Ana SayfaEkolojiHakkı Yırtıcı: Kentleşme ile demokrasi arasında güçlü bir bağ var – Özlem Ergun

Hakkı Yırtıcı: Kentleşme ile demokrasi arasında güçlü bir bağ var – Özlem Ergun

HABER MERKEZİ – AKP döneminde Maden Kanunu’nda yapılan düzenlemeyle 1’inci derece SİT alanları dahil dağ, taş, orman ve aklımıza gelebilecek tüm bir doğa resmen maden sahası ilan edildi. Yine aynı AKP zamanında 2 milyar 350 milyon metrekarelik alan betona dönüştürüldü. “Modern bir dünyada mekan-insan ilişkinin sağlıklı bir şekilde kurulması, ancak toplumun demokratik ilkelerle yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya örgütlenmesiyle olabilir’ diyen Gazete Duvar Yazarı mimar Doç. Dr. Hakkı
Yırtıcı ile AKP’nin çevre ve kent politikalarını, mekan-insan ilişkilerini ve Türkiye’de kentleşmeyi konuştuk.


Söyleşi: Özlem Ergun


Kaz Dağları’nda 200 bine yakın ağacın kesilerek Kanadalı Alamos Gold şirketinin siyanürle altın çıkaracak olmasına verilen tepkiler AKP’nin çevre ‘icraatları’nın sonuncusunu teşhir etti. Kaz Dağlarıyla birlikte, Ilısu Barajı’nın tamamlanmasıyla sular altına kalacak 12 bin yıllık Hasankeyf’ten, tamamı maden sahası ilan edilen Munzur Dağları’na, millet bahçesi yapılsın diye ihaleye açılan Salda Gölü’ne kadar geniş bir çeşitlilikte gerçekleştirilen katliamlar, iktidarın yargıdan şirketlere uzanan işbirlikçileriyle tüm ülkede uygulamaya koyduğu çevre ve rant politikalarının küçük bir özeti.

Çevre ile sınırlı olmayan yok etme uygulamalarından kentler de azade değil. CHP’nin bu yılın Şubat ayında açıkladığı ‘Beton Ormanı Raporu’na göre, AKP’nin 16 yıllık iktidarında 2 milyar 350 milyon metrekarelik alan betona dönüştürülmüş. 2002 yılına göre yapı ruhsat izinleri 8 kat arttırılmış. Yine 2002’de AVM’ler 1,25 milyon metrekare alanı kaplarken, bu rakam yüzde 900’lük artışla 2017’de 11,2 milyon metrekareye yükselmiş.

2003-2017 arasındaki 15 yıllık dönemde inşaata harcanan para ise yaklaşık 5 trilyon lira… Betonla ilişkisinin hakkını vermiş görünen AKP’nin beton ekonomisi çökerken, o ekonominin acıklı sonuçları kentlerin her yerinden yükselmeye devam ediyor.

Bir de 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi bir seçim vaadi olarak gündeme gelen ‘millet bahçeleri’ var. Başlangıçta kente ait bir durummuş gibi anladığımız millet bahçeleri Salda Gölü’nde olduğu gibi Hersek Lagünü’de de doğayı katletmenin kullanışlı bir aparatı olarak yardıma çağırılmış görünüyor. Lagünü’de 1 milyon 400 bin metrekare gibi devasa bir alan üzerine kurulması planlanan millet bahçesi, “Türkiye’nin en büyüğü olacak” denerek pazarlanıyor şu sıralar.

“AKP 17 yıllık iktidarı boyunca ciddi bir çevresel felakete neden oldu. Sonra bir öz eleştiriymişçesine karşımıza “millet bahçeleri” çıktı. Bir kere Türkiye tek bir milletten oluşmuyor. Zaten bu çağda millet kelimesini kullanmak çok sorunlu. Millet kelimesinden anlaşılan sadece bir partiye oy verenler. Millet bahçeleri ne olduğu belli olmayan bir millet tahayyülünün nesneleşmiş hali; ideolojik bir araç” diyen Gazete Duvar Yazarı mimar Doç. Dr. Hakkı Yırtıcı ile AKP’nin çevre ve kent politikalarını, mekan-insan ilişkilerini ve Türkiye’de kentleşmeyi konuştuk.

Hakkı Yırtıcı

Geçenlerde katıldığınız ‘iktidarın kentleşme, rant ve ekoloji politikalarını’ konu edinen bir TV programında Kaz Dağları’ndaki doğa katliamıyla ortaya çıkan toplumsal tepkinin adresinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olduğuna işaret ettiniz. Neden?

Çok basit. O kadar çok söz var ki etrafta, eleştirinin hedefi kolayca saptırılabiliyor. Milliyetçi duygular ile yaklaşanlar birden Kanada’ya, Kanadalı inşaat firmasına düşman kesiliyor. Durun bir dakika. Eleştirinin asıl hedefi buna izin veren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Yerde, birebir Kazdağları’nda bulunmak önemli. Ama protestoların asıl adresi bakanlığın önü olmalı. Ancak önceki deneyimlere bakıldığında, böylesi bir eylemin polis şiddeti, cop ve biber gazı anlamına geldiğinin de herkes farkında. Bu açıdan kimseyi de yargılayamam. Tüm bu söylediklerimi ters yüz edecek bir şey, geçen gün okudum. Kanadalı firmanın öne
çıkarılması, Kanada da, çevre örgütlerinde de Kaz Dağları ile ilgili bir duyarlılık oluşturmuş. Bu güzel bir şey. Ama tüm bu farkındalığın nasıl sonuçlanacağını gerçekten ön göremiyorum.

AKP’nin kentle ve doğayla kurduğu ilişkilenmeyi anlatması açısından belirleyici olabilecek ‘Millet Bahçeleri’ nasıl bir zihniyetin/siyasi kültürün ürünüdür? Geçtiğimiz haftalarda Yalova Altınova belediye başkanı, Hersek Lagünü’nün çevresine, 1 milyon 400 bin metrekare alan üzerine kurulması planlanan Türkiye’nin en büyük Millet Bahçesi’ni “Devasa bir kompleks olacak” diyerek ‘müjdeledi’. İlerleyen süreçte Lagünü’nü ne bekliyor?

AKP 17 yıllık iktidarı boyunca ciddi bir çevresel felakete neden oldu. Sonra bir özeleştiriymişçesine karşımıza “millet bahçeleri” çıktı. Bir kere Türkiye tek bir milletten oluşmuyor. Zaten bu çağda millet kelimesini kullanmak çok sorunlu. Millet kelimesinden anlaşılan sadece bir partiye oy verenler. Millet bahçeleri ne olduğu belli olmayan bir millet tahayyülünün nesneleşmiş hali; ideolojik bir araç. Millet bahçelerinin yeşil alanla falan alakası yok. İçindeki donatılara bakılınca, inşaata dayanan ekonomi için yeni rant kapısı. Ayrıca ilk olarak kentin içine yapılacak yerler söz konusu iken, şimdi Salda Gölü, Hersek Lagünü gibi koruma altında olan doğal alanların metalaşmasının aracı oldular. Bu durumu eleştirmeye kalktığınızda ise yine “gelişme” ve kalkınma” söylemi ile karşılaşıyor, Türkiye’nin gelişmesini istemeyen bölücüler olarak kolaylıkla yaftalanabiliyorsunuz.

Hersek Lagün’nün çevresine, 1 milyon 400 bin metrekare alan üzerine kurulması planlanan Türkiye’nin en büyük Millet Bahçesi’ni “Devasa bir kompleks olacak” diye duyuruldu. Nitelikten bahseden yok. Gelişme ve kalkınma sadece rakamlar, sıfatlar, nicelikler üstünden tarif ediliyor. Söylenenlere dayanarak Hersek Lagünü’ne yapılacak millet bahçesi içerisinde satış noktaları, kafeteryalar, sucul bitkilerle ilgili özel süs havuzu, bir AR-GE bölümü ve laboratuvar, tıbbi ve aromatik bitkiler bahçesi olacak. Buna kuş gözlem noktası ve doğa eğitim merkezi, yürüyüş yolları ekleniyor. Nasıl bir yoğunluktan bahsedildiği, bu bölgenin ekolojik yapısını nasıl etkileyebileceği belli değil. Bir yandan AR-Ge ve laboratuvardan bahsediliyor. Burası bir araştırma merkezi olacaksa, bu ancak bir üniversite dahilinde olabilir, buraya da inceleme gezileri yapılır. Ama burnunun dibine böyle şeyler inşa etmezsiniz.

Bir yerin mimarisi o yerin kültürü, toplumsal ilişkileri, hakim olan siyasal eğilimleri açısından ne tür fikirler verir? Mekan-insan ilişkisi neden ve ne kadar önemlidir?

Toplumun ve dolayısı ile insanın mekana gömülü oluğu düşünülürse mekan–insan ilişkisi, insanın içine doğduğu yapılı/fiziksel ortam tarafından belirlenir. Mekan–insan olarak tarif edilen ikili ilişki aslında ayrılmaz bir bütün. Mekan nasıl insan olmadan var olamaz ise insan da kendi yarattığı ortamdan ayrı düşünülemez.

Günümüz dünyasınında kent, kapitalizm sonrası yani neo-liberal baskının çok güçlü hissedildiği yerler. Neo-liberalizmin toplumsal ilişkiler ve kültür üzerinde belirleyiciliği çok artmış durumda. Ancak küreselleşme ve aynılaşma söylemleri bir ara çok konuşulmuş olsa da toplumun bunlara verdiği kültürel reflekser coğrafyadan coğrafyaya değişiyor.

Modernleşme ile kapitalizmin ilk ortaya çıktığı coğrafyalar, başta Batı Avrupa sonrasında Avrupa’nın tamamına bakıldığında modernliğin kurumları ve normları daha içselleştirilmiş görünüyor. Ancak ikinci ve üçüncü coğrafyaların (Türkiye’yi ikinci olarak görmeli) reflekseleri bambaşka. Daha basitçe söylemek gerekirse, bugün modernlik ve kapitalizm tüm coğrafyaları etkilese de, tarihsel bağlam (siyasi ve kültürel) toplumun bunları algılama biçimlerini ve verdiği karşılıkları farklılaştırıyor.

‘Adil toprak paylaşımını beceremiyoruz’

“Kentleşmenin tarihi, toprak paylaşımının tarihidir” diyorsunuz. Kentsel topraktan elde edilen rantın küresel sermayenin ilgi alanına girmesi kapitalist ilişkilerin hakim olduğu tüm dünya için geçerli olsa gerek. Kent ve sermaye ilişkileri açısından baktığımızda Türkiye’yi batıdan ayıran temel farklar nedir? Türkiye’de sağlıklı kentleşme neden mümkün olmadı/olamıyor?

Yukarıda kabaca çizdiğim çerçeveyi bu soru ile inceltmek mümkün. Türkiye ile ilk kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı merkez Avrupa ülkeleri arasında temel fark şu: Avrupa’da, 18. yüzyıldan itibaren toprağın bir meta olarak üretimi ve oluşan rantın paylaşımı kapitalistler arasındaki özel mülkiyet ilişkileri ve toprağa aktarılan sermaye miktarı bağlamında gerçekleşti. Bu kentin yeniden üretilmesi için gerekli muazzam sermaye birikimini sağladı.

Türkiye’de ise bu ilişki devletin mülkiyetindeki toprağın özel mülkiyete geçişi şeklindeydi. Yani herkesin bir ucundan tuttuğu ve “devletten ne koparırsam” mantığı ile bir kentleşme yaşadık, yaşıyoruz. Son imar barışı bunun en büyük örneği. Devlet bir defa daha toplumsal baskıya dayanamadı, sorumluluğu tümden vatandaşa bırakan, yani vatandaşın yine devletten toprak koparmasına izin veren bir af çıkardı. Bir türlü adil toprak paylaşımını beceremiyoruz.

Türkiye’de kentleşmenin tarihini, Tarık Şengül’e referansla “ulus devletin kentleşmesi”, “emek gücünün kentleşmesi” ve “sermayenin kentleşmesi” olarak üç farklı döneme ayırabiliriz.

İlk dönemde, modernleşme projesi Cumhuriyet elitleri tarafından yukarıdan aşağı örgütlenendi. Oysa henüz ortada gerçek bir kapitalist pazar, kentleşme olgusu bulunmuyordu. Üstelik Cumhuriyet’in ilk yıllarında azınlıkların ülkeyi terk etmek zorunda kalması ile devletin elindeki toprak miktarı arttı. Bugün dahi Türkiye’nin coğrafi alanının üçte ikisi devlet mülkiyetindedir.

Avrupa kentlerinden 150 yıl sonra, ancak 1950’lerde kentsel sorunların baskısını hissetmeye başladık. Tarımın modernizasyonu ile ilk defa devlet elitinin bir projesi olarak modernleşme, yerini tabandan gelen ve kapitalist koşulların zorladığı bir modernleşme sürecine bıraktı. Böylelikle kırsaldaki istihdam fazlası başta İstanbul olmak üzere diğer bütün büyük kentlere göç etmeye başladı.

1980’lere kadar kentlerimizi gecekondu ve Türkiye’ye özgü yapsatçılık ile ürettik. Devletin etkisi çok sınırlı oldu. Bugün halen gecekondulaşmanın etkileri sezilen ve yapsatçılık ile üretilen parsel bazında, birbirine eklemlenerek oluşmuş bir kent dokusunun ve kalitesiz bir işçilikle oluşmuş konut stokunun sorunları en büyük problem. Bu durumun nasıl bir felakete yol açabileceğini 17 Ağustos 1999 depreminde gördük. Sanırım bu “Türkiye’de sağlıklı kentleşme neden mümkün olmadı/olamıyor?” sorunuzun cevabı.

Bugün halen içinde bulunduğumuz dönem Özal ile başladı. Özal döneminde Toplu Konut Yasası’nın çıkmasıyla ise ilk defa yüksek rant getirisi vaat eden kent, büyük sermayenin ilgi alanına girdi. Böylelikle bir önceki dönemde parsel bazında yatırım yapan küçük ve orta girişimcinin yerini, kentin dışındaki büyük toprak parçalarında yeni uydu kentler yaratan ve buradaki rant gelirini kendi sermaye birikimine katan sermaye almış oldu. Ve maalesef bugün halen, araçlarını daha da geliştiren, “ne koparırsam” mantığıyla sağlıksız bir kentleşme politikası devam etmekte.

AKP iktidarının ‘gelişme’ ve ‘kalkınma’ diyerek pazarladığı yeni havalimanı gibi ‘büyük’ projelerini izliyoruz. Kapitalist jargonun da sık kullanılan kavramlarından olan ‘gelişme’ ve ‘kalkınma’ kentleşme söz konusu olduğunda ne anlama geliyor?

Gelişme ve kalkınma söylemi sadece AKP iktidarına özgü değil. Daha en baştan muasır medeniyetler seviyesine ulaşmayı amaçlayan Türkiye Cumhuriye’tinin 100 yıllık söylemidir. Menderes, Demirel, Özal ve son olarak Erdoğan bu söylem sayesinde iktidara gelebildi. Ancak yeterli sermaye birikiminin olmaması ve gündelik iktidar mücadeleleri ucuz politikalara neden oldu. Gelişme ve kalkınma söylemi anlık, geçici çözümlerle uzun vadede çok sorun çıkaran bir söyleme dönüştü.

Bugün TOKİ’nin kötü işçilikle ucuza mal ettiği, bir çevre felaketi yaratan konutlarını emin olun yarın yıkmak zorunda kalacağız. Yıkarak yapıyoruz her şeyi. Tam bir israf. Bu kadar zengin değiliz. Bu sadece zenginlik meselesi de değil. Yıkarak yapma mantığı kentin sürekliliği ve sağlıklı gelişmesinin önünde büyük bir engel. Lüks konut alanları, gökdelenler, ofis binaları kenti sararken yine bu yoğunlaşmanın getirdiği altyapı maliyetlerinden kaçıyoruz. Sadece anlık yüksek rant getirisine bakılıyor. Oysa mesela Londra’da 19. yy’da inşa edilen Belgvaria bölgesindeki konutlar halen emlak piyasasının en gözde konutlarından.

‘Kentsel dönüşüm rant kavgasına dönüştü’

Sağlıklı kentleşme nedir? Bir yaşam alanına ‘kent’ diyebilmek için öncelikle nelerin olması/ olmaması gerekir? Ve buna bağlı olarak kent ve bizi çevreleyen doku zihin, algı ve duygu dünyamızı nasıl etkiler?

Sağlıklı kentleşme öncelikle kentin altyapı yatırımlarının tamamlanması anlamına geliyor. Ulaşım, derelerin islahı, toprağın paylaşımında eşitliğin sağlanması, rant uğruna sadece belli kesimlere zenginliğin aktarılmaması çok önemli.

İstanbul gibi bir metropolde biraz yağmur yağınca ulaşım sisteminin çökmesi, otoyolların su altında kalması, derelerin taşması ve heyelanla konutların yıkılması, elektrik kesintilerinin yaşanması aslında kabul edilecek şeyler değil.

Sağlıklı bir kentte yeşil alanlarının yeterli olması ve homojen bir şekilde yayılması gerekiyor. İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan dört metrekareden biraz fazla. Bu Avrupa kentleri ile karşılaştırıldığında hiçbir şey demek. Ayrıca İstanbul’un her an gelebilecek bir depreme hazırlıklı olması lazım. 20 yıl önceki Gölcük depremi unutuldu. Hemen sonrasında ilan edilen toplanma alanlarında bugün AVM’ler, gökdelenler yükseliyor. Yeşil alanlar yok edildi. Kentsel dönüşüm güya kentin sağlıksız bölgelerinin yeniden inşa edilmesi demekken, gerekli hukuki ve finansal mekanizmalar sağlanmadığından ciddi bir rant kavgasına dönüştü. Bu açıdan çok büyük bir fırsatı kaçırdık.

“Kent ve bizi çevreleyen doku zihin, algı ve duygu dünyamızı nasıl etkiler?” sorunuza gelelim. Kentte ses kirliliği, koku kirliliği ve görüntü / ışık kirliliği, üç önemli duyumuzun sürekli maruz kaldığı yorucu uyaranlar. Kenti zihnimizde bir uğultu olarak algılıyoruz. O zaman kentle nasıl sağlıklı bir ilişki kuracağız? Hiçbir ölçeğe oturtamadığımız gökdelenleri kentin ortasına dikerseniz, yaşayanları bunu nasıl algılar? Ya da kent olmayan kent parçaları üretirseniz, ne olur? Göz kamaştıran gökdelenler yapıyor olabiliriz ama bunların toplamı ciddi bir görsel, duyusal kirlilik. Kabul edelim, kentin bütününe baktığımızda İstanbul çirkin bir kent. Aynısını diğer büyük kentler, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Mersin için de söyleyebilirim.

Kentlerin, ortak evlerimiz olduğunu anlamamız lazım. Kendi yaşadığınız evde nasıl bir uyum ararsanız, hadi abartayım mutfağa yatağınızı koymazsanız, aynı uyum kent için de geçerli. Duyularımıza ve oradan da aslında üzerine fazla düşünmediğimiz, çok güçlü bir şekilde duygularımıza değen bir nitelik sorunundan bahsediyorum. Eğer kentin kendisine, kenti paylaştığımız insanlara ve kendimize bu derinlikten bakabilirsek, her şey anlamlı olabilir.

‘AKP’nin ekonomik varlığını önemli ölçüde üzerine tesis ettiği ‘beton ekonomisinin’ sonucu beton yığını kentlerden dönüş mümkün mü? Böylesi bir yıkım ve tahribatın telafisi mümkün olabilir mi?

Yine başa dönecek olursam bunu AKP iktidarı ile sınırlamamalı. Bu Türkiye’nin 100 yıllık problemi. Ama sermaye ve rant devletle hiç bu kadar içiçe geçmemişti, bunu da kabul etmek lazım. Ben bu yüzden AKP için inşaat imparatorluğu diyorum. Gücü buradan geliyor. Bunun sürdürülebilir olmadığı çok açık. Ama yeni bir iktidar toplumun iliklerine işlemiş toprağı yağmalama kültürüne dur diyebilir mi yoksa parçası mı olur? Yine de çevreye karşı duyarlılık Türkiye’de hızla artıyor. Bu duyarlılığın iktidarlar üzerinde bir baskı yaratması mümkün. Avrupa’da çevreci partilerin iktidar olamasalar da mecliste yer
aldıklarını, hatta iktidar ortağı olduklarını unutmayalım.

Türkiye’nin kentleşmede temel sorunun kent toprağının toplumun tamamı tarafından eşit paylaşılamaması demiştim. Tabii bu da bizi çok daha temel bir soruna, henüz tam bir demokratik, çoğulcu, özgür, eleştiriye açık ve duyarlı bir siyasi ortamın oluşmadığı gerçeğine ulaştırıyor. Aynı zamanda, kentleşme ile demokrasi arasında ne kadar güçlü bir bağ olduğunu gösteriyor. En başta, mekan–insan ilişkisini konuşmuştuk. Modern bir dünyada bu ilişkinin sağlıklı bir şekilde kurulması, ancak toplumun demokratik ilkelerle yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya örgütlenmesiyle olabilir. Aksi takdirde Türkiye’nin bu kronik sorundan hangi iktidar gelirse gelsin kurtulması mümkün değil.

Previous post
Biyopolitika ve biyoekonomi bir çokluk politikası - Maurizio Lazzarato
Next post
Yargıtay'dan emsal karar: Hamile çalışanı işten çıkarmak ayrımcılık