Ana SayfaÇalışma YaşamıKamu Emekçileri Hareketi ve Kürt emekçiler – I

Kamu Emekçileri Hareketi ve Kürt emekçiler – I


Nejat Uğraş*


Emekçilerin Onur ve İsyan Yürüyüşünün Kısa Tarihçesi

Giriş

1987 yılında dernekleşme çalışmaları ile başlayan ve 1990 sonbaharından sonra meşru ve fiili mücadele hattı; demokratik ve bağımsız örgütlenme çizgisinde sürdürülen sendikal çalışmayla önemli bir kitleselliğe ulaşan Kamu Emekçileri Hareketi, ülkemizdeki sınıf mücadelesi, demokrasi ve barış mücadelesinde öncü bir emek örgütü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Türkiye sınıf ve emek mücadelesinin geçmiş mücadele birikim ve deneyimini dün-bugün ve gelecek zaman diyalektiği üzerinden kavrayan bir perspektifle geleneksel bürokratik sendikal çizgiden ayrışarak ve fakat politik hareketlerin güçlü etkisi altında şekillenmiştir. Kamu Emekçileri Hareketi’nin tarihi aynı zamanda ülkenin toplumsal, sosyal ve siyasal mücadele tarihine kendini yazabilmiş büyük bir onur ve İsyan yürüyüşünün de tarihidir aynı zamanda.

KEH, üzerinde durduğu ideolojik zemin ve politik duruşa 12 Eylül askeri darbesinin sendikal alanda yarattığı tahribat ve hakların neredeyse elli yıl geriye götürülmesi ile sonuçlanan ara bir dönemde olmasını da eklersek toplumsal muhalefet güçleri arasında parıldaması için çok zamanın geçmesine ihtiyaç kalmayacaktı.

“Devlet memur”ları örgütleniyor

“1985 yılında bilim insanlarının kamu emekçilerinin sendikal örgütlenmelerinin ve sendika kurmalarının önünde Anayasal bir engel olmadığı, Uluslararası Sözleşmelerin ve 1982 Anayasası’nın 90. maddesinin kamu emekçilerine sendikal örgütlenme hakkı tanıdığı yönünde yapılan yorumlar ve açılımlar kamu emekçilerinde yankısını bulmuş, sendikal örgütlenme çalışmalarının yönlendirilmesine katkısı olmuştur.” [1]

“Kamu emekçileri 1987 yılından itibaren mesleki örgütlenmelerde sendikalaşmayı tartışmaya başladılar. Bunun için Sendika Yürütme Komisyonları (SYK) oluşturdular. SYK’ların önderliğinde telgraf çekme eylemleri, yemek boykotları, kitlesel basın açıklamaları, paneller, kapalı salon toplantıları gibi etkinliklerde bulundular. Bu dönemde nasıl bir sendika sorusunda yanıtlanmaya çalışıldı. Genel yönelim, işkolu temelinde örgütlenmiş, grevli-toplu sözleşmeli sendika oldu.” [2]

“Özellikle 1987 yılında bir araya gelen eğitim emekçilerinin en başından itibaren ideolojik-politik bir tutum olarak sendika kurmayı hedefleyen perspektifleri iki temel vurguya işaret ediyordu: birincisi devletin “resmi ideolojisi”ne karşı cepheden karşı olmayı gerektiren devrimci bir duruş; ikincisi ise devleti işveren kabul eden ve cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “kapıkulu memur” anlayışını reddederek “emekçi kimliği”ni imleyen duruştur.”

Kamu emekçileri hareketi tarih sahnesine çıkarken kendi rolünü layıkıyla oynayabilmenin sancılarını yaşarken konjonktürün de etkisiyle tarihten “rol çalarak” işçi sınıfının da rolünü üstlenmek zorunda kalacaktı. 1980 sonrası iktidara gelen bütün hükümetler uluslar arası sermayenin bilgisi ve onayı dahilinde neo-liberal düsturu kayıtsız şartsız kabul ederek hükümet olabilmişlerdir. Bu düstur, Türkiye’nin ideolojik, politik ve iktisadi dönüşümünü ne(o)liberal bir eksende uluslar arası sermayeye eklemleyerek, Ortadoğu’ya açılan önemli bir pazar kapısı haline getirmekle malul olan bilindik “bırakınız yapsınlar,bırakınız geçsinler” düsturudur. Sermayenin önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılarak ülkenin “ucuz emek cenneti” haline getirilmesinde muhalif güçlerin “makul” ve “makbul” bir hatta durmalarının sağlanması iktidarların en önemli hasletlerinden birisidir. Bu hasletin en önemli yansımasıysa işçi sınıfı ve emekçilere sürekli defans yaptırarak savunma mevzisinde tutmaktır. Özellikle işçi sınıfı üzerinde denenen ve oldukça etkili olan bu taktik, KEH’in çıkışındaki devrimci dinamizm ve sınıf çizgisi sayesinde bertaraf edilerek KEH`i muhalefetin en cevval aktörü haline getirmiştir.

KEH’in siyasal bileşimi

KEH’in 90’larda yakaladığı güçlü muhalif kimlik ve sendika-siyaset anlayışını ideolojik ve politik bir diskur üzerinden kurması onu muhalefetin de bir adım önüne taşıyarak öncü bir rol de üstlenmesine neden olmuştur. Nesnel bir zemin ve zaman içerisinde inşa edilen bu kimliğe içkin olan asıl faktör KEH’in siyasal bileşiminde gizlidir. Bu da örgütlenme anlayışı ve bileşenleri ile ilgili kısma denk düşmektedir. KEH, çok farklı siyasal yapı ve örgütlerin birlikte ve bir arada örgütlendiği ve aynı zamanda siyaset yaptığı bir yapı olarak dikkat çekiyordu. Yapı-aktör diyalektiği bağlamında 12 Eylül darbesinin en ağır sonuçlarını yaşayan sol siyasal yapıların ve Kürt emekçilerin yeniden kendilerini derleyip toparladıkları ve örgütlü mücadelelerini sürdürecekleri önemli bir mecra ve siyasi merkez konumundaydı. Bileşen yelpazesi sol siyasi yapılardan platformlara; dergi çevrelerinden ulusal kesimlere ve oradan Kürt emekçilerine kadar uzanan bir düzlem üzerinde kendine yer bulduğu, kendini ifade ettiği ve genel kurul zamanlarında çeşitli ittifaklar yaparak seçimlere katılıp yönetime talip oldukları sır değildir. Özelikle genel kurul zamanları siyasal platformlar ve anlayışlar; örgütsel mekanizmaya, mücadele stratejisine, eylem çizgisine, örgütlenme programına vs. yönelik eleştirilerini bastıkları broşürlerin altına imzalarını atarak üyelere ve katılımcılara duyururlar.

İçinde olduğu her siyasi görüşün kendini rahatça ifade edebileceği, her siyasi yapının kendini örgütleyebileceği, söz ve karar süreçlerine kendini katabileceği demokratik bir kitle örgütü vasfını ilkesel düzeyde kabul etmiş ve pratik bu temel ilkenin izleğinde ilerlemiştir.

KEH, demokratik bir platform ve mikro bir Türkiye prototipidir. Örgütün en büyük değeri sayılan bu mecranın konfederasyonlaşma sonrası da içselleştirildiğini ve değer haline getirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Siyasal yapılar “propaganda ve ajitasyonda serbestlik, eylemde birlik” esasına dayalı olarak örgütlenmede de ilkesel bir anlaşma içerisindedirler. KEH’in farklı siyasal yapı ve anlayışlardan oluşması KEH’in en büyük avantajı ve olmazsa olmazıdır.

Kamu emekçileri sendikalaşıyor

Sendikal hareketin ilk ayağını oluşturan dernekleşme çalışmaları 28 Mayıs 1990 yılında eğitim emekçileri EĞİTİM-İŞ’in(Eğitim İşkolu Kamu Görevlileri Sendikası) kurulmasıyla yeni bir evreye giriyordu. Kamu Emekçileri Hareketi’nin sendikalaşma çabaları ilk meyvesini vermişti. Sendika kurma çabaları hız kesmeden ardı ardına kurulan sendikalarla yeni bir ivme kazanmıştı. EĞİTİM-SEN (Eğitim, Bilim ve Kültür Emekçileri Sendikası) ve TÜM BEL-SEN (Tüm Belediye Memurları Sendikası)den başlayarak çok sayıda işkolunda sendika, kitlesel başvurularla kurulmaya başlandı.

1987-1990 yılları arasında 12 Eylül döneminin egemen kıldığı yasaklar psikolojisi kırılmaya ve geleneksel “memur” kültürü ve davranışını aşmayı hedefleyen çalışmalar yürütüldü. Kamu emekçileri bu dönemde sürdürülen faaliyetin merkezileşmesi ve güç birliği oluşturulması için Kamu Çalışanları Platformunu (KÇP) oluşturdular.

1990-1991 yılları kamu emekçileri hareketi açısından var olma-yok olma mücadelesinin yoğunlaştığı yıllar olarak da tanımlanabilir. Devletin baskı ve zorunun çıplak bir biçimde hissedildiği bir döneme giriliyordu. Kurulan sendikaların tümü hakkında kapatma davası açılmış, sendikaların kapılarına mühürler vurulmuş, yöneticiler sürgün edilmiş, bazıları açığa alınmıştı. Buna karşın kamu emekçileri, baskı ve zor politikalarına karşı hukuksal mücadelelerini yürütürken diğer yandan fiili, meşru, militan ve demokratik mücadeleyi yükselterek ablukayı dağıtmayı başarmıştı.

Sonuçta sendikaların kurulması sendika yürütme komisyonlarını işlevsiz hale getirmişti. Bunun yerine 24 Şubat 1990 tarihinde yedi sendika Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu’nu (KÇSP) oluşturdular. Konfederasyonlaşma sürecine kadar kamu çalışanlarının çatı örgütü işlevini gören KÇSP’nin işlevi de KESK’in kuruluşuyla birlikte sona ermiştir.

Kamu çalışanları hareketinin ideolojik ve politik bir perspektifle devleti işveren ilan eden tutumu kamusal alanda güçlü bir vakum oluşturdu. Bu durum, 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan genel seçimlerde bütün siyasi partileri, seçim bildirgeleri ve propagandalarında “kamu çalışanlarına sendika kurma hakkı tanıyacaklarını” işlemek zorunda bıraktı. Öyle ki seçim sonrasında kurulan SHP-DYP koalisyon hükümeti programında, kamu çalışanlarının sendika kurabileceklerine dair gerekli yasal düzenlemelerin yapılacağı vaadi bile verilmişti.

Ortak çalışanlar yasası

Kamu emekçilerinin ilk yıllarında “Ortak Çalışanlar Yasası” hedefi önemli bir mücadele hedefi olarak benimsenmesine rağmen “Ortak çalışanlar yasası” talebinden “ayrı bir sendika yasası” talebinin öne çıkmasının ana etkenlerinden birisi de işçi sınıfının geri çekilmesi ve işçi sendikalarının gericileşen yönetimlerinin kamu çalışanları mücadelesine destek vermemesidir. Yaşanan bu süreçte, somut işbirliği ve fiili-ortak mücadele mekanizmalarına açık bir ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç, işçi sendikaları tarafından bir sınıf dayanışması ekseninde yeterince karşılanamadı. “İşçi hareketinde gözle görülen geri çekiliş ve ardından bugüne kadar uzanan çöküş, işçi sınıfının, geleneksel mücadele mevzilerini köklü biçimde dağıtan tarihsel saldırı karşısında bir sınıf olarak davranma yeteneğini ciddi olarak yitirmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum ise kamu çalışanları hareketinin en yakın ittifakdaşının çöküşünü hızlandırarak, kamu çalışanları sendikalarını toplumsal mücadele alanında yalnızlaşmasını ve kendi iç sorunlarıyla uğraşmasını hızlandırdı.” Bu noktada katalizör görevi gören ana etmenlerden bir tanesi de Kürt sorunuydu.

Emek alanı ve Kürt sorunu

Emek alanı, yapısı gereği sömürüden direkt olarak etkilenen, bu direkt etkilenmenin yol açtığı öfkeyi de günlük olarak yaşayan bir alandır. Toplumun en önemli dinamiği olması, sınıf bilincini edinmiş olması, sistemi içten tanıyan ve çözen düzeyiyle de önemli bir baskı unsuru olabilmenin yarattığı avantajı kullanma konusunda en çok zorlandığı alan “Kürt sorunu” olmuştur. Kürt sorunu, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci bir duruşla değil ulusal-gerici bir yaklaşımla değerlendirmeye tabi tutuluyor olması çözümleyici bir yaklaşım olmadığı gibi içerisinde sosyal şovenist öğeleri de barındıran düşmanca bir tutuma dönüşüyordu. Resmi ideolojinin ağır etkisi altında ve devletin geleneksel Kürt yaklaşımının yeniden üretilmesini sağlayan bu tutum, işçi sınıfı ile Kürt siyasal hareketi arasındaki aralığın iyice açılmasına neden oluyordu. Sonuçta sendikal alanı çevreleyen politik koşullara Kürt sorunun yakıcılığı da eklenince yaşanan bocalama ve ikircikli tutum, mücadelenin ileriye doğru devinimini önemli ölçüde sekteye uğratıyordu.

Körfez krizini takiben işçiler geleneksel sendikal anlayışlar tarafından yeniden kuşatma altına alındılar. Bizzat devletin eliyle gerçekleşen müdahalelerle işçi sınıfı gerici ve şoven anlayışlara teslim edildi. Kürt sorunu ve Kürt emekçilerine yönelik düşmanca tutum, kendi içerisindeki ilerici unsurları pasifize ederek, kendisini saran ve kuşatan bir zincire dönüştü. Bu zincir, Körfez Savaşı sonrasında da tüm emekçilere yöneltilen saldırılar karşısında sürekli bir geri çekilme; güç ve konum kaybının yaşanmasıyla bütünleşti.

İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiç

İşçi sınıfı yaşadığı bu hızlı gerileme koşullarında, devletin yürüttüğü saldırı politikalarının temel eksenini Kürt hareketinin bastırılması ve oradan doğru da bütün toplumu zapt-u rapt altına alma ve Kürt hareketiyle geliştirilebilecek her türlü iş birliğinin engellenmesi oluşturuyordu. Bu anlamda hedef tahtasına oturan kamu emekçileri hareketi, bu saldırı politikalarından etkilenerek bir içe büzülme süreci yaşamıştır. “İçe büzülme sürecinin nesnel sorumlusu, işçi hareketi ile kamu çalışanları hareketi arasında; Kürt hareketi ve işçi sınıfı arasında tarihsel olarak yaşanan eşitsiz gelişme sürecinin kendisidir.”

Bu eşitsiz gelişme süreci, Kürt hareketi ve işçi sınıfı ile olan bağın kopmasına ve aralığın iyece açılmasına neden oldu. Kürt hareketi her geçen gün halkla buluşuyor kitleselleşiyor, kurumsallaşıyor ama işçi sınıfı tamamen kendine gömülüyor ve zıddına dönüşüyordu. Bir bütünün içerisinde zıt yönlerde ilerleyen güçlerin bu paradoksu Türkiye’de ciddi bir demokratik halk hareketinin gelişmesini de engellemiştir. Elbette ki oluşan devrimci fayın artçı şokları hep hissedilecekse de bıraktığı etki ölçümlenebilecek aralığın dışında kalacaktı hep.

Sonuçta yoksul Kürt köylüsünün kalkışmasına Türkiye işçi sınıfın şarteli eşlik edemese de Türkiye işçi sınıfı ile yakalanabilecek tarihi bir ittifak zemini, gerici ve şoven etkiye açık bırakılarak savaşı besleyen bir zemine dönüştü. Her dönem en büyük hasar bilançosunu madden ödeyen yoksul ve emekçi çoğunluk; aynı zamanda savaşın zincirleme travmalarını yaşayan büyük çoğunluk olarak şovenizmin zehirli etkisinden kurtulamayacaktı.

Kamusal alan ve politik tutum

Kamu emekçileri hareketinin devleti işveren ilan eden politik tutumu cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte oluşturulan ve resmi ideolojinin en önemli dişlisini oluşturan “memur” zihniyetinde ciddi bir kırılmaya neden olmuştur. Devletin, kamusal alanı dokunulmaz ilan eden ve olası tehlikelere karşı her tarafına sigortalar yerleştirdiği bir zeminin bizatihi o zeminde bulunan memurların ideolojik ve politik bir saikle yürüttükleri mücadeleyle sarsılması yeni bir fay hattı oluşturmuştur.

Fay hattı geriliminden boşanıp ilk sarsıntısını yaşatmıştı bile. 26 Ocak 1991 tarihinde, 12 Eylül sonrasının ilk mitingi “Kamu Çalışanları Sendikal Haklar Mitingi” adıyla İstanbul’da düzenleniyordu. Bu miting, devletin tehdit algısını harekete geçirmede gecikmedi. Nitekim, 20 Şubat 1991 tarihinde, İçişleri Bakanlığı tarafından, valiliklere gönderilen bir yazıda çeşitli gerekçeler ileri sürülerek, kamu emekçilerinin sendika kurma girişimlerinin “yürürlükteki mevzuata aykırı” olduğu bildirildi. Bu genelge ile baskılar ve kurulan sendikalara yönelik kapatma girişimleri daha da arttı. Sendikalar, kuruluş için valiliklere başvurduğunda, valiler bildirimleri kabul etmemeye başladı. Demokrasilerde çare tükenmiyordu. Sendikacılar da, PTT aracılığıyla bildirimde bulunarak bu girişimi boşa çıkarttı. Valilikler bu kez kurulu sendikaların kapatılması istemiyle davalar açmaya başladı. Ancak tüm davalar sendikaların lehine sonuçlandı.

Davaların sendikaların lehine sonuçlanması yeni bir engelleme çabasını gündeme getirmiş ve hükümetler aracılığıyla sendikaların genel kurullarını yaptırmama şeklinde baskı ve zor politikalarına yeni bir çeşni katılmıştır. Ancak “Eğitim-iş” sendikası tarafından, İçişleri Bakanlığı’nın yasakçı genelgesinin iptaline ilişkin dava 1992 yılında kabul edilerek, önemli bir hukuksal başarı daha elde edilmiştir. Bu hukuksal başarı, moral ve motivasyonu arttırmış ve hareketin sokağa taşmasında önemli bir rol oynamıştır.

1992-93 yılları Kamu Emekçileri Hareketi açısından oldukça hareketli ve ‘hak arama’ bilincinin sokaklara taşırıldığı yıllar oldu. Kitlesel eylem ve yürüyüşlerin tazyik oluşturan niteliği hareket açısından mücadelenin alanlarda, sokaklarda kazanılacağı bilincini pekiştirdi. Bu durum sadece bilinç düzeyinde bir sıçramaya tekabül etmiyordu. Aynı zamanda kitleselleşen ve hacmen de büyüyen nicel bir karşılığa da denk geliyordu. Dergi-dernek çalışmalarıyla başlayan ve sendikalaşmayla önemli bir dönüşüm yaşayan kamu emekçileri ileri doğru devinen bir hareket karakteri de kazanmış oluyordu. Hareketin gerek hukuksal alandaki kazanımları gerek fiili mücadele konusundaki kararlığı-tarihsel koşulların da etkisiyle – sınıf hareketinin en önemli aktörlerinden biri olmasını da sağlıyordu.


Okuyucunun bilgisine not: Bu çalışma 2012 yılında Emek ve Toplum dergisinin 5. sayısında tek bir bölüm halinde “dosya” olarak yayımlanmıştır. Söz konusu “dosya” ihtiyaç hasıl olduğundan revize edilerek yeniden yayına hazırlanmıştır. Bu dosyanın bölümler halinde yayınlanması için gerekli ilgiyi gösteren Gazete Karınca’nın editoryasına teşekkür ediyorum.


[1] http://www.kesk.org.tr/2010/03/31/kamu-emekcilerinin-orgutlenme-sureci/
[2] http://www.kesk.org.tr/2010/03/31/kamu-emekcilerinin-orgutlenme-sureci/

*Yurttaş


Nejat Uğraş’ın altı bölümlük dosyasının bir sonraki bölümünde “Kürt Emekçilerin Örgütlenmesi” var.




Önceki Haber
İzmir ve Muğla'da orman yangınları: 500 hektarlık alanda etkili oldu
Sonraki Haber
İmamoğlu'nun "uyarı geç geldi" sözlerine Meteoroloji'den yanıt