan, sığınılan mekan artık bireyin hapishanesi olma yolunda ilerlemektedir.

Modernist mimarinin yarattığı estetik insanı insan olma değerlerinden koparan, toplumsal öykülerden uzaklaştıran birer yapıya dönüşür. Evcilleştirilen hayvanlar misali var oluş değerlerinden koptukça başkalaşan insan gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Tekil hapishanemiz evimiz olmuştur. Yuva olmaktan çıkan ev, tam bir tüketim merkezi haline gelir.

Günlük ürettiği çöp ürettiği düşünceden daha fazladır. Her evden günlük en az günlük 30 lt çöp çıkıyor. Endüstriyalizm ev içi arzuları arttırdıkça tüketim de müthiş bir ivme ile yükselir. Ütüden çamaşır makinesine, limon sıkacağından tabak çanağına, koltuk takımından bazaya, gardıroptan etejere, tuvalet masasından makyaj malzemesine, kravatından parfümüne, beyzbol sopasından tenis raketine, hafızamızın alıp almayacağı belli olmayan bir çok ürünü koşarak almamıza neden olan evimiz… İçini sürekli doldurduğumuz, yenilediğimiz, başkasında gördükçe kıskandığımız, “bizim de olsun” diyerek arzuladığımız anlamsız bir mekana dönüşen evimiz… Artık o bir barınak değil tüketim hapishanesine dönüşmüştür.

Toplu konutlar, lojmanlar, siteler, gerçek köylerden çaldığımız şu köyler ile bu köylerin yapıları da birbirinin aynı oldu. Herhangi bir kadın herhangi bir eve girdiğinde kepçenin, ütünün, kuru gıdaların nerede olduğunu kendi elleriyle koymuş gibi bulabilme yetisine sahip oluyordu. Çünkü farklı olduğu söylenen bu evlerde herkes aynı, tek bir fabrikadan çıkmış ama barkodları farklıydı. Yaşamlar, farklı olduğuna inanılan evlerde aynılığın paylaşımına dönüştürüldü. Endüstrilayizm farklı olduğuna inandırılan bu evlerin kullanım kılavuzlarını üreterek bireyin kullanım kılavuzlarını oluşturmuş oldu. Kendisi için olan ama kendinde olmayan bireyin içinde olduğu tutsaklar neyi nasıl düşüneceğine endüstriyalizm karar verir hale geldi. Bizden içeri ama bizden dışarı bir yapıya dönüşen benliğimiz karar vermekte.

Ergonomik ve ekonomik yeni bir metafor

Tarihler 1990’ların sonunu gösterdiğinde ise artık çok fonksiyonel evlerimiz oldu. Açılır kapanır bazalar, gömme dolaplar, elbise odaları, katlanabilir pratik masalar, üç katlı ranzalar vb. Her şey çok amaçlı kullanıma açıkken birey ve toplum amaçsız bir yaşama doğru koşturuldu.

Topraktan aldığımızı topraktan verdiğimiz zamanları çoktan geçmiştik. Hatırlarsak ilk evlerimizde ölülerimizi dahi evlerimizin içine gömer, tarihten, geçmişten, topraktan kopmadığımızı ispatlamak istercesine yapardık bu ritüeli. Ama artık topraktan nefret eder, topraktan arınmış evlerimiz olsun istedik. Her yere betonlar, çimentolar döktük. Her şey beton yığınına dönüştü. Topraktan kopan evlerimizin içindeki çiçeklerimizin bile toprak olmayan topraklarda yetişmesini sağladık. Evlerimiz bizi yağmurdan, çamurdan koruyan bir yapı oldu. İçine sığamadığımız, sığınamadığımız evlerimiz, artık kendi yaşamımızdan kopan, içinde huzurlu olmadığımız, üretemediğimiz, düşünemediğimiz evlerimiz oldu. Bu kadar yerleşik yapılarımız bizim hapishanemize dönüştü.

Toplumsal hiyerarşi arttıkça, toplumsal kategoriler genişledikçe evlerimiz, “hapishanelerimiz” çok katlı oldu. Yayvan yapıların yerini dikey yapılar aldı. Dikeldikçe, arzuları daha bir artan hapishane tutsaklarını daha iyi koşullayacağını düşündü endüstriyalizm. Çünkü bu yaşam biçimi toplumu kullanıma açık hale getirmekle birlikte bizi bizden koparan bir heyulaya dönüştürüldü.

Koşarak sığındığımız evlerimizin içine tıkış tıkış yaşamlar doldurduk. Ama artık içinde biz yoktuk.


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
İsviçre'nin Rapperswill kentinde de Kürtçe dil eğitimi başladı
Sonraki Haber
Memur-Sen'de 81 ilde eş zamanlı basın açıklaması